30 Mayıs 2020 Cumartesi

SOSYAL MESAFELİ BAYRAM, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


SOSYAL MESAFELİ BAYRAM
DÜNYA KURULDU KURULALI  İLK KEZ BÖYLESİ KUTLANIYOR…
Bayramlaşma
  Bayramların  temel özelliği, insanların bir araya gelerek tokalaşması, sarılması, kucaklaşması, öpüşmesi, özlemlerini, hasretlerini gidermek, sevgilerini, saygılarını  göstererek, kırgınlıkları geride bırakıp  birbirlerini kutlamalarıdır.
      Korona virüs denilen bir melanet çıkıyor,  hiç kimsenin tahmin bile edemeyeceği bir dokunuşla, bu kutsal  bayramlaşma seremonisini yerle bir ediyor.
      İnsanoğlu bu belaya karşı  “Sosyal Mesafeli Bayram” kavramını literatüre getirerek, doğal sorunlar karşısında çaresiz olmadığını kanıtlıyor.
      Dileğimiz, böyle büyük bir felaketin insanlığın başına bir daha musallat olmamasıdır.
Geleneklerimize göre, bir ölümün arkasından gelen ilk bayram “Kara Bayram” olarak adlandırılır Bu bayramlarda vefat edenler dua edilerek ve anılırlar.
      Korona belası, Ülkemizden yaklaşık 5 bin, dünyadan ise 500 bin insanı alıp götürdü. Onun için bu bayramın adı “Sosyal Mesafeli Kara Bayram” olarak tarihe geçecektir.
      Ülkemiz bu mücadelede başarılı bir performans sergilemiştir. Şimdi sırada bu belanın açtığı yaraları sarıp sarmalamak var.
      Bayramınız Kutlu Olsun…

DURUM 2020 HAZİRAN, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


2020 HAZİRAN
    DURUM
      Değerli Okuyucularımız,
      Bu sayıda Gazetemizin yayın politikası ve ilkeleri  konusunda  sizi bilgilendirmek istiyoruz.
      Bilindiği gibi Ahlat Gazetesi, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın yayın organıdır.
      Bu misyonumuzla yarı resmi bir sorumluluğun bilinci içinde hareket etmek durumundayız.
      Bu nedenle yayın politikamızda ne kimsenin yanında olmak, ne de karşı olmak gibi bir yaklaşımımızın olmadığını ve olamayacağını belirtmek isteriz.
      Zaman zaman  ülkemizin genel politikasına uygun olmayan, toplumda derin ayrışmalara yol açabilecek, çeşitli tartışma ve sürtüşmelere neden olabilecek yazı, makale ve raporlar, yayımlanmak üzere bize gönderilmektedir.
      Elimizden geldiğince  bu tür  önerileri ve istekleri Gazetemiz sayfalarına taşımıyoruz.
      Bu bakımdan gerekli duyarlılığın gösterilmesini diliyor, anlayışınız için  teşekkürlerimizi sunuyor, esenlikler diliyoruz…
      Saygıyla…

NİOBE VE MANİSA TARZANI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


NİOBE VE MANİSA TARZANI
 Mazlum Yegül, Ahlat’ın efsanevi Kaymakamı, Cumhuriyetin kuruluşunun ardından baştan aşağı yeniden inşa edilen Anadolu’nun her yöresinde olduğu gibi, Ahlat’ın virane halini, modern bir yapıya kavuşturmak için kolları sıvamıştı.
Niobe Ağlayan Kaya
      Ahlat’ı  modern bir kent olarak yeni baştan inşa ettirmiş,  adının,  Ahlat’ın en önemli caddesine verilmesini gerçekleştirerek ölümsüzleştirmişti.
      Buradaki görevini başarı ile tamamladıktan sonra daha üst makamlara atanmış,  Ahlat Kaymakamlığına da Kenan Aybek adında genç bir kaymakam atanmış atanmış, Mazlum Yegül’ün tamamlayamadığı işleri büyük bir çabayla tamamlamaya çalışıyordu.
      Caddeler, sokaklar tamamlanmış, kent parkı ve meydanı inşa ediliyordu. Park için Yamlar mevkiinden getirilen doğal çimlerden çiçek tarhları yapılacaktı. Ahlat’ta bu işi yapabilecek bilgi birikimine sahip, deneyimli kimse yoktu.
      O dönemde, işlediği bir suçtan dolayı, aldığı hapis cezasını çektikten sonra, cezanın devamı olarak Ahlat’a sürgün olarak gönderilen  Manisalı Şevket adında biri vardı. Sürgün Şevket, her gün Polis Karakoluna giderek imza veriyor, sair zamanlarda ise çarşı içinde bir o yana bir bu yana gezip duruyordu.
      İşin ilginç yanı, Manisalı Sürgün Şevket, park ve bahçe işlerinden biraz anlıyordu. Bu durum, Kaymakam Kenan Aybek’in kulağına gitmişti. Kenan Aybek, Sürgün Şevket’i  Makamına çağırarak bu işin üstesinden gelip gelemeyeceğini sorduğunda, Şevket’in gözlerinde bir ışıltı meydana gelmişti.
      Çünkü Şevket, daha önce, Manisa’yı güllük gülistanlık haline getiren “Manisa Tarzanı”nın çıraklarından biriydi. Sıkıntıdan patlıyordu, hem kendine bir uğraş bulmuş olacak hem de az da olsa  cebine bir miktar para girecekti.
      Sürgün Şevket, dört elle işine sarıldı, gece gündüz çalıştı, çabaladı ve Ahlat Kent Parkını, çevredeki diğer tüm yerleşim merkezlerini kıskandıracak bir güzelliğe kavuşturdu. Parkın orta yerine de Van Gölü şeklinde fıskiyeli bir havuz yapıldı.
     
Manisa Tarzanı
Sürgün Şevket, çiçek tarhlarını yaparken davetsiz bir misafiri vardı. Karşısına geçer onu dakikalarca izlerdi. Şevket, işinden başını kaldırıp bakmazdı bile. Bu davetsiz misafir,  Şevketin çimleri nasıl kestiğini, nasıl yerleştirdiğini,  aletleri nasıl kullandığını, şakülünü, çekicini, ipini, malasını dikkatle izler, yorulduktan sonra çeker giderdi.
      Park,  tamamlanınca Ahlat halkının bir övünç kaynağı olmuştu adeta. Kaymakam Kenan Aybek ise yapmış olduğu bu hizmetten dolayı son derece mutluydu. Mutluluğunu aradan uzun yıllar geçtikten sonra Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevi yaptığı dönemde, Sürgün Şevket’in çalışmalarını izleyen davetsiz misafirine, yani bana büyük bir gururla anlatmıştı.
      Bana Ahlat’ı sordu, Kent Parkını sordu, merak ediyordu, acaba hala yerinde duruyor mu, yoksa yerine başka bir şey mi yapılmış?
      Dilimin döndüğünce, Kent Parkı’nın Ahlat için ne kadar önemli olduğunu, sadece Ahlat halkının değil, çevreden gelen pek çok insan için çok önemli bir dinlenme alanı olduğunu anlattım.
      Ahlatlılar olarak, bu kadar önemli bir alanı değerlendirip park haline getirmiş olmalarından dolayı kendilerine minnettar olduğumuzu anlattım.
      Uzun yıllar birlikte, aynı mekanda hizmet ettik. Ne büyük bir eksikliktir ki, günün koşulları gereği onu emeklilik döneminde aramak sormak ya da alıp Ahlat’a götürmek mümkün olamadı.
      Lise yıllarımda, ergenlik çağının da etkisiyle olacak, derslerle pek uyum içinde olamıyordum. Bu durum babamın da canını oldukça sıkıyor olmalıydı. Artık çekilmez olmuştu, bir çözüm arayışında başarılı olamamış,  çareyi evden kaçmakta bulmuştum.
      Gidebileceğim tek bir yer vardı, Manisa. Çünkü orada babamın teyzesinin oğlu Hasan Amca vardı. Hasan Amca’nın çocukluğu babamla birlikte, yokluk ve fakirlik içinde geçmiş. Babam çıkış yolunu Ahlat’ta bulmuşken, Hasan Amca da Manisa’da kendine bir meslek edinmişti.
      Dişçilik yapıyordu, işleri iyiydi,  üç çocuğu vardı. Hakkında anlatılanlardan etkilenmiş ve orada kendime bir çıkış yolu bulabileceğim hayaline kapılmıştım.
      Trene atladığım gibi, soluğu Manisa’da aldım. Bu benim evden ilk kaçışımdı. Daha sonraları bir kere daha kaçacağımı hayal bile edemezdim.
      Hasan Amca’nın oğlu Süleyman ile iyi anlaşıyorduk. Ahlat’ta görmek değil, hayal bile edemeyeceğim sosyal bir yaşamı vardı.  Süleyman’ın yaşı benden küçük ama arkadaşları, motosikleti, futbol maçları, olanakları, okuldaki başarısı ile  benim bir hayli üzerimde bir yaşam standardı vardı. Sonradan İstanbul Tıp Fakültesi sınavlarını kazanmıştı.
      Süleyman, bu olanakları ile beni de ihmal etmiyor, fırsat buldukça birçok şeyi benimle paylaşıyordu. Bu sayede, Manisa’yı,  Manisa Tarzanını, İzmir’i, İzmir Enternasyonal Fuarını görme fırsatını bulmuştum.
       Bir gün dedi ki, hadi Niobe’ye gidelim,  tabi ben Niobe’nin ne olduğunu bilmiyordum. Erkenden yola koyulduk. Motosikletinin arkasına oturdum, yeşillikler içinden, dar yollardan, çamların arasından yokuş yukarı bir hayli tırmandık, sonunda yüksekçe bir kayanın önünde durduk.
      Kayanın üzerinde bir ıslaklık göze çarpıyordu ve genel olarak şekli bir kadın başını andırıyordu. Bu
Yüzden bu kayaya “Ağlayan Kaya” deniyormuş.
      Süleyman, dili döndüğünce  bana anlatmaya  başladı, Yunan Mitolojisine ve efsaneye göre, Tantalos adlı yarı tanrının kızının adıymış Niobe. Çocukluğu bu yörede geçmiş. Daha sonra Kral Amphion ile evlenmiş ve yedisi kız, yedisi oğlan olmak üzere 14 çocuk dünyaya getirmiş.
      Niobe, bu kadar çok çocuğa sahip olduğu için kendisiyle pek gururlanırmış. Zamanla diğer kadınları küçümsemeye, çarşıda açıkça kendini övmeye başlamış “Hepinizden üstünüm ben” diyormuş, diğer kadınlara “hanginizin benim kadar çok çocuğu var? Analık konusunda Leto bile aşık atamaz benimle”. Leto adını duyan kadınlar korkuyla “aman sus Niobe”  diyorlarmış “Leto böyle konuştuğunu bir duyarsa”.
      “Duyarsa duysun” dermiş  Niobe bağıra bağıra.  Bunu duyan Leto, Niobe’nin çocuklarının öldürülmesi emrini vermiş.  Çocukları öldürülen Niobe, bu büyük acı karşısında o anda orada taş kesilmiş. Üzerindeki ıslaklık ise gözyaşları imiş.
      Bir başka gün, Süleyman Manisa Tarzanı’nın mekanı olan bir yere götürdü. Manisa Tarzanı sözü bir anda beni yıllar öncesine götürdü. Ahlat’ta Kent Parkının çiçek tarhlarını yapan Manisalı ve Manisa Tarzanı’nın çırağı olduğunu söyleyen Sürgün Şevket’i anımsadım.
      Hayalimde yer eden Manisa Tarzanı imajını ise Süleyman anlattıkları ile bambaşka bir yere oturttum.  O günlerde Tarzan’ın birkaç ay önce öldüğünü duyunca, onu görememenin hüznü kapladı içimi. Manisa’nın sembolü olan, çevreci kimliğiyle tanınan  ’Manisa Tarzanı’nın asıl adı  Ahmet Bedevi imiş. Manisa’da çevre bilinci ve duyarlılığının ışıklarını yakan, efsanevi yaşamı ile sadece Manisalıların değil tüm Türkiye’nin ilgisini çekmeyi başarmış bir doğa dostu.
Ahmet Bedevi
      Ahmet Bedevi,  nüfus kaydındaki adıyla Ahmeddin Carlak, 1899’da Bağdat’ta doğmuş.. Dağlarda yaşamaya başlamadan önce başarılı bir askermiş. Kurtuluş Savaşı’ndan önce Türk Ordusu’nda er olarak askerlik görevine başlamış.
      Ardından Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve 4,5 yıl boyunca savaşta gösterdiği başarı ve yararlılıklardan ötürü “Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası”na layık görülerek terhis olmuş ve yolu Manisa’ya düşmüş.
      Cumhuriyet ilan edilmesinden birkaç yıl sonra Manisa’ya yerleşmiş ve Spil Dağı’nda Topkale adıyla anılan dağlık yörede kendine bir kulübe yaparak yaşamını orada sürdürmeye başlamış.
      Kentin ağaçlandırılması için olağanüstü çaba harcamış. Çalışmaları, kişiliği ve yaşam tarzıyla çevrecilerin sembolü olmuş., Manisa’nın simgesi haline gelmiş.
      1924’ten sonra saçını ve sakalını kesmeyen, üzerine sadece bir şort giyen Bedevi, bu tarzıyla ve doğayla uyumlu yaşamı nedeniyle Tarzan’a benzetilmiş ve ’Manisa Tarzanı’ olarak anılmaya başlanmış.
      Benim Manisa’ya gidişim 1964 yılıydı. Ahmet Bedevi,  birkaç ay evvel 1963 yılında yaşamını yitirmişti.
      Kent meydanının bir köşesinde güzelce bir mekanın  önündeydik. Süleyman buranın Manisa Turizm Müdürlüğü olduğunu söyledi.  Her tarafı Manisa Tarzanı’nın resimleri ile donatılmıştı.
O günlerdeki ben
      Ölümünün ardından hiçbir şeye dokunulmamış her şey olduğu gibi duruyordu. Belli ki ilgililer Tarzan’ın ölümünün ardından nasıl hareket edecekleri konusunda henüz bir karara varmış değillerdi. Bir süre sonra basında Manisa Tarzanı’nın bir heykelinin  yapılacağı haberleri yer almaya başlamıştı. Daha sonraları yapılıp parklardan birine yerleştirildi. Bu arada Manisalılar Tarzan için bir kütüphane, ya da bir kültür merkezi açarlar diye umut ediyordum, ancak sadece onun kulübesinin bir benzerini yapmışlardı.
      Süleyman’ın sosyal bir çevresi vardı, hafta sonları arkadaşları ile futbol maçları yapıyorlardı. Beni de davet etti ve takımda futbol oynamamı istedi. Ne var ki benim futbolla uzak yakın hiç alakam yoktu. Ben kenarda bekledim, maç bitti, motosiklete binip eve döndük.
      Biz, daha  kapıya adımımızı atmadan evin kapısı usulca açıldı, Hasan amca motosikletin sesini duymuş ve kapıya gelmişti. Bu durumdan ben bir anormalliğin olduğunu  izlenimi edindim. İçeri girdik, oturma odasına geçtik baş köşede babamı sakin bir halde oturuyor vaziyette gördüm. 
      Şok olmuştum, ne çabuk beni buldu diye. Hem buraya geldiğimi nereden bildi, bir türlü inanamıyordum. Yollara düşmüş, araya araya gelip beni bulmuştu.
      Babamın elini öpüp hoş geldin dedim, süt dökmüş kedi gibi bir kenara kıvrıldım.  Buz gibi hava evi sarıp sarmaladı. Hasan Amca, görmüş geçirmiş birisiydi, benim bu ezik halimi görünce, dayanamamış, bana ilgi göstermeye başlamış, çok geçmeden evdeki soğuk havayı gidermeyi başarmıştı.
      Birkaç gün kaldı babam, birlikte Manisa’yı gezdik, artık yavaş yavaş geriye dönüşün  zamanı geliyordu. Manisa garından trene bindik,. Hasan Amca ve ailesi bizi uğurlamaya  geldiler. Hüzünlü bir ayrılıktan sonra  Ahlat’a döndük.
      Bu evden kaçış, o yıl eğitimimi aynı sınıfta geçirmeme neden olmuş, hiç kuşkusuz ufkumu açmış, bilgi dağarcığımı bir hayli zenginleştirmişti.

7 Mayıs 2020 Perşembe

TÜRK DOKTORLARI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

TÜRK DOKTORLARI
AKIL VE BİLİMLE GÖZLE GÖRÜLMEYEN DÜŞMANI YENMEYİ BAŞARDILAR…
Başarılı Bakanımız Fahrettin Koca
  Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Beni Türk Doktorlarına Emanet Ediniz” demişti. Cumhuriyet değerleri kapsamında yetişen Türk Bilim İnsanı, doktorlarımız, Atatürk’ün bu değerlendirmesini ne kadar hak ettiklerini kanıtladılar.
      Bu başarının en büyük nedeni, alanlarında önemli başarılara imza atan  seçkin Türk Akademisyen ve  Bilim İnsanlarımızdan oluşan “Bilim Kurulu”nun teşkil edilmesi olmuştur. Başka bir deyişle bu  başarılı sonuca, Sağlık Bakanımız Sayın Dr. Fahrettin Koca’nın sergilediği  üstün   “Kriz Yönetimi Stratejisi”nin bilim ve akılla bir araya getirilmesiyle ulaşılmıştır.
      Elde edilen bu başarıya, alınan önlemlere ve uygulamalara bilinçli Türk toplumunun  harfiyen uyum sağladığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz.  Zira, Ulus olarak zor zamanlarda birlik ve beraberlik içinde  olmayı gerektiren bir kültürden geliyoruz.
      Bu sürecin bundan sonraki aşamalarında, şimdiye kadar gösterdiğimiz kararlılık ve duyarlılığın hiç gevşetilmeden ve aksatılmadan devam ettirilmesi gerekmektedir.
      Ülke olarak bu krizi fırsata çevirmeliyiz. Gücümüzü, kapasitemizi gözden geçirme ve eksiklerimizi tamamlama yoluna gitmeliyiz.
          Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur…    

MAYIS 2020 DURUM, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


     DURUM
      Değerli Okuyucularımız,
    Zaman zaman medyada yer alan haberlere göre, Ülkemizin Avrupa’da en çok telefon kullanan bir toplum olduğu dile getirilmektedir.
  Ben de dahil olmak üzere toplumumuzun bu telefon çılgınlığı, geniş kitleler tarafından  yadırganıyordu.
     Ne zaman ki bu Korona Virüsü bizi evlerimize hapsetti, işte o zaman bilişim çağının akıllı telefonları hepimiz için psikolojik bir tedavi aracı gibi algılanmaya başlandı.
     Bu stresli dönemde can ciğer olduk akıllı telefon, tablet ve bilgisayarlarımızla.
    Böyle bir teknolojiyle tanışık olmasaydık eğer, çocuklarımız derslerini nasıl yapacaklardı, yöneticilerimiz toplantılarını nasıl gerçekleştireceklerdi. Evlerinde mahsur kalan insanlar, streslerini nasıl atacaklardı?
    Atalarımız ne güzel söylemişler, “Allah bir dert verince, dermanını da beraberinde verirmiş:”
      Her olaydan bir ders çıkarmalıyız. Mümkün olduğunca abartıya kaçmadan…
      Saygıyla…

MİLANO, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


MİLANO
Milano Kent Meydanı
    Milano, kuzey İtalya'nın  Lombardiya bölgesinde bulunmaktadır. Bir milyonu aşkın nüfusuyla Roma’dan sonra İtalya’nın ikinci büyük kentidir.
      İsviçre’de bulunduğum dönemde, bir gün arkadaşım Süleyman Kedicioğlu ile birlikte şehiriçi otobüslerden birine binerek Fransa’nın İsviçre sınırına yakın bir yerleşim merkezine gittik.
      Sınırı geçerken, bir sorun yaşayabilir miyiz diye biraz endişeliydik ama, endişeyi gerektirecek bir durumla karşılaşmadık. Sınır kapısındaki görevli, pasaportlarımızı kontrol etti, biz böylece Fransız topraklarına geçmiş olduk.
      Otobüsün son durağı olan yerde inip meraklı gözlerle çevreyi incelemeye başladık. Burasının bir alışveriş merkezi olduğunu anlamak zor değildi. Küçük ama şirin dükkanlarla doluydu.
   Bunların tamamına yakını parfüm, makyaj malzemeleri, giysi gibi ürünler satıyorlardı. Yakınlarımıza birer küçük armağan aldıktan sonra, çevreyi gezdik, bir yerde karnımızı doyurduktan sonra gene aynı şekilde  otobüse binerek Cenevre’ye döndük.
       Bu sefer programımızda Milano vardı, birkaç gün sonra  biletlerimizi alarak  Cenevre’den trene bindik.  Yeşillikler içinden, tadına doyamadığımız manzaraları seyrederek 3 saatlik bir yolculukla  Milano garında trenden indik.  İsviçre Frankı  burada geçmediği için ilk işimiz İtalyan Lireti almak oldu. İtalya’da enflasyonun çok yüksek olduğunu bildiğimiz için ne kadar Liret almamız gerektiği konusunda tereddüt ediyorduk.
      Yüz İsviçre Frankını döviz bürosundaki görevliye uzattım. Paranın gerçek mi, sahte mi diye  kontrol ettikten sonra, bana karşılığı İtalyan Lireti olan banknotları saymaya başladı. Kocaman bir deste, eskimiş, yıpranmış kirli parayı önüme koydu. Bu kadar parayı görünce, herhalde birkaç gün bize yeter diye düşünmeye başladık.
      Hemen yakınımızda  dondurma satan bir yer gördük, İtalyan dondurmalarının ününü biliyorduk. Buradan birer dondurma alalım böylece paranın alım gücü hakkında bir fikrimiz olur diye düşünerek satıcıdan birer dondurma istedik.  Dondurma ücretinin ne kadar olduğunu   Fransızca sordum. Satıcı  konuşmamı anlamadı, bir kağıda 1750 yazarak bize uzattı.  100 İsviçre Frankı karşılığında aldığımız 3.500 Liretin yarısını bir dondurmaya verince, İtalya’nın ne kadar pahalı,   yüksek enflasyonun ne demek olduğunu anlamış olduk.
      Yeniden  soluğu dövizcinin karşısında  aldık ve bu kez  500’er İsviçre Frankı vererek Liret alıp, Kent merkezine gitmek üzere bir otobüse bindik.
      Otobüste, dört yolcu vardı, arka sıralarda bir erkek öğrenci, ortalarda iki genç bayan ve önlerde de, üstü başı pek iyi görünmeyen ama saçları briyantinli orta yaşta bir adam ayakta duruyordu.
      Otobüs hareket ettikten sonra, bu adam  orta sırada oturan iki bayana çeşitli hareketler yapmaya başladı. Bunu görünce ben ve Süleyman dikkatle adamı izlemeye başladık.  Bir tiyatro sahnesi seyreder gibi adam artistik gösteriler yapıyordu.  Eğiliyor. Bükülüyor, oturuyor kalkıyor, kendini yardan yere atıyor, karşısındaki kızların dikkatini çekmek için  yırtınıyordu. Ama olmuyor. Adam bu hareketleri yapa dursun, bayanlar öyle koyu bir sohbete dalmışlar ki olup bitenleri fark etmiyorlar bile. Ya da görmezlikten geliyor, veya ciddiyetten uzak buldukları için muhatap olmamaya çabalıyorlardı.
      Ben ve Süleyman kendi ülkemizde böyle hareketlere fazla  rastlamadığımız için dikkatimizi çekmişti, acaba İtalya’da hep böyle midir diye düşünmeden de edemedik. İtalyan erkeklerinin çapkın olduklarını biliyorduk ama bu kadarını da beklemiyorduk.
     
Duomo Katedrali
Bir süre sonra otobüs  Milano’nun  merkezi olan meydana yakın bir yerde bizi  indirdi. Cenevre gibi sakin, temiz, güzel bir kentten sonra Milano’da,  ancak İstanbul’da gördüğümüz, büyük bir kalabalık, hareketlilik, canlılık, itiş kakış, gürültü, patırtı, siren sesleri, ambulans sesleri ile karşılayınca bayağı şaşırdık. Sanki İstanbul Sirkeci Meydanındayız, burnuma  deniz ve balık kokuları geliyor, ama burada denizin olmadığını biliyorum.
      Meydanın ortasında Taksim Meydanı benzeri büyükçe bir heykel, çevresinde oturma yerleri, seyyar satıcılar, ortada güvercinler, güvercinlere yem veren insanlar, güvercinlerin arasında yapay bir güvercin de onlarla birlikte uçuyor.
       Dikkatle izliyorum, kenarda oturmuş bir adam, yanı başında duran yapay güvercinlerden birini eline alıp zembereğini kurup havaya fırlatıyor. Havaya fırlayan yapay güvercin, canlı güvercinler gibi kanat çırparak uçuyor. Elli metre kadar uçup yere düşen güvercini takip eden bir genç onu yerden alıp,  uçuran adama götürüyor.
     Satıcının  yanına yaklaştım, farkettirmeden dikkatle izleyerek nasıl uçurduğunu öğrenmeye çalıştım. Çok hoşuma gitti, hemen bir tane satın aldım. Biraz pahalıydı ama almaya değer buldum.
     Meydan’da şaşkın şaşkın sağa sola bakınınca, birden karşımızda muhteşem bir tarihi eser beliriyor, şaşkınlık ve hayranlıkla oraya doğru yürüyoruz.
Burasının Milano’da görülmesi gereken yerler arasında ilk sırada olan ve kesinlikle şehrin en önemli yapısı olan Duomo Katedrali olduğunu öğreniyoruz.  Tarihi eserler açısından oldukça zengin bir ülkeden geldiğimiz için, ister istemez kendi ülkemizdeki tarihi eserler ile bir kıyaslama yapma durumunda kalıyoruz.
    Katedralin önünde bulunan tanıtım bilgilerinden Duamo Katedralinin 1965 yılında ziyarete açıldığını öğreniyoruz.   Eşsiz bir mimari tarza sahip olması ve duvarlarında değerli sanat eseri niteliği taşıyan pek çok heykeli hayranlıkla izliyoruz.
      Dünya Kültür Mirası Listesi’nin üst sıralarında kendine yer bulan bu muhteşem eserin karşısına geçip, bu güzelliği hayranlıkla izliyoruz. Bunu seyrederken  bir tarih hazinesi olan kendi ülkemin muhteşem eserleri, bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor.
       Ahlat’ın yetiştirdiği dünya ölçeğinde ünlü  mimar Hürrem Şah’ın eseri Divriği Ulu Cami geliyor gözlerimin önüne, Ahlat’taki Selçuklu eserleri, kümbetler, dünyanın en büyük İslam mezarlığı, çocukluğumun içinde geçtiği Erzen Hatun Kümbeti geliyor.   Dünyaca ünlü mimarımız Mimar Sinan’ın eseri Selimiye Camii,  Süleymaniye Camii, Topkapı Sarayı, Çırağan Sarayı gibi daha pek çok muhteşem eser dizi dizi geçiyor gözümün önünden.
      Bitlis’teki Küfrevi Türbesi’nin, dönemin Padişahı Sultan Abdülhamit tarafından İtalyan mimar Alberto’ya yaptırıldığını anımsıyorum. Böylece, sanatta ve mimaride İtalyan etkisinin İstanbul ile sınırlı kalmayıp, Anadolu’ya da yayıldığını düşünüyorum..
    Osmanlı döneminde İstanbul’da yaptırılan pek çok eserde İtalyan mimarlarının imzalarının olduğunu,  Büyük kumandan Fatih Sultan Mehmet’in  ünlü İtalyan ressam Bellini’ye portresini yaptırdığını anımsadım. Türk mimarisinin ve başta resim olmak üzere sanatının İtalyan sanatından büyük ölçüde etkilendiği gerçeği ile yüzleştim.
      Katedral,  oldukça geniş bir alanı kaplıyor,  Avrupa'daki en büyük dördüncü katedral olduğunu,  1300’lü yıllarda başlanan yapımının yaklaşık olarak 500 yıl kadar sürdüğünü öğreniyoruz. Bu  muhteşem tarihi eserin UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer almış olduğunu öğreniyoruz. Bu kadar güzel ve tarihi önemi büyük bir eseri görmüş olmanın mutluluğu ile çevredeki diğer güzelliklere yöneliyoruz.
      Duamo Katedralinin  hemen yakınında bulunan bir başka tarihi bina dikkatimizi çekiyor, oraya doğru yöneliyoruz İçeriye girer girmez camla kaplı  olabildiğince yüksek tavan şaşkınlığınızı artırıyor.
     Her yanı ince bir zevk, estetik ve sanatla bezenmiş  lüks mağazalar, kafeler, lokantalar tıklım tıklım insanlarla dolup taşıyor. Burasının dünyanın en büyük ve  en eski alışveriş merkezlerinden biri olan Galleria Vittorio Emanuele II  olduğunu öğreniyoruz. Buraya kadar gelmişken oturup bir şeyler atıştırmadan, bu güzelliğin tadına varmadan ayrılmak istemiyoruz.
      Burada ilginç atmosferi meraklı gözlerle dikkatle izleyip, biraz dinlendikten sonra Milano’yu keşfe kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Galleria Vittorio Emanuele II 
      Bu kez önceliğimiz, ben ve yol arkadaşımın Süleyman’ın ilgimizi fazlasıyla çeken moda ve giyim mağazalarıydı. Mağaza vitrinlerini izleyip bütçemize uygun  giysiler almak istiyorduk. Ne var ki, vitrinlerde gördüğümüz etiketler dudaklarımızı uçuklatacak düzeydeydi. Ne ben ne de ekonomik olanakları bana göre çok daha iyi olan arkadaşım Süleyman hiçbir şey alamadık.
     Vitrin gezmekten iyice yorulmuştuk, ben artık yürüyemez olmuştum. Süleyman ise bir türlü tatmin olmuyordu gezmeye devam edelim istiyordu. O zaman ben meydanda biraz dinleneyim, sen de çok uzaklara gitmeden biraz vitrinleri gez ve biraz sonra meydanda buluşalım dedim, anlaştık.
      Meydandaki banklardan birine oturdum, çevreyi izlemeye başladım, çevremde fotoğrafçılar cirit atıyordu, yaklaşıp fotoğraf çekmek istediklerini belirtiyorlardı. Bunların içinde de dolandırıcıların olabileceği hakkında bilgilendirilmiştik.
      Fakat içlerinden biri dikkatimi çekti. İnce, oldukça ince, iskelet gibi ince, zürafa gibi uzun bir fotoğrafçı, fotoğraf makinesi de çok farklı biri bana yaklaştı, illa fotoğrafını çekeceğim diye dayatmaya başladı. Bunda bir ayrıcalık olduğu dikkatimi çekiyordu, yarım yamalak bir şeyler sorduğumda, ağzından  Türkçe bir sözcük kaçırdı.  Türkçe konuşunca, Türk olduğunu, yıllardır Milano’da yaşadığını anlattı. Bir Türk ile karşılaşmak güzeldi.
      Milano’daki zamanımız kısıtlıydı, geceyi bir otelde geçirecek, ertesi gün tekrar trenle Cenevre’ye dönecektik. Bu nedenle buradaki zamanımızı mümkün olduğunca iyi değerlendirmek istiyorduk.
    Milano’nun gece yaşamının çok renkli olduğuna dair yarım yamalak bilgilerimiz vardı. Belki bütçemize uygun bir eğlence yerine gidebiliriz diye düşünmeye başladık. Akşam saatlerinde cadde ve sokaklarda dolaşırken, ışıl ışıl parıldayan mekanlar dikkatimizi çekti. Birkaç tanesine yaklaşıp yakından incelediğimizde bu mekanların  Milano’nun ünlü eğlence mekanlarının olduğunu gördük.
   Öylesine gösterişli mekanlardı ki bunlar, bize çok pahalıya mal olacağı ayan beyan görülebiliyordu. Buna bir de yabancı oluşumuzdan dolayı uğrayabileceğimiz kazıklanma riski eklenince bu hevesimizden de vazgeçerek başka alanlara yöneldik. Biraz dolaştıktan sonra otele döndük, yorgunluktan kendimizi yatağa atıp uyuduk.
      Ertesi gün, otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra trenle Cenevre’ye doğru yola koyulduk.