16 Temmuz 2021 Cuma

ALPARSLAN ATATÜRK AHLAT

 

ALPARSLAN  AHLAT

ATATÜRK ANADOLU

 

      Tanrı, Kainatı yaratırken  bazı gezegenlere özenmiş olmalı, örneğin dünyayı, 


başta insanlık alemi olmak üzere canlıların hizmetine tahsis etmiş.  Dünya’nın coğrafik yapısına da özen göstermiş, bazı bölgeleri dağlık, kayalık, bazı bölgeleri ise cennetten bir parça olarak tasarlamış. Acaba önce uhrevi dünyayı yaratmış, daha sonra mı dünyayı yaratmaya karar vermiş diye insanın aklına takılmıyor değil.

      Belki de Adem ile Hava’yı Cennet’ten kovunca, onlar evsiz barksız, dımdızlak ortada kalmasınlar diye mi? Adem ile Havva, Cennet’ten gelirken bazı güzellikleri de beraberlerinde getirdikleri için mi, dünyanın bazı yerleri Cennet’ten bir parça gibi güzel?

      Bu güzelliklerden biri de Anadolu değil mi? Uygarlığın  ilk izlerinin Anadolu’da görülmesi bunun bir belirtisi olamaz mı? Adem ile Havva’nın ilk geldikleri dünya parçasının Anadolu olma olasılığını da göz ardı etmemek gerek.

      Nuh’un gemisini Anadolu’nun taşkın sellerinde yüzdürüp, Ağrı Dağı’nın tepesine kondurduğu tesadüf olmasa gerek. Anadolu işte bu yüzden  tarif edilemeyecek  kadar güzel, bu yüzden herkesin gözünü kamaştıran bir sevgili. Kimi düşünürler, şairler yazarlar, bilim insanları  boşuna mı Anadolu için bu güzellemeleri dizelere getirmişler.

      Dikkat etmek lazım!...

      Ne İskender takmışım ben.

      Ne şah. Ne sultan.

      Anadolu’yum ben.

      Tanıyor musun?

      Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

      Ve de uyarına gelirse.

      Tepemde bir çınar olursa.

      Taş maş da istemez hani.”

      Ben ömrümün sonuna kadar Anadolu’yu dinleyeceğim ve onun sesini dinletmeye çalışacağım.

      Tanrım siz şu Anadolu’yu çocukluk günlerinizde mi yarattınız?

      Bir mezarın doğurduğu iştahlı bir çocuktur Anadolu

      İçimde bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var.

      Saat beşe beş var.

      Dağlar aydınlanıyor.

      Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

      Gün ağardı ağaracak.

      Kokusu tütmeğe başladı:

      Anadolu toprağı uyanıyor.

      Analar bir Anadolu’dur baştan sona.

      Yanar kül olur. Yandığını söylemez

      Uzat saçlarını Frigya, yarimsen, yurdumsan; söz ver Anadolu.

      Sevdam türkülere benzer, anama benzer. Anadolu’ma benzer, bereketli, katıksız.

      Anadolu bu kadar güzel ve değerli iken Türkler Anadolu’ya tepeden paraşütle inmediler, büyük mücadeleler verdiler, Anadolu toprağını kanlarıyla suladılar. O yüzdendir Anadolu Türkler için kutsaldır.

     
Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Büyük Türk Kumandanı Alparslan, Anadolu’yu Türkler’den almak için leş kargaları gibi üstüne çökenleri çil yavrusu gibi dağıtarak Anadolu’yu ilelebet Türk Yurdu yapan ise Atatürk’tür.

      Ne ilginçtir,  26 Ağustos 1071 Türklerin Anadolu’ya Ahlat’tan, Büyük Komutan Alparslan’ın stratejik dehası sonucu girdiği tarih iken,  bir başka 26 Ağustos 1922 ise Anadolu’dan asla çıkmayacağımızın  ve Anadolu’nun Türklerin ilelebet vatanı olduğunun Atatürk’ün stratejik dehasının sonucu tescil edildiği tarihtir. İkisi de 26, ikisi de Ağustos, bu bir tesadüf müdür acaba?

      Önce 26 Ağustos 1071 tarihinin stratejik konjonktürüne bir göz atacak atalım.

Büyük Selçuklu kumandanı Alparslan,  Anadolu’nun kapılarını Türklere açma hayali ile çözüm arayışı içindeyken, incelemelerde bulunmak amacıyla  Diyarbakır ve Bitlis yolu ile Ahlat’a geldiğinde içini bir ferahlığın kapladığını hissetmişti. Ahlat’ın muhteşem güzelliği karşısındaki hayranlığını dile getirmiş ve Ahlat’ı kendisine karargah olarak seçtiğini belirtmişti.

      Selçukluların kuruluş tarihi olarak tarihe geçen 1055 tarihini takip eden yıllarda dönemin Muş Valisi ile anlaşan Selçuklu ordusu Ahlat’ı Bizanslıların elinden almayı başarmış ve kentin başına da  Türk olan Gümüştekin getirilmişti.

      Bir süre sonra Ahlat’ta başlayan bir iç müdahale sonunda Afşin adlı bir kumandan Gümüştekin’i öldürerek Beyliğin başına geçmişti.  Daha sonraları  iç karışıklıklar devam etmiş, Afşin’in yerine  Ahmet Şah getirilmişti.

      Bu fetih sonrası Ahlat’ta  imar çalışmaları hızlandırılmış, bu nedenle kentin çehresi değişmişti.

      Alparslan Ahlat’a geldiğinde karşısında gerek doğal güzelliği, gerekse  mamur bir şehir bulması, hemen yanı başında ise Bizans yönetimi altındaki Malazgirt’e çok yakın bir mesafede bulunması,  kafasında tasarladığı büyük zafere ulaşmanın tılsımının burada olduğunu anlamıştı.

      Alparslan, ilk iş olarak bir önceki komutan Afşin’i  affederek yeniden Beyliğin başına getirmiş, daha sonra da isyan etmiş bulunan El Basan’ın üzerine göndermiştir.

      Alparslan Ahlat’taki düzeni sağladıktan sonra, Suriye ve Mısır seferlerine çıkmak üzere  Ahlat’tan ayrılmış.

      Bu sırada Bizans İmparatoru Romen Diogenes, Alparslan’a gönderdiği elçilerle, Ahlat, Erciş ve Malazgirt’in Bizans’a bırakılmasını istediğini bildirmiştir. Bu haberi alan Alparslan Mısır ve Suriye seferlerini erteleyerek, süratle Ahlat’a dönmüştür. Bu dönüşten haberdar olan Romen Diogenes, Tarkhaniones ve Ursel adlı  komutanlarını 1070 yılında Ahlat üzerine göndermeye karar vermiş.

      Bu harekatı haber alan Alparslan, deneyimli komutanlarından Sanduk Bey’i bu saldırıya karşı koymakla görevlendirmişti. Sanduk Bey, Bizans kuvvetlerini püskürtmekle kalmamış, ellerinde ne varsa alıp gerisin geriye postalamıştı.

      Sanduk Bey,  ele geçirdiği ganimetler arasında bulunan, Hristiyan alemi için önemli bir anlamı olan bir haçı, Halifeye sunulmak üzere o sırada Hamedan’da bulunan  Vezir Nazım-ül Mülk’e göndermişti.

      Bu sırada Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Ahlat’a gelmediğini zanneden İmparator Diogenes, Ermeni kumandanı Basil’in kumandasındaki bir kıta askeri  Ahlat üzerine yollamış ise de, bu kıta Selçuklu  güçleri tarafından tamamen ortadan kaldırılmıştı.

      Bu gelişmeleri İmparator Diogenes’e rapor edecek bir asker bile bulunamamıştı. Bu gelişmeler olası bir zaferin gelmekte olduğunu kanıtlayan ipuçlarıydı. Nitekim öyle olmuş, Alparslan 26 Ağustos 1071 Cuma günü, Ahlat’ın Sütey Yaylası mevkiinde  Cuma namazını kıldırmış, atının kuyruğunu kendi elleriyle bağlamı, şu konuşmayı yapmıştı.

      Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.

      Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum.

      Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya şehit olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip etsin.

      Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ancak ben de sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim.

      Beni takip edenler ve nefislerini ulu Allah'a adayanlardan şehit olanlar cennete, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır.”

      Bu inançlı, etkili, içten ve kutsal konuşma etkisini göstermiş, 26 Ağustos 1071 Cuma günü akşam saatlerinde koca Bizans İmparatorluğu’nun, mağrur Kumandanı elleri arkasında bağlı  olarak Büyük Türk Kumandanı Alparslan’ın huzuruna çıkarılmıştı.

      Büyük Kumandan, büyüklüğüne yakışır bir biçimde ilk olarak düşmanının ellerini çözdürmüş, onu öldürmeyeceğine dair güvence vermişti.

     


Böylece Anadolu’nun kapıları ardına kadar Türklere açılmıştı. Ahlat’a ise bu kutsal zaferde, bu kutsal Kumandan’a karargahlık, ev sahipliği yapmış olmanın gururunu taşımak düşmüştü.

      Zaferden çok değil bir yıl sonra 1072 yılında Alparslan’ın ölümü üzerine, Selçukluların başına Alparslan’ın Zafer öncesi konuşmasında belirttiği gibi, vasiyeti yerine getirilmiş Melikşah seçilmişti. O dönemde Ahlat’ın emiri ise Ahmet Şah idi. Onun da 1083 yılında ölümü üzerine Ahlat’ta iç karışıklar çıkmaya başlamıştı. İsmail Türki adlı bir kumandan bu başkaldırıları bastırmış, yeniden sükuneti sağlamayı başarmıştı.

      Bu başkaldırıların ardında Diyarbakır emirliğinde bulunan Mervanilere geçici olarak bağlanan Ahlat daha sonraları oraya bağlı bir emirlik haline getirildi. Ancak bu durum 1095 yılına kadar ancak devam edebildi. Çünkü  İsmail Türki, yeniden güç kazanmış ve Ahlat’ı  Mervanilerden geri alarak bağımsız bir beylik haline getirmişti.

      İsmail Türki ise, 1098 yılında vefat edince yerine oğlu I. Sökmen geçiyordu.  Bu gelişme Ahlat için yeni bir başlangıç demek oluyordu.

      I.Sökmen, babasının yolundan giderek, Ahlat’ın iç sorunlarını gidermeyi başarmıştı. Selçuklu Sultanı Melikşah‘ın ölümünden sonra    Devleti’nin içinde başlayan karışıklardan faydalanan I.Sökmen, Melikşah’ın oğlu  Mehmet Tapar ile bir araya gelerek başarılı işler yapmaya başlamışlardı.

      Suriye’deki Haçlılar’ın üzerine gönderilen I.Sökmen, burada hastalanarak Ahlat’a dönmek durumunda kaldı ve  1112 yılında burada öldü. Yerine küçük oğlu İbrahim Şah Ahlat Beyliği’nin başına geçti. Başa geçtiğinde kendisine karşı büyük kardeşleri isyan etmişlerdi, bunları saf dışı bıraktı.

      Böylece I.Sökmen’in başa gelmesiyle 1100  yılında  kurulan Ahlat Şahlar Beyliği, 1207 yılına kadar devam edecek,  Eyyubilerin ve daha sonra da Moğolların istilasından kurtulamayan Ahlat Beyliği tarihteki onurlu yerini alacaktı.

      Şimdi geliyoruz ikinci 26 Ağustos’a yani 26 Ağustos 1922 tarihine.

      O dönemin büyük Türk Kumandanı Mustafa Kemal, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları şu sözleri ile anlatmaya çalışıyordu.

      Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağış şartları olan bir ateşkes anlaşması imzalanmış.

      Dünya Savaşı’nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir bir durumda.

      Ulusu  ve ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar.

      Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta.

      Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak; yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.

      Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta…

      İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da.

      Adana ili, Fransızlar; Urfa, Maraş ve Antep, İngilizler tarafından işgal edilmiş.

      Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri: Merzifon Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor.

      Her tarafta, yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta.

      Sonuçta, konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.

     


Bundan başka, ülkenin her tarafında Hristiyanlar gizli, açık, özel istek ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak  ve devletin bir an önce çökmesi için çalışıyorlar.

      Daha sonra elde edilen sağlam bilgi ve belgelerle görüldü ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti illerde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla uğraşıyor.

      Yunan Kızılhaçı ve Resmi Muhacirin Komisyonu, Mavri Mira heyetinin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira heyeti tarafından yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını geçmiş gençler de içinde olmak üzere, her yerde kuruluşunu tamamlıyor.

      Ermeni Patniği Zaven Efendi de Mavri Mira heyetiyle fikir birliği içinde çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor.

      Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde oluşturulmuş ve İstanbul’daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor.

      Durumun dehşet ve korkunçluğu karşısında, her yerde, her beldede bir takım kişiler tarafından bu duruma karşı kurtuluş çeteleri düşünülmeye başlanmıştı.

      Bu düşünceyle yapılan girişimler, birtakım kuruluşlar doğurdu. Örneğin, Edirne ve çevresinde Trakya Paşaeli adıyla bir cemiyet vardı.

      Doğu’da Erzurum’da Elazığ’da genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti kurulmuştu.

      Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk adında bir cemiyet var olduğu gibi, İstanbul’da da Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti vardı.

      Bu cemiyet merkezinin gönderdiği delegelerle, Of ilçesiyle  Lazistan sancağında şubeler açılmıştı.


      İzmir’in işgal edileceğine dair Mayıs’ın 13’ünden beri açık belirtiler gören İzmir’deki bazı genç yurtseverler, ayın 14-15’inci gecesi, bu acı durum hakkında fikir alışverişinde bulunmuşlar ve oldubittiye getirildiğinde kuşku kalmayan  Yunan işgalinin  İzmir’in Yunanistan’a bağlanmasıyla sonuçlanmasına engel olmak esnasında birleşerek Redd-i İlhak ilkesini ortaya atmışlardır.

      Aynı gecede bu isteğin yaygınlaşmasını sağlamak için İzmir’de Yahudi Mezarlığına toplanabilen halk tarafından bir miting  yapılmışsa da, ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle bu girişimden beklentileri karşılayacak sonuç alınamamıştır.


      Ülke bu durumda iken alınacak en ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?

      İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

                YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM

      Mustafa Kemal, bu zafere hazırlanırken şöyle diyordu; “Bağımsızlığa ulaşıncaya değin, bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma kutsal inançlarım adına and içtim. Artık ben Anadolu’dan hiçbir yere gidemem.”  Hem bağımsızlığın hem de  Tanrı’nın özenle yarattığı Anadolu’nun önemini tüm içtenliğiyle gözler önüne sermişti.

     


Mustafa Kemal, kazanılan bu başarıda büyük destek ve katkısı olan Türk Kadını için de şöyle diyordu; “Dünyada hiçbir milletin kadını  milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez.”

      Evet. Tam da öyle olmuş, bu ağır koşullar karşısında, kadınıyla, erkeğiyle,  yaşlısıyla genciyle bir bütün olan Türk Ulusu, dahi bir komutan, tıpkı Alparslan gibi yüksek bir savaş stratejisi yeteneği ile arkasına aldığı Türk Ulusu ile yola çıkmış, 26 Ağustos 1922 tarihinde Başkumandanlık Meydan Muharebesini kazanarak, bu büyük zaferle,  düşmanları birer birer vatandan kovmuş, tüm Dünya ülkelerinin  hayranlığını kazanıp sonrasında da  29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuştur.