4 Temmuz 2020 Cumartesi

YENİ NORMAL, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


KORONA VİRÜS YAŞAM TARZIMIZI ŞEKİLLENDİRİYOR…
YENİ NORMAL
MASKE, MESAFE VE HİJYENLE YAŞAYACAĞIZ
      İyisi mi bilim dünyasının “Yeni Normal” olarak tanımladığı bu  yeni yaşam tarzına elimizden geldiğince uyum sağlamaya çalışalım.
      Türkiye olarak başarılı bir mücadele sergiledik, tüm dünyanın dikkatini üzerimize çekmişken birden işin ciddiyetinden uzaklaşarak sevimsiz sonuçla karşılaşmak durumunda kalmaktan kurtulamadık.
      Bu gevşemenin sadece Ülkemizde  görüldüğünü söylersek haksızlık etmiş oluruz. Gelişmiş Batılı ülkelerde de çok daha ileri boyutta bir umursamazlık görüldüğünü ekranlardan izleme fırsatı bulduk.
      Yeni Normal olarak adlandırılan bu aşamada, halkımızın  güvenini kazanan Bilim Kurulu’nun önerileri doğrultusunda hareket ederek belirtilen kurallara sıkı sıkıya uymak suretiyle bu belayı başımızdan atabileceğiz. Son dönemde vak'alarda görülen artışı göz ardı edemeyiz, aman dikkat…
      Yeni Normal yaşam tarzımız ile daha sağlıklı günlere… 

DURUM TEMMUZ-2020 AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


   DURUM
    TEMMUZ 2020
   Değerli Okuyucularımız,
  Korona virüs önlemleri çerçevesinde normalleşme aşamasına geçilmesi üzerine medyadan edinilen bilgilere göre Van Gölü koylarının kampçıların akınına uğradığını öğreniyoruz.
 Van Gölü koylarının cazibesi, turist çekmesi elbetteki yıllar boyu beklediğimiz bir gelişme. Ne var ki içinde bulunduğumuz süreç arzu edilen tabloya pek uygun değil.
  Bunun iki temel nedeni var, birincisi sosyal mesafe kurallarına uyulmaması halinde yeni vak'aların artacağı, ikincisi oraya gelen sayıca fazla kişi ve toplulukların çevre temizliğine gerekli duyarlılığı gösterememesi durumunda ortamın çöp yığınlarına maruz kalacağıdır.
   Bu iki önemli neden aynı zamanda çevre temizliği açısından yerel yönetimlerin, sağlık nedenleriyle de  idari makamların işini oldukça zora sokacaktır.
      Kuşkusuz ilgili makamlar gerekli önlemleri alacaklardır, büyük kentlerimizde  tanık olduğumuz kural ihlallerinden  ders almalıyız.
      Saygıyla…

15 YIL ÖNCE AHLAT GAZETESİ, BİTLİS'E YAZIK DEĞİL Mİ?, OKTAY EKİNCİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI,

  15 Yıl Önce Ahlat Gazetesi
                                                      EKİM  2003  SAYI  35
   BİTLİS’E YAZIK DEĞİL Mİ?
                                                                               Oktay EKİNCİ
   Gen hafta sonu, Doğubayazıt Kaymakamlığı’nın ev sahipliğiyle yapılan “Tarih, Kültür ve Sanat Sempozyumu”ndan bir gün önce Metin SÖZEN, Oktay BELLİ ve Doğu’nun en usta sürücüsü Mustafa ALÇIN ile birlikte Bitlis’e uğradık…
      12 Eylül 2003 sabahı, Van’dan yola çıkıp tarih boyunca “Anadolu’nun Denizi” olmanın gizemini taşıyan Van Gölü kıyısından Akdamar’ı seyrettikten  sonra 2235 metredeki “Kuzgunkıran Geçidi”ne tırmandık.
Ahdamar Adası
      Batıdan gelen yağmur bulutlarını buradan Van’a geçirmeyen aynı dağların arasındaki ünlü tütün tarlalarını da Bitlis İli’ne armağan eden iklim değişikliğini, doğanın yeşil örtüsüne hayran kalarak yaşadık.
      Yeniden deniz kıyısına inerek Tatvan’a vardığımızda ise artık 25 km kalan Bitlis’e kavuşmak üzere  olmanın heyecanı doruktaydı…
      Geçmişin bu soylu ve muhteşem kentiyle bir kez daha kucaklaşmanın heyecanı öyle kısa sürdü ki, daha kente girer girmez bir garip olduk ve ayrılana kadar da içimiz daraldı…
      Kentin kurulduğu derin vadiyi yaratan Bitlis Çayı  tarih boyunca Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu uygarlıkları arasındaki yegane “ulaşım ve taşınma yolunu” sağlamanın gurunu bile çoktan unutmuş görünüyor…
      Antik çağlar bir yana, 1085’te Melikşah’ın Selçuklu’ya kazandırmasına kadar Arap ve Bizans uygarlıklarıyla bezenen, Dilmaçoğlu Beyliği’ni ağırladıktan sonra da 1540’lardan sonra Osmanlı kimliğiyle vadiyi süsleyen Bitlis, 1230’lardaki Moğol yağmasından bu yana ikinci büyük tahribatını da sanki şu son “apartmanlaşma talanıyla” yaşıyor..
       O kadar ki, örneğin 2700 yıllık Urartu temelleri üzerinde yükselen ve Büyük İskender’in  komutanlarından Badlis’in İ.Ö.332’de inşa ettiği “Bitlis Kalesi” bile artık adını verdiği kentten herhalde “nefret” ediyor olmalı…
      Çünkü, azman ve çirkin betonarme binalar güzelim tarihi vadiyi doldurmakla kalmamışlar. Bitlis Çayı’nın imi kolu Rabat ve Kosur’un birleştiği yerde, anıtsal bir kayalık üzerinde yer alan görkemli “içkale” surlarına bile “yaslanarak” yükseliyorlar…
Ünlü Mimar Oktay Ekinci
      Aynı vadide, yine Bitlis’in dünyadaki en güzel “köprüler kenti” olarak nam salmasına neden olan “akarsu güzergahı”da benzer apartmanlar tarafından çoktan “yok edilmiş” durumda…
      Bu çayın ve eski köprülerin “kent kültürü ve yaşam kaynağı” olduğunu önemsemeyip, korumak yerine betonla kaplayanlar; berbat ve kimliksiz birçok katlı yapılaşmayı da “tam üzerinde” gerçekleştirmişlerdir.
      Şimdi sular bu binaların altından geçerken, yer yer üzeri açık kalan boşluklardan “Bitlis Çayı”nı sadece “çöp ve mikrop kanalı” olarak seyrediyorsunuz.
      İşte bu yürek burkan görüntü içinde yolumuzu şaşırıp, “dönülmez” işaretini de göremeyince, “ters yöndesiniz” diyerek “yasal işlem” yapmaya hazırlanan trafik polisine ister istemez dedim ki: “Bu kentin neresi düz ve yasal ki?..”
      Örneğin, “dere üzerindeki” apartmanlar acaba hangi tapu ve hangi ruhsatla yapılmış?..
      Tarihi kale duvarına “abanan”, eldeki son anıtsal yapıları kuşatan, ünlü “Bitlis’te Beş Minare”
türküsüne de ilham veren tarihi cemileri bile gözden tümüyle ırak kılan bu apartmanlar, hangi “çağdaş planlama” anlayışının ürünüdür?..
     
Tarihi Dokuyu Bozan Plansız Yapılanma
Bu soruları da merak ederek Hükümet Konağı’na girdiğimizde ise aynı pislik ve bakımsızlığın “diz boyu” olduğunu görüyoruz.
      Devletin kente “örnek” olması gereken bu en önemli binasında, “Valilik” bölümü dışındaki tuvaletler bozuk; lavabolar tıkalı ve ağzına kadar kirli su dolu; ortalık ise ilkel ve rezalet bir halde…
      Bitlisliler kimlik değerlerinden galiba bir tek “büryan”ları ile büryan suyuna pişirilen “avşor” adlı sebze türlüsüne değer veriyorlar…
      Eğer onları tadıp ta açlığımızı “yerel lezzetle” gidermiş olmasaydık, bu yazı daha da ağır olacaktı.
      Yazık değil mi bu “efsanevi” kentimize?...
        
      Oktay EKİNCİ, Aslen Karslı Türk mimar, öğretim görevlisi, Mimarlar Odası eski genel başkanı.
      Kars Ardahan Iğdır Siyasal Birikim Gazetesi Köşe yazarı. Ekinci, Cumhuriyet gazetesinde Çed Köşesi adlı köşenin yazarıdır.  Ahlat Gazetesi’nde yazıları yayımlandı
      Oktay Ekinci, 1952 Yılında Balıkesir’de doğdu,  15 Ekim 2013 tarihinde , İstanbul’da aramızdan ayrıldı.

VAN GÖLÜ'NDE DENİZ BAYRAMI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

     VAN GÖLÜ’NDE DENİZ BAYRAMI    
  O gün erkenden kalkılır hazırlıklara başlanırdı. Birazdan iskeleye vapur yanaşacak, yaşlısı, genci, çoluğu çocuğu, esnafı bakkalı, kentin tüm insanları  vapura doluşacak ve erkenden Tatvan’da yapılacak “Deniz Bayramı”na göl üzerinden gidilecek.
      Büyük bir itiş-kakış’ın ardından vapura binebilenler, binemeyenler, kaçıranlar, çocuğunu bindirip kendisi binemeyenler, iskelede kalanlar yok değildi. Kalanları da üstü açık tentesiz kamyonlar taşıyordu Tatvan’a.
Yüz Metre Sürat Yarışları Başlıyor
      Temmuz’un birinci gününün “Kabotaj Bayramı” olduğunu, “Kabotaj”ın ne demek olduğunu o yıllarda kimse bilmediği gibi, kimsenin de umurunda değildi. Varsa, yoksa yüzme yarışlarıydı önemli olan. Bunun da bir nedeni vardı elbette. Yapılan tüm yüzme yarışlarının birincileri, ikincileri hatta üçüncüleri bile bu kentin gençleri tarafından kazanılıyordu.
      Bu yarışları kazanan gençler, bölgede ünlerine ün katıyorlardı. Kent halkı öylesine önemsiyordu ki bu yarışları olayını, tüm kent işini gücünü bırakıp bir sel gibi Tatvan’a akıyordu.
      O gün koca kentte, birkaç yaşlı,, birkaç esnaf, birkaç köylü dolaşıyordu ortalarda. Kent bütün sessizliği ile akşam dönüşü ile kimin hangi yarışı kazandığı haberleri ile yaşanmış olayların öykülerini merak ediyordu.
      Genellikle geç saatlerde dönüldüğü için bu öyküler ister istemez ertesi güne sarkıyordu.
      İki iskele vardı Tatvan’da, ikisi arasındaki mesafe de 50 metreydi. Yüzme yarışlarının tek kulvarıydı, sürat yarışları için gidiş-dönüş, mukavemet yarışları için iki gidiş dönüş, kurbağalama ve sırtüstü yarışları için ise sadece gidiş yapılıyordu.
      Yapılan tüm yarışların bütün derecelerinin favorileri Ahlatlı gençlerdi. Sonuçlar farklı olmuyor, favoriler yarışları kazanıyordu. Bir tek yarış vardı ki bunu Ahlatlı gençler bir türlü kazanamıyorlardı, yağlı direk yarışıydı bu.
      Dört metre uzunluğunda bir direk iskelenin üzerinden denize paralel olarak uzatılıyor, üzerine kalınca gres yağı sürülüyor, direğin ucuna da şanlı bayrağımız takılıyor. İskelenin üzerinden koşarak gelinip bayrak alınmaya çalışılacak, bayrağı alan yarışı kazanacak. Oldukça zor ama gençler için bir cesaret ve zeka yarışı.
Ahlatlı Yüzücü Gençler Bez Mayolarıyla Toplu Halde
      Bu yarışı Tatvanlı gençler kimseye kaptırmıyorlar. Bir başka yarış da ördek yakalama yarışı. Bir ördek suya bırakılıyor, tüm yarışmacılar ördeği yakalamaya çalışıyorlar, zavallı ördek her yandan yolları kesilmiş olarak çırpınıp kurtulmaya çalıştıkça gençler saldırıyorlar, sonunda yorulup kendisini şans kimden yana ise onun  ellerine teslim ediyor.
      Yarışların ardından ödül töreni başlıyor.
      Kazananlara ya bir kalem, ya bir çorap ya da bir atlet veriliyor, o günün bütçe koşullarında. Burada asıl olan ödül değil, kazanılan yarıştı kuşkusuz ve tüm yarışları Ahlatlılar kazandı övgüsü.
      Yarışan, yorulan, acıkan gençlerle, saatlerce o kızgın güneşin altında yarışmaları seyreden halk, yarışlar sonuçlanır sonuçlanmaz soluğu kentin lokantalarında, çay ocaklarında, bakkallarında alıyor. Bu tür yerler yılda bir kez yaşadıkları bu olağan dışı durum karşısında, almış oldukları tüm önlemlere karşın hizmette beklenilen randımanı gösteremiyorlar.
      Saatler alıyor aşırı miktardaki müşterileri doyurmak.  İlave mönüler hazırlamaları da yetmiyor, çoğu insan aç kalıyor, yiyecek bir şey bulamıyor.
      Lokantalar yemeklerini, fırınlar ekmeklerini, bakkallar bisküitlerini tüketiyorlar bu deniz bayramında.
Yağlı Direkten Bayrağı Alma Yarışı
      Günün akşamı vapurun kalkış saatine kadar olan kısmı ise ya kentin çarşısını ve sokaklarını gezmekle ya da o gün oynanacak Tatvanspor-Bitlisspor futbol maçını izlemekle geçiyor. Vapurun kalkış saatine yakın uzun uzun çalan düdüğü, adeta yetişmeyen kalır uyarısı yapıyor. Bir hücumdur başlıyor 2 Nisan adlı vapura, binemeyenler de, yetişemeyenlerde olmuyor değil.
      Yorgun geçen gün, uzun süre güneş altında kalmanın ödülü de güneşten yanmış kıpkırmızı suratlar, derisi soyulmuş burunlar olur ve günler boyu canlılığını korurdu.
      Deniz bayramı tefrikaları ertesi günün sabahıyla birlikte dilden dile dolaşmaya başlardı. Kim kimi nasıl geçmiş, kim yarışı nasıl kazanmış, kim iyi, kim değil, sürüp giderdi, bir sonraki yıl yapılacak deniz bayramına kadar.
      Yılda bir kere bile olsa, bu sosyal etkinlikle, gençler enerjilerini atmak, güçlerini göstermek, yeteneklerini sergilemek için bir fırsat buluyorlardı. Ama burada üzerinde durulması gereken ilginç bir husus vardı. Bir kentin tüm gençlerinin bir spor dalında sergiledikleri üstün bir toplu başarı…
      Bu başarı öyküsünü devletimizin ilgili kuruluşlarına bir türlü anlatamadık. Bu kentin gençlerinin yüzmeye karşı aşırı bir yetenekleri ve ilgileri var.
      Ülke olarak hemen her alanda tüm dünyaya sesimizi duyurduk, bir yüzme sporunda bunu başaramadık. Ahlat’tan bu yetenekli sporcuların performanslarını artırmak için buraya bir kapalı yüzme havuzu yapamadık. Çok mu zor ya da pahalı, merak ediyoruz, acaba Gençlik ve Spor Bakanımız bu konuda ne düşünüyorlar?...

1 Temmuz 2020 Çarşamba

RABİA, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


RABİA
 Rabia, Erciş’te dünyaya gelmiş,  14-15 yaşlarında, dünyalar kadar güzel bir genç kızdı.  Annesinin adı Gülizar, babasının  Şemsettin, soyadları ise Kürümoğlu.
      Kürümoğulları, Doğu Anadolu  Bölgesi’nin en köklü ve en büyük ailelerindendir. 6-7 yüzyıl kadar önce  Anadolu’ya Orta Asya’dan geldikleri, Horasan kökenli oldukları biliniyor. Daha sonraları, değişik nedenlerle Anadolu’nun hemen her yöresine dağılmış,  değişik alanlarda, büyük başarılara imza atmışlardır.
      Anadolu’ya geldiklerinde ilk önce Hakkari’nin Tiyar Vadisi’ndeki Erdel Köyü’ne yerleşmişler. İpek Yolu üzerinde bulunan bu yörede yıllarca ticaretle uğraşmışlar. Daha sonraları, o dönemde önemli bir ticaret merkezi  olan Bitlis’e göç etmişler.
      Uzun yıllar Bitlis’te ticarete hakim olmuşlar, yaşadıkları mahalle  Kürümoğlu Mahallesi olarak anılmaya başlamış. Cumhuriyet döneminde Kürümoğlu  Ailesinin önemli şahsiyetlerinden dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Bitlis’i ziyaret etmesi üzerine mahallenin adı İnönü Mahallesi olarak değiştirilmiş.
      Bitlis’te ayrıca Kürümoğlu ailesine ait bir de aile mezarlığı bulunmaktadır.
      1916 yılında Bitlis’in Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine, Batıya doğru göç etmek durumunda kalmışlar, kimileri Diyarbakır, kimileri  Elazığ ve Malatya’ya yerleşmiş, buralarda  başta ticaret olmak üzere çeşitli işlerle  ilgilenmişler.
      Rusların Bitlis’i terk etmesi üzerine kimileri geri dönüp işine, gücüne burada devam etmiş. Kimileri bu gidişi fırsata dönüştürerek  Bitlis yerine başka yerlere yerleşip ticaret yaşamını sürdürmüş.
Abdurrahman Gazi Kümbeti
      I. Dünya Savaşı sürecinde Aile içindeki bu dağılma devam etmiş, kimileri İzmir’e kadar uzanmış, bir başka bölümü ise Van ve   Erciş’e yerleşmeyi  tercih etmiş.
      Rabia, Erciş’te  Manifaturacı olarak ticaretle uğraşan  Şemsettin Kürümoğlu’nun çocuklarından biriydi. Çok hareketli, ele avuca sığmayan, zeki ve çalışkan bir genç kızdı. Gün geçtikçe, büyüyor, gelişiyordu.
      O dönemde, Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Doğu illerimizde tıpkı Kürümoğlu Ailesi gibi köklü,  büyük, vatanperver pek çok aile daha bulunuyordu.
      Hacıpolat Ailesi’de bunlardan biriydi, onlar da Orta Asya’dan gelip, önce Erzurum yöresine, daha sonra da bir kısmı Anadol’nun çeşitli yörelerine dağılırken bir kısmı da gelip Ahlat’a yerleşmişler.
      Anadolu’nun bu köklü ve büyük  aileleri, gelenek ve töre gereği birbirlerinden kız alıp vermeyi tercih ederlerdi. Bu geleneğin somut örneklerini Kürümoğlu ve Hacıpolat ailelerinde sıkça görmek mümkün.
      Hacıpolat Ailesi’nin o dönem önemli şahsiyetlerinden olan Abdurrahman Akpolat, Kürümoğlu Ailesi’nin kızları Nuriye Hanım ile evliydi. Bu evlilikten 2 erkek, 5 kız dünyaya gelmişti.
       Kürümoğlu Ailesini kızları Nuriye Hanım, bilgisi, görgüsü ve özgüveni ile haklı olarak büyük bir saygı ve  itibar elde etmiş, sözü dinlenen bir hanımdı.  Hacıpolat Ailesine mensup Abdurrahman Akpolat  ise, Ahlat’ın uzun yıllar muhtarlığını yapan, saygın sözü dinlenen, toplumun yararı için  gece gündüz hizmet veren, otoriter bir yönetici olarak adını duyurmuştu.
        Daha sonraları Abdurrahman Akpolat, kardeşi Şerif’i de Kürümoğulları’nın kızları Saide Hanım ile evlendirmiş, bu da yetmemiş, Muhtar Abdurrahman’ın  oğlu Ziya da  dayısı Rıfat Kürümoğlu’nun kızları Sevim Hanım ile evlenmişti.
      Böylece Kürümoğlu Ailesi ile Hacıpolat Ailesi kız alıp vermelerle birbirlerine sıkı bağlarla kenetlenmişlerdi.
      Rabia, yıllar geçtikçe büyüyor, gelişiyor, serpiliyor genç ve güzel bir kız oluyordu. İri yarı cüssesiyle “taşı sıksa, suyunu çıkaracak” denilecek düzeyde güçlü bir fizyonomiye sahipti.
      Böyle olunca  doğal olarak çevresinde taliplileri de çoğalıyordu.  Ahlat’tan da  isteyeni vardı. Her ne kadar da son  kararı verecek olanın ailesi olmasına karşın, kendisinin de görüşüne başvurulması Kürümoğlu Ailesi’nin geleneklerindendi.
      Ailesi de usule adaba uygun olarak Rabia’nın görüşüne başvuruyorlardı. Bu kadar çok isteyenin arasından bir seçim yapmak kolay değildi.
      Ne zaman ki ona talip olanlardan birinin adının Şemsettin olduğunu öğrendi, işte o zaman Rabia’nın yüreğini bir heyecan fırtınası sardı.
      Her genç kız gibi Rabia da babasına düşkündü. Babasının adını taşıyan bir isteyenin olması, evlenince geride bırakacağı sevgili babasının adını taşıyan bir kişi ile baba özleminin bir miktar azaltılabileceği aklının bir köşesine takılmıştı.
      Ahlat’ta Kalender Mahallesinde oturan, Ahlat’ın köklü ailelerinden Kalenderlerin oğlu Şemsettin Kalenderin Rabia’nın yüreğinde bıraktığı bu minik iz, bir çığ gibi büyümüş ve kısa bir süre sonra da mutlu bir evlilikle sonuçlanmıştı.
      Rabia ile yolumun kesiştiğinde ben 7-8 yaşlarındaydım.  O ise evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, hatta torun torba sahibi olmuş, orta yaşlarda bir anneanne ve babaanne idi.
      En önemlisi, adı da artık Rabia değil “Rabe Eze” olmuştu. Rabe Eze de tıpkı kendinden öncekiler gibi, gözbebeği oğlu Tahsin’e Hacıpolatların kızları Bedriye hanımı gelin olarak almayı tercih etmişti.
      Bedriye hanım ise benim teyzemdi. Bedriye teyzem zaman zaman  kayınvalidesinden sitayişle söz eder,  biraz da otoritesini ima ederek “Menim kaynanam profösördür, her şeyi bilir.” derdi.
      Rabe Eze, temelini Kürümoğlu Ailesi’nden aldığı bilgi, görgü ve kültürü ile bir canlı kütüphane, bir halk filozofu, bir meddah, bir orta oyuncu, bir halk kültürü ustası gibiydi.
      Biz  yaramaz ve haşarı çocukları önüne  oturtur, saatlerce, bıkmadan usanmadan  masallar, hikayeler, efsaneler, bulmacalar, kağıt katlama teknikleri ve değişik objelerden gözümüzün önünde yapıp seslendirerek oynattığı oyuncuklarla mıh gibi sabitlerdi yerimize.
    Bu seanslar, genellikle tendirevinde ve tendirin başında ayaklarımızı tendire sallandırarak gerçekleşirdi. Rabe Eze, öyküleri anlatmaz yaşar bize de yaşatırdı.
      Bir keresinde Acem Şahı’nın sarayını öyle bir anlatmıştı ki, benim yaşamım boyunca her saray sözcüğü duyduğumda  Rabe Eze’nin saray tasviri canlanır  oldu belleğimde.
      36 Kısım tekmili birden Zaloğlu Rüstem’in kahramanlık maceraları en çok istenilen ve dinlenilen öykülerin ilk sırasında yer alıyordu.
      Yaralı Mahmut Destanı, bitmez tükenmez tefrikaları ile çocukluğumuzun en lezzetli öyküsü olarak hala hafızalarımızdaki yerini korumaktadır.
      Rabe Eze, bir gün; “uşaklar man bir peşkir getirin, size davşan yapam” dedi, sevinçten havalara uçtuk. Hemen anneme koştum; “Ana, Rabe Eze peşkir istir, bize davşan yapacak.”
      Annem, misafir yemek peçetelerinden birini verdi, Rabe Eze’ye götürdüm, merakla önüne dizildik, başladı peçeteyi katlamaya,  bir sihirbazın şapkadan tavşan çıkarmasını bekler gibi dikkatle izliyor ve peçeteden tavşanın nasıl olacağını merak ediyorduk.
      Uzun kulakları ve daha uzun kuyruğuyla, Rabe Eze’nin elindeki tavşan çok hareketliydi, ayakları yoktu ama sürekli sıçrayarak kaçmaya çalışıyordu. Rabe Eze,  bir elinin üzerine oturttuğu tavşanı kaçmaması için sürekli diğer eliyle, havada tutuyor, yeniden elinin üzerine oturtturuyordu, tavşan ise yeniden sıçrayıp kaçmaya çalışıyordu.
     
Tahsin Kalender Usta
Gözlerimize inanamıyorduk, Rabe Eze, bir yandan tavşanı kaçmaması için azarlıyor, diğer yandan da tavşanın sesiyle cevap verip karşılıklı bir diyalog gerçekleştiriyordu.
      Böylece biz çocukları saatlerce oyalayıp, mum gibi karşısında oturtmayı başarıyordu. Ne var ki, ben diğer çocuklardan bir iki yaş daha büyük olduğum için, bu olayı bir türlü kafamda çözemiyor, bez bir tavşanın nasıl sıçrayarak kaçmaya çalıştığını bir türlü anlayamıyordum.
      Uzun bir süre bu olaya kafayı takmış ve bunun nasıl olduğunu öğrenmeye karar vermiştim. Önce bez parçasının nasıl tavşana dönüştüğünü çözmem gerektiğini düşünüyordum.
      Her hareketini dikkatle izleyerek tavşanın yapımını öğrenmiştim, ne var ki benim tavşanımın kulakları kuyruğundan büyük olmuştu. Birkaç denemeden sonra bunu da başarmıştım. Ancak sadece tavşanı yapmak yeterli değildi. Hem hareket ettirebilmek hem de hareketlerine uygun olarak konuşturmak gerekiyordu.
      Bu kez bunların nasıl yapıldığını öğrenmek için Rabe Eze’nin peşini bırakmıyordum ve sonunda tavşanın nasıl sıçrayarak kaçmaya çalıştığını ve kaçarken Rabe Eze’nin onu havada nasıl tuttuğunu da öğrenmiştim.
      Bezden tavşanı sağ elinin iç kısmına, bileğine yakın oturtturuyor, parmakları ile tavşanın poposundan hızlıca ittiriyor, tavşan yukarı doğru fırlarken diğer eliyle onu havada tutup yerine oturtturuyordu. Hareketin görülmemesi için sol eliyle perdeleme yapıyordu. Bir yandan da tavşanı konuşturarak dikkatimizin bir noktaya takılı kalmasını önlüyordu.
      Tüm bu öğrendiklerim beni rahatlatmıştı ama Rabe Eze gibi bunu bir gösteri niteliğinde yapıp izleyenleri etkileyebilecek bir yeteneğimin olmadığını da anlamıştım.
      Bu nedenle onun rakibi olmak gibi boyumdan büyük işe kalkışmadım. Böyle olunca da Rabe Eze’nin yaptıklarının kıymetli olduğunu ve yıllar sonra yazılmaya, hatta yazılarak gelecek kuşaklara aktarılmaya değer olduğunu anladım.
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı
Tarafından Çıkarılan Tahsin Usta Kitabı
       Kürümoğlu Ailesi’nin Türk kültür değerlerine ne denli etkili katkılar sağladığı,  bu Ailenin pek çok bireyinin bıraktığı kültürel miras gibi Rabia’nın da   yeteneği ile kültür dünyamızda ne tür izler bıraktığı gelecek kuşaklara aktarılmalıdır.


Bir diğer önemli husus ise, Rabia’nın yani Rabe Eze’nin oğlu Tahsin Kalender Usta’nın bireysel yeteneği ile hiçbir eğitim almadan inşa ettiği  Ahlat’taki “Abdurrahman Gazi Kümbeti’dir.
      Selçuklu Rönesansı’nın en müstesna ve seçkin eserlerinin yer aldığı Ahlat’taki kümbetlerin mimari özelliklerinden esinlenerek gerçekleştirdiği bu eseri ile Tahsin Kalender Usta,  UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne Yaşayan Kültürel Değerler unvanı ile seçilmeyi başararak adının ölümsüzleşmesini gerçekleştirmiştir.
      Bu ünvanın Tahsin Kalender Usta’ya verilmesinin hemen öncesinde Kültür Bakanlığı’ndan aranarak Bakanlığa davet edildim. Bu davet sırasında Tahsin Usta’nın UNESCO’nun Kültür Mirası Listesi’ne aday gösterilmesi konusundaki görüşüm soruldu. Bu konudaki bilgilerimi paylaştım ve bu görüşlerimin kayıt altına alınarak onaylamam istendi, hemen oracıkta bu metnin altını imzaladım.
      Tahsin Kalender Usta, sadece bununla yetinmemiş, sanatın bir başka dalı olan şiirle de haşir neşir olmuş,  Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın yayınlamış olduğu şiir kitabıyla da yeteneğini kanıtlamıştır.