TİFTİK KALPAKLI
Liseden mezun olduğum yıl üniversite sınavlarını
kazanamadığımdan bir yıl beklemem gerekiyordu. Bu bir yılı boş geçirmemek için
Ernis Alparslan Öğretmen Okulu bitirme sınavlarına girmek üzere başvurdum. Fark
ders sınavları yaklaşık yirmi gün kadar sürmüştü.
Van Gölü Ekspresi |
Okul idaresi bizim gibi olanlara sadece
okulda yatma olanağı sağlamıştı. Yemeğimizi ise okulun kantininden aldığımız
ekmek peynirle yapıyorduk. Sınavlar bitti, Ahlat’a döndüm ve sonuçları
beklemeye başladım.
Yaklaşık bir ay kadar sonra mezun
olduğumuza dair yazı geldi. Okul idaresi aynı zamanda Milli Eğitim Bakanlığı’na sonuçları bildirmişti. Bir de olası atama
için hangi illerde görev yapmak istediğimize dair bir form iliştirilmişti.
Bu formu doldururken bayağı sıkıntı
çektim. Çünkü genel kanım Ahlat’tan
gideyim de neresi olursa olsun şeklindeydi. Bu düşünceyle adımın baş harfi ile başlayan üç ilin
adlarını sıraladım. İstanbul, İzmir ve İzmit ve yeniden başladım beklemeye.
Ne kadar bekledim bilmiyorum, bir gün
elime bir sarı zarf tutuşturuldu, heyecanla zarfı yırtarcasına açtım, istekte
bulunduğum yerlerin hiçbiri çıkmamıştı. Bolu İli, Mengen İlçesi, İlyaslar Köyü
öğretmenliğine atanmıştım.
Şubat ayının ortalarıydı, o yıl Türkiye
şiddetli bir kış mevsimi yaşıyordu. Karayolları amansız bir mücadele veriyordu,
kardan kapanan yolları açmak için. O gün de bayağı kar yağmıştı, Osman Teker’in
minibüsünü tıklım tıklım doldurmuştuk. Sömestr tatilini geçirmek için Ahlat’a
gelen üniversite öğrencileri de Ankara ve İstanbul’daki okullarına
dönüyorlardı.
Tatvan’a doğru hareket ederken yolun
açık mı kapalı mı olduğundan pek emin değildik, ancak gitmek mecburiyetinde
olduğumuzun bilincindeydik. Maceralı bir yolculuktan sonra Osman Teker bizi
Tatvan tren istasyonunda indirdi. Zaman bir hayli ilerlemişti, tren hareket
etmiyordu. Çünkü tren yolunun da daha açılmadığına dair konuşmalar yapılıyordu.
Buna karşın itiş kakış, gürültü patırtı, bağırış çağırışlarla trenin boş ve
soğuktan buz kesmiş kompartımanlarına doluştuk.
Benim hışımla ve destursuzca biraz da
kabaca girdiğim kompartımanda camın önüne oturmuş, elinde kitabı, başında
tiftik kalpağıyla yaşlıca bir bey şaşkınlıkla ve hayretle “ne oluyor acaba?” dermişcesine bana bakıyordu. Göz göze geldik,
bir an bakıştık, biraz toparlanarak boş bir yere oturdum. Arkamdan diğer
arkadaşlar da gelip boş yerleri doldurdular.
Tiftik kalpaklı beyin gözlerini bir an olsun ayırmadığı elindeki kitabını okumaya devam
etmesi ve asil duruşu biz gençleri sükunete davet eder gibiydi.
İlhami Nalbantoğlu |
Artık, yaklaşık olarak iki gün sürecek
bir yolculuğa başlamıştık. Bu süre içinde bir arada oturacak, birbirimizle
tanışacak, yiyecek ve içeceklerimizi paylaşacak, bol bol da sohbet edecektik.
Ne var ki, tiftik kalpaklı adam, başını
bir türlü kitabından kaldırıp bizimle diyaloğa girmiyordu. Bizim de zaten çok
umurumuzda değildi, ancak ben okuduğu kitabı merak etmeye başlamıştım. Bu kadar
önemli ne olabilir diye şiddetli bir merak sarmıştı içimi.
Bir ara okuduğu kitabı sayfalarını
kapatmadan açık bir vaziyette ters olarak bırakıp tuvalet için odadan çıktı.
Ben bunu fırsat bilerek hemen kitabı alıp açık olan sayfayı bir göz atınca
kitabın Türkçe olmadığını gördüm. Fakat hangi dilde olduğunu anlamadan tekrar
aynı biçimde yerine koydum. Böylece merakım daha da artmıştı.
Trene bineli epeyi bir zaman geçmişti,
artık bir şeyler atıştırmanın zamanı gelmişti. Yavaş yavaş azıklarımızı ortaya
çıkarmaya başladık. Camın önündeki minik sehpaya yerleştirmeye başladık ve ardından
da tiftik kalpaklı adama buyurmaz mısınız diyerek soframıza davet ettik. Hiç
beklemiyormuş gibi bir tavırla başını kitabından kaldırarak teşekkür etti ve
devam etti, “durun çocuklar ben de trene binmeden pastaneden bir şeyler aldım
size ikram edeyim.” diyerek çantasından bir kutu çıkararak bize doğru uzattı.
Kimse elini uzatmayınca bu kez ısrar etti, kırmadık, tekrar kitabına döndü.
Trene binerken ki soğuk hava bir nebze de
olsa yerini daha ılık bir havaya bıraktı. Bir ara arkadaşlarım koridora çıkmışlardı,
ikimiz yalnız kalmıştık, bunu fırsat bilerek benimle konuşmaya ve bana sorular
sormaya başladı, tiftik kalpaklı adam.
Adımı, nereli olduğumu, nereye niçin
gittiğimi bunların yanıtı verince, bana
yaz tatilinde ne yapıyorsun diye sordu. Henüz bir düşüncemin olmadığını
söyleyince, tatil süresince ek bir işte çalışmak ister misin deyince, iş bulabilirsem elbette çalışırım diye
yanıtladım.
Cebinden kağıt kalem çıkardı ve adresini
yazarak bana uzattı, bu adrese
gelebilirsin dedi. Verdiği kağıtta Cemalettin Kartarcıoğlu adının yazılı olduğunu
gördüm. Bir yandan da anlatıyordu “Ankara’da
harita müteahhitliği yapıyorum, Ahlat’ın İmar Planı Haritası’nın yapımı için
gelmiştim, kış birden bastırınca çalışamadığımız için Ankara’ya dönüyorum.” Yolculuk
sürüyordu.
Tren Ankara
Garı’na girmek üzereydi, burada inecekler çantalarını hazırlıyorlardı, ben ve
tiftik kalpaklı adam da inecekler arasındaydık. Bana nereye gideceğimi sordu.
Bolu’ya gideceğimi söyledim, nereden bineceksin diye sorunca bilmiyorum,
sorarak bulacağım dedim.
-Ben de o tarafa
gideceğim, gel ben seni oraya bırakırım, deyince ister istemez kabul ettim. Trenden birlikte indik, Ankara’yı ilk kez
görüyordum, Başkentin ihtişamı karşısında şaşkına dönmüştüm.
Ankara Garı’ndan
çıkıp, bir taksiye bindik bir sokağın önünde taksiyi durdurdu, inmeden arabanın
içinden işaretle bana göstererek, bak
burası Rüzgarlı Sokak, Bolu’ya gidecek otobüsler buradan kalkar. Gazanfer Bilge
Otobüsleri var, her 15 dakikada bir hareket ederler, bak karşıda görünüyor.
Hadi güle güle, diyerek beni uğurladı.
Taksiden inip
tarif edilen yere geldiğimde bir otobüsün muavinin “hadi İstanbul, hadi
İstanbul” diye bağırdığını gördüm. Yaklaşıp sordum, Bolu’dan geçer mi? Evet
yanıtını alınca, hemen kendimi otobüse atıp boş koltuklardan birine oturdum.
Çok yorgundum,
uyumadan muavine sıkıca tembihledim, beni Bolu’ya gelince uyandır diye. Hemen
uyumuşum. Uykunun en tatlı yerinde bir el beni sarsarak uyandırdı, kalk Bolu’ya
geldik.
Palas pandıras
otobüsten adeta itilircesine aşağıya indim. Gecenin köründe neredeyim
bilmiyorum, ne yapacağımı da. Küçük bir yazıhane varmış oraya sokuldum,
görevliye sordum Mengen’e nereden gidiliyor diye.
Adam şaşkın
şaşkın yüzüme baktı ve sordu, nereden geliyorsun, Ankara’dan deyince şaşkınlığı
iyice arttı. Mengen’e zaten Ankara’dan gidiliyormuş, çünkü oraya daha yakın.
Bolu Mengen arası otobüs yokmuş ki…
Bir gün sonra
ancak Mengen’e dönebildim, İlyaslar Köyü’nü sorduğumda biri bana “onların kahvesi var, oraya git sana
gösterirler.” Kahveyi arayıp
buldum “Ben İlyaslar İlkokulu’nun öğretmeniyim” deyince kahveci bana “Sen İlhami Nalbant mısın?” diye
sorunca şaşkınlıktan dilimi yutacaktım. Etrafımı sardılar, bu kadar çok öğretmen istediklerini görünce çok
duygulandım.
“Biraz bekle Muhtarın oğlu Deli Memet
gelir, seni kaç gündür burada bekliyor, adını Bakanlıktan öğrenmiş.”
İlyaslar
köylüleri beni bir öğretmen olarak bağırlarına bastılar, orada çok kısa bir
süre kalmama rağmen, yıllar boyu onlarla ilişkim kesilmedi. Her zaman beni
aradılar sordular, onlara minnettarım.
Yüksek öğrenimimi
tamamlamak kararlığında olduğum için yarım sömestrilik öğretmenliğimi istifa
ederek sonlandırıp Ankara’ya döndüm. Bir önce bir işe girip çalışarak okumaktan
başka bir seçeneğimin olmadığının bilincindeydim.
Çok değil birkaç
ay evvel bir tren yolculuğunda elime tutuşturulan kağıttaki adresin
peşindeydim. Ankara’nın Ulus Semtindeki Anafartalar Caddesi üzerindeki Vakıf İş
Hanı’nın en üst katını gösteriyordu kağıttaki adres.
Başkent Ankara |
Bol güneş alan
bir ofisti, birkaç masa karşılıklı yerleştirilmişti. Masalarda yoğun
çalışmaların yapıldığı, çalışanların
içeri gireni çıkanı fark edememelerinden anlaşılıyordu. Bir an bekledikten
sonra biri başını kaldırıp beni fark etti, Cemalettin Bey’i arıyorum deyince,
yan masada adını duyunca başını kaldıran Cemalettin Bey’le tıpkı Tatvanda trene bindiğim andaki gibi göz
göze geldik.
Beni tanıdı,
bekliyormuş gibi bir hali vardı, orada çalışanlarla tanıştırdı, beklemediğim ve
alışık olmadığım sıcaklıkla bir baba şefkati edasıyla ve çok kibar bir tavırla
bana oturabileceğim bir yer gösterdi.
Para
durumumu, nerede kaldığımı, herhangi bir
şeye ihtiyacımın olup olmadığını sordu ve ekledi; “Birkaç gün buraya gelip gidebilirsin, daha sonra ekibimiz Bilecik’te
çalışıyor, sen de orada göreve başlayacaksın.”
Söyleyecek bir şeyim yoktu, bir an önce Bilecik’e gitme heyecanı
sarmıştı içimi.
Bilecik’teki
ekibin Bilecikli çalışanları beni karşıladılar ve ekip için tutulmuş kiralık
bir eve götürdüler. Ekibin başı Kamil Bey, arazideki işinden akşama doğru eve
geldi. Tanıştık bana görevimle ilgili detayları anlattı.
Harita konusunda
hiçbir deneyimim olmadığı için birkaç gün ekiple birlikte araziye çıkıp, hiçbir
iş yapmadan çalışmaları izlememi daha sonra işe başlamamı söyledi. Cemalettin
Bey’in etkisi olmalı ki bana çok kibar davranıyordu.
Birkaç ay
Bilecik’in içinde ekip arkadaşlarım ile yoğun bir biçimde çalışarak işin arazi
bölümünü bitip Ankara’ya döndüğümüzde, Cemalettin Bey’in gözleri yeni bir
cevher bulmuş gibi ışıl ışıldı. Bana çok kibar davranıyor, becerimi her ortamda
dile getiriyordu.
Harita işinde bir
de haritanın hesap ve çizim evresi vardı. Bu işlemlerin tümüne birden “Tersimat” adı veriliyordu. Cemalettin
Bey, benim bir an bile boş kalmamı istemiyordu ve beni Kızılay Konur Sokak 10
numaradaki “Taylan Tersimat Bürosu”na
gönderdi.
Buranın sahibi,
Bekir Taylan, aslen Ürgüplü gerçek bir beyefendi ve en az Cemalettin Bey kadar kibar ve zarif bir
insandı. Beni ailesi ile tanıştırdı.
Cemalettin Bey ve
Bekir Bey, benim lise ile üniversite arasındaki ara eğitim sürecimin gerçek
öğretmenleriydi. Öğrendiğim pek çok şeyi bu iki değerli insana borçluyum.
Minnettarım.