22 Aralık 2020 Salı

CELAL USTA, MAŞALLAH, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

CELAL USTA, MAŞALLAH!..

Celal Usta ve Pamuk Hanım
  Üç sözcükten oluşan başlıktaki bu ifade, Selçuklu Rönesansı’nın yaşandığı Tarihi Ahlat Kenti’nde yaşamını sürdüren bir taş ustasının, büyük emekler sonucu ortaya çıkardığı, taş yapı eserlerinin  ressamlar gibi altına değil de, tam alnının çatısına  attığı imzadan başka bir şey değildi…           Asıl adı Celal Öztürk olan bu taş ustasına Ahlat halkının  uygun gördüğü lakap ise “Acem Celal” idi. Lakabından da anlaşıldığı gibi, Celal Usta, aslen Azeri kökenli olup, 1915 yılında yaşanan Türk-Ermeni çatışmaları nedeniyle  maruz kaldığı şiddet ve baskı sonucu zorunlu göçe mecbur edilen binlerce  Türk ve Müslüman “Muhacir” ailelerı gibi, Kafkasya’dan yola çıkıp vara vara Elazığ’a kadar gelebilen şanslı kişilerden biriydi.
Elazığ’da ne işi, ne aşı, ne de bir yoldaşı vardı, ama çaresiz de değildi,  gençliği, yeteneği, özgüveni, umutları ve hayalleri onu yüreklendiriyor, gelecek için umut vadediyordu. Çok sürmedi, günün koşullarına göre, ekonomik durumu iyice olan bir ailenin yanında iş bulmayı başarmıştı.  Çalışkanlığı, becerikliliği ile kısa sürede kendini kabul ettirmeyi becerdi.
      Her şey yolunda gidiyordu, artık eli para tutuyordu, huzurlu ve mutlu bir biçimde yaşamını sürdürüyordu. Bir gün hiç beklenmedik, şaşırtıcı bir gelişme oldu, Kafkasya’dan Anadolu’nun içlerine kadar düşmana teslim olmadan gelebilen Celal Usta, bir çift ela göze esir düşmüştü. O ela gözler, şöyle der gibiydi:
      Bir yolcu gözliyirem
       Bir gün gelecek
       Bir hayal kuriram
       Heç bitmeyecek…
      İşte o yolcu çıkıp gelmişti, taa Kafkasya’dan, adı Celal, bitmeyecek olan ise hayallerdi.
      Bir şirin gülüş vurdu meni en derinden
       Bakınca gamaşdı gözlerim gözelliğinden
       Sevirem sözü yıkdı meni derinden
       Bırak izimi ey peri, meni sevmeyeceksen.
Celal Usta ve Ailesi


      Esiri olduğu bu ela gözlü dilber, çalıştığı evin genç ve güzeller güzeli kızı Pamuk idi. Bu destansı aşk, dünyanın her yerinde milyonlar kere yaşananlar gibi “zengin kız, fakir oğlan” yaşanmışlıklarının, ne ilk ne de son olmayan yeni bir versiyonuydu.. Çoğunda olduğu gibi bu aşkta da aileyi ikna etmek kolay olmayacaktı. Nihayet aile ikna edilmiş, sevenler birbirlerine kavuşmuş ve  mutlu sona erişilmişti.

      İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur, örneğinde olduğu gibi, Celal ile Pamuk kanatlanıp uçmayı kafalarına koymuşlardı. Bu düşüncelerle Azerbaycan’a dönmenin, oraya yerleşmenin hayalleri ile dolup taşmaktaydılar. Edindikleri, o günün koşullarındaki en önemli ulaşım aracı olan bir at ile hayallerine, ideallerine erişmek üzere yola koyulurlar.
      Hacca gitmeye kalkışan karıncanın, sen bunu başaramazsın diyenlere verdiği  “gidemezsem hiç olmazsa bu yolda ölürüm” yanıtında olduğu gibi, iki sevdalı yürek, bir atın sırtında, tüm zorlukları göze almaktan çekinmezler…
      Kader’e bakınız ki yolları Ahlat’a düşer, burada birkaç gün mola verecekler, hem kendileri hem at dinlenecek, ama bir aksilik olur at hastalanır, çevredeki insanlardan yardım alırlar, atın iyileşmesi için dua ederler ne var ki at günden güne iyileşeceğine kötüleşir ve sonunda ölür.
      Bütün hayalleri suya düşmüştür, çok üzgündürler. Yeni bin at bulmak, kalınan yerden devam etmek, o günün koşullarında çok kolay olmasa gerek, çaresizdirler, Ahlat’ta kalmanın dışında bir seçeneklerinin olmadığının bilincinde olmalılar ki,  öyle yaparlar…
      Ahlat’ta mutludurlar, Celal Usta, ekmeğini taştan çıkararak yuvasını geçindirir. Bir  çocukları olur, mutlulukları fazla sürmez, çok geçmeden bir hastalık çocuklarını ellerinden alır, üzgün ama umutsuz değiller. Veren Allah bir başkasını da verir umuduyla teselli bulurlar. Ne acıdır ki, ikinci ve üçüncü çocukta aynı akibete uğrar.
      Yılmazlar, dördüncü çocukları olduğunda adını “Duran” koyarlar, kalsın yaşasın diye. Tanrı dileklerini kabul eder, Duran yaşar, ikincisinin adını ise “Dursun” koyarlar, Dursun  da bu dünyada durur ve yaşar. Acı ve hüzünlü  günler geride kalmıştır, mutludurlar artık.
      13. Yüzyılda, Kubbet-ül İslam unvanı ile taçlandırılan, 300.000 nüfusu ile o günün dünyasının en büyük beş kentinden biri olan Ahlat’ın nüfusu son dönemlerde 3.000’e kadar düşmüştü. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte yeni bir ruh ile yeniden küllerinden yaratılmaya çalışılıyordu.
      Dönemin Ahlat Kaymakamı Mazlum Yegül, çağdaş ve modern bir kent yaratmak için kolları sıvamış gece gündüz demeden çalışıyordu. Önce Ahlat’a iki büyük cadde açılmış biri Van Gölü’ne paralel, Tatvan-Adilcevaz  güzergahındı, diğeri ise bunu kesen Ahlat-Malazgirt ekseninde.

     Malazgirt Caddesi,  Ahlat kent parkının önünden başlayıp kuzeye doğru uzanıyor. Yaklaşık 1,5 kilometre mesafede 5 yol mevki var. Buraya beş yol denmesinin nedeni, kuşkusuz aşağıdan gelen yolun buruda beş yöne ayrılmasından kaynaklanmaktadır. Yollardan biri doğuya yönelerek Malazgirt istikametine, bir diğeri batıya dönerek Tatvan istikametine, geriye kalan iki yol ise, biri Celal Usta’nın evinin sağından  dönemin Belediye Başkanı Yusuf Özdemir’in evine doğru, diğeri ise Celal Ustanın evinin solundan dönemin Muhtarı Abdurrahman Akpolat’ın evine doğru gidiyor. Beş yolun en alımlı ve manzaralı yerinde ise Celal Usta’nın kendisi için yaptığı kutu gibi evi var.  Evin ne sağında ne de solunda başka bir ev yok. Evin tam önündeki ceviz ağacını ise, Fransız Rönesans ressamları manzarayı tamamlamak için  özenerek oraya yerleştirmiş, tabloyu tamamlamışlardı. Sanki.
      Celal Usta, yaptığı  evlerin üzerine öylesine kocaman bir imza atıyordu ki, kente dışarıdan gelenler çok uzak mesafelerden bu imzayı görüp, Celal Usta’nın eseri olduğunu kolaylıkla anlayabiliyorlardı.. Selçuklu sanatçıların imzalarını küçük boyutlu taşlara kazıyıp eserlerinin en az görülen bir köşesine “Kitabe” tanımlaması ile yerleştirirken, Celal Usta imzasını beyaz kireçle, kırmızı renkli “Ahlat Taşı”na nakşediyordu. Doğal olarak, acımasız doğa koşulları gereği bu imzalar, Selçuklu ustalarının ki gibi yüzyıllar boyu değil de on yıllar içinde doğanın acımasızlığına fazla direnç gösteremeden okunması mümkün olmayan bir görüntüye dönüşüyorlardı.
      Celal Usta’nın pek çok özelliğinden biri de sesinin çok güzel olmasıydı.  Yaptığı binaların üzerinde çalışırken, ezan vakti geldiğinde, hemen abdestini tazeleyip inşaatın üzerinden vakit ezanını okumayı alışkanlık haline getirmişti. Bu alışkanlığını, her yıl ramazan ayı boyunca evinin damından akşam ezanını okuyarak,  kent halkına iftar saatini bildirerek sürdürürdü.  Sesi çok  gürdü, mahallenin hemen her köşesinden duyulurdu. Ama onu zorlayan bir rakibinin olduğunu da söylemek gerek, o da Gardiyan İsmail idi. Gardiyan İsmail de kendi evinin damından ezan okurdu, kuşkusuz ikisi arasında bir rekabet söz konusuydu. Bu konuda benim görüşümün söz konusu olması halinde tercihimin Celal Usta’dan yana olacağını söyleyebilirim.
Celal Usta Ebedi İstirahatgahinda


      Babamın Ahiret Kardeşim dediği Hacıdervişin Mehmet, bir gün bize ziyarete gelmişti. Atını bahçedeki dut ağacının altına bağlamıştı. Atı orada görünce içimden ata binmek  isteği geldi. 12-13 yaşlarındaydım, boyum ata binmeye yetmiyordu, önce atın yularını açtım, sonrada dut ağacının dalına çıkarak oradan ata binmeyi becerdim. At bir türlü yerinden kımıldamaya yanaşmıyordu. Üzerinde tepinmeye başladım, at baktı çare yok, “eh günah benden gitti, sen arandın, sonucuna da katlanacaksın” dercesine yola doğru yürümeye başladı. Karşıdan Celal Usta’nın evi görünüyordu, bir süre o istikamette yürüdü, tam eve yaklaşıyorduk ki, at birden sola doğru bir dönüş yaparak yoldan çıkmaya başladı ve hızını da bir miktar artırdı. İyice hızlanınca işin sonunun kötü olacağı kanısına vardım ve paniğe kapılmaya başladım. Tam da Celal Usta’nın evinin yakınına gelmiştik, çığlığım çıktığı kadar bağırmaya başladım.
      Sesimi çevreye duyurabilmiş bir miktar rahatlamıştım. Sesimi duyan, Celal Usta’nın, yaşasın diye adını “Dursun” koyduğu oğlu, şimşek gibi evden fırlayıp bana doğru koşmaya başladı. Arkasından ağabeyi “Duran” da bana doğru koşarak geliyordu.  İkisi birden  atı durdurup beni  üzerinden sağ salım indirdiler ve götürüp  eve teslim ettiler. Minnettarım.
     
Tahsin Yaşar Öztürk İlhami Nalbantoğlu

Celal Usta’nın oğlu Tahsin ile aramızda bir yaş fark vardı,  o dönemde eğitim sisteminde var olan “Orta Okul” bitirme sınavlarına girecektik.  Komşularımızdan marangoz “Mecit Usta”nın boş bir evi vardı. Akşamları burada geç saatlere kadar ders çalışmak için izin almıştık. Tahsin, Necmi Aydoğan, Cengiz Çiroğlu, Erdoğan Uslu, Tuna Öktem ve ben  gaz lambası ışığında birlikte ders çalışıyorduk. Bir ara camda bir karaltı hissettik, camdan baktığımızda Celal Usta’nın büyük oğlu Duran bizi gözetliyordu.
      Ertesi gün bir açıklama gelir diye bekliyorduk ki o açıklama geldi ve aynen şöyleydi. “Ben sizin çalışıp çalışmadığınızı, kimin dersi kaynatmaya çalıştığını anlamak için kontrol ediyordum.” Toplu ders çalışmanın yararını görmüş, hepimiz mezun olmuştuk.
      Liseye ben Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde, Tahsin ise İstanbul Eyüp Lisesi’nde başlamıştı. Ertesi yıl ikimiz de eğitimimize Bitlis Lisesi’nde devam etmek durumunda kalmıştık. Bu yüzden ikimiz aynı evde birlikte yaşadık ve pek çok renkli anılarla dolu bir bagajımız var…
      Celal Usta ve Pambıh Eze’yi rahmetle ve minnetle anıyoruz… 

18 Aralık 2020 Cuma

DR. KASIM KÜFREVİ ÖLÜMÜNÜN 28. YILINDA ANILDI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

 DR. KASIM KÜFREVİ ÖLÜMÜNÜN 28. YILINDA ANILDI

Dr. Kasım KÜFREVİ
Ahlat Kültür Sanat Vakfı’nın 2020 Yılı içerisinde gerçekleştirilecek “Kültürel  Etkinlikler
Programı”
nı hazırlarken 4 Aralık 2020 Cuma gününü, Bitlis’in yetiştirdiği, ünü ülke sınırlarını aşmış önemli bir bilim ve siyaset insanımız Dr. Kasım KÜFREVİ’nin aramızdan ayrılışının 28. yılını bir anma programı olarak gerçekleştirmeyi  öngörüyorduk.
      Tüm dünyayı kasıp kavuran bir küresel salgının her türlü etkinliği engelleyebileceği kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu.
      2020  Yılı Mart ayı başlarından itibaren insanlık alemini eve hapseden, her türlü kültürel, sanatsal, sosyal, siyasal, ekonomik ve sportif etkinliğin gerçekleşmesini engelleyen küresel salgın, herkes gibi bize de bu programımızı  gerçekleştirme izin vermedi.
      İnsanoğlu, bu engellemeyi teknolojinin sağladığı olanakları da yanına alarak sanal etkinliklerle aşmaya başardı.
      Biz de herkes gibi bu etkinliğimizi video-konferans şeklinde sanal bir etkinlik olarak düzenlemek suretiyle sorumluluğumuzu yerine getirme çabası içinde olduk.
      Sınırlı sayıda, Dr. Kasım KÜFREVİ dostları, yakınları ve sevenlerinden oluşturulan bir çekirdek kadro ile sanal ortamda bir araya gelerek, anılarımızı, bilgilerimizi, düşüncelerimizi, öngörülerimizi paylaşma fırsatı bulduk.

      Bu etkinlik sırasında Dr. Kasım KÜFREVİ’nin fikir ve düşünceleri, görüşleri, çeşitli vesilelerle kamuoyuna yansıyan analizleri dile getirildi.
Küfrevi Türbesi
      Bunlar arasında en önemli başlıklardan biri kuşkusuz Dr. Kasım KÜFREVİ’nin Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili  bakış açısıydı.
      Şöyle diyordu:
      “Tarihçilerimiz çok kere Kuvay-ı Milliye’nin Batı Anadolu’dan başladığını yazarlar. Doğrusu Kuvay-ı Milliye’nin Doğu ve Güneydoğu’dan başladığıdır. Yine tarihçilerimize göre, Kuvay-ı Milliye ilkin Yunan ve İngiliz kuvvetlerine karşı verilmiştir. Doğrusu, bu mücadelenin Rus ve Ermenilere karşı verilerek başlatıldığıdır. Ayrıca Kuvay-ı Milliye zannedildiği gibi 1919’da değil, bu tarihten çok önce başlamıştır. Halkın organize olduğu, bazen düzenli ordunun yanında ve bazen de müstakilen düşmanla savaşan ilk Türk milisleri aşiret alaylarıdır. Ruhları bütün Kuvay-ı Milliye şehitleri ile birlikte şadolsun.
Kasım Küfrevi'nin
Ardından Kitabı
      Bu bölgede kurulmuş ve Kurtuluş Savaşı’na katılmış milis kuvvetleri, kadın kahramanlar, ikmal kuruluşları, Reddi-i İlhak Cemiyetleri, Erzurum ve Sivas kongrelerine sağlanılan destekler ayrı ayrı inceleme konularıdır. Bu incelemelerin sonucu, bugünkü Doğulu gençlerin ecdatları ile iftihar etmeleri neticesini ortaya çıkarır ki, bundan hiç şüphem yoktur. Hiçbir Doğulu aile, Kurtuluş Savaşı’ında, Batılı  aileden daha az şehit vermemiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu milletin tüm evlatlarının ortak eseridir. Bu eserin elde edilmesinde, din adamları Atatürk’e sürekli destek olmuşlardır.
      Atatürk, bazı kesimlerce iddia edildiği gibi din ve İslamiyet düşmanı değildir. Anadolu’nun birçok yerinde çıkan kargaşalar gibi Doğu’da da bazı reaksiyonel hareketler olmuş, bazı ailelerin yerleri değiştirilmiştir. Bu arada, biz de bir süre zorunlu iskana tabi olduk. Ancak, Atatürk’ün emri ile yeri değiştirilen ailenin ihtiyaçları salandı. Ayrıca, Atatürk’ün Doğu politikasında suhunet ve sevgi vardı. O dönemdeki yönetimde şiddetten yana olanlar başkaları idi.
      Atatürk’ün hilafet konusundaki tutumu da yanlış anlaşılmıştır. Onun tutumu, İslam alemi için çok lüzumlu idi. O dönemin şartlarını, İslam aleminin içerisinde bulunduğu  şartları iyi değerlendirmek gerekir.”
      Zor koşullarda gerçekleştirilen bu anma programının önümüzdeki yıllarda daha uygun koşullarda, daha geniş katılımla gerçekleştirilmesi umuduyla…

3 Aralık 2020 Perşembe

TAHSİN USTA, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

                            TAHSİN USTA

       “UNESCO’nun Yaşayan İnsani Değerler ödülüne sahip, 
Ahlat Abdurrahman Gazi Türbesi’nin mimarı Tahsin Kalender, 
26 Kasım 2020 tarihinde Ahlat’ta 92 yaşında vefat etmiştir.
 Cenazesi 27 Kasım 2020 tarihinde Ahlat’ta düzenlenen bir törenle kaldırılarak, ebedi istirahatgahına uğurlandı. 
Mekanı Cennet Olsun.” 
       “Bu Bir Ölüm İlanı” dır… Tahsin Usta’nın… 
     Tahsin Usta, benim küçük teyzem Bedriye Hanım’ın kocası. Annesi, kökleri Horasan’a kadar uzanan Kürüm Ailesi’nin kızı Rabia Hanım, babası Ahlat’ın kadim Kalender Ailesinin oğlu Şemsettin Kalender’dir. 
Tahsin Usta Sempozyumda

  Tahsin Usta, 1928 Yılında Ahlat’ta doğdu, ilk öğrenimini Ahlat Ergezen İlkokulu’nda tamamladı. Öğretmeni, Ahlat'ın Cumhuriyet döneminin efsane öğretmenlerinden Abdülcebbar Ersoy Bey’di. Tahsin Usta, okul ve öğretmen sevgisini bir şiirinde şöyle dile getirmişti. 
       “Muallim Abdülcebbar gelir derse, 
        Öğretir bize hesap ve hendese 
        Orta mektebe gidemedik Bitlis’e 
        Şarkta sadece Diyarbakır’da vardı lise” 
     Tahsin Usta, ailesinin ekonomik durumu nedeniyle çok sevdiği eğitimini tamamlayamadı. Küçük yaşta çiftçilik ve taş işçiliği ile uğraşarak, Ahlatta birçok cami, minare, kümbet ve okul yapmak suretiyle yaşamını kazanmaya başladı. İş yaşamı ile ilgili duygularını ise bir başka şiirinde şöyle dile getiriyordu. 
      
       “Taş duvarcı ustasıyım, elli yıl çalıştım 
       Çok meslektaşlar gördüm, çok dertlere alıştım 
       Ömrümü taşla geçirdim, taşla yarıştım
       Kireç, kum, çimento demedim, harca karıştım.”
 
      Tahsin Usta, Ahlat’taki Selçuklu eserlerinden esinlenerek, hiçbir eğitimi olmadığı halde, dönemin Ahlat Müftüsü Abdullah Ateş’in önerisi ile Abdurrahman Gazi Türbesini inşa etti. Bu başarısı ona “UNESCO Yaşayan İnsani Değerler Ödülü’ nü getirdi. Ahlat sevgisi ile dolup taşıyordu. Bir şiirinde ise bu sevgisini şöyle dile getirmişti. 
      “Kümbetleri, türbeleri, 
       Şekil şekil lahitleri 
       Alparslan’ın şehitleri 
       Yaşar Ahlat’ta Ahlat’ta…
   
    ”Ben, Ankara’da eğitimimi sürdürdüğüm dönemlerde arada bir ailemi görmek için Ahlat’ta giderdim. Her gittiğim günün akşamı Tahsin Usta ve eşi Bedriye Hanım Teyzem bize akşam oturmasına gelirlerdi. Bu gelişler sırasında Tahsin Usta ne eder, bir fırsatını bulur benimle özel sohbetler etmeye çalışırdı. Bu sohbetlerinde özellikle yeni gelişmeler konusunda bana çeşitli sorular sorarak yeni bilgiler edinme çabası gösterirdi. 
    Tahsin Usta, “Ahlat Halk Hekimliğinin Efsane İsmi Abdullah Nalbant Usta”nın genç bacanağı olarak ona büyük bir saygı duyuyordu. Onun bilgi ve deneyimlerinden yararlanmayı çok önemsiyordu. Bunun dışında mesleği ile ilgili olarak her türlü yardım ve desteği vermeye de oldukça özen gösteriyordu. 
Tahsin Usta Bir Toplantıda

   Abdullah Nalbant Usta’nın 1953 Yılında Ahlat’ta yaptırdığı, Ahlat’ın o günün koşullarında en modern evinin yapımında bizzat emek vererek çalışmıştı. Tüm bu nedenle aramızda daha ileri bir ilişki kurma, bilgi alışverişinde bulunma gayreti içinde olur, bana işi ile ilgili olarak yaptığı araştırmaların ve çalışmaların detaylarını anlatmaktan zevk alırdı. İlk dönemlerde mesleği ile ilgili olarak bana anlattığı, hatta krokisini çizip benimle paylaştığı mimari projelerini avam bulurken, son dönemlerde yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgi ve birikimlerini şaşkınlıkla ve hayranlıkla izler olmuştum. Kimi zaman ailenin diğer bireyleri kendi aralarındaki konuşmaları bir yana bırakıp bizim heyecanlı diyaloğumuzu dinlemeye bırakırlardı kendilerini. 
      90’lı yıllarla birlikte başlattığımız “Ahlat Kültür Haftası” etkinlikleri, Tahsin Usta ile olan ilişkimizi daha derin ve olgun bir evreye taşımıştı. Akademik etkinlikler başta olmak üzere, hiçbir programı kaçırmadı, hep yanımızda yer aldı. 
      Özellikle Akademisyen katılımcılarla olan bilgi alışverişi sayesinde mesleği ile ilgili ince ayrıntıları paylaşma fırsatını iyi bir biçimde değerlendirdi. Bu ilgisi nedeniyle Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı olarak biz de onu tüm etkinliklerimiz hakkında bilgilendirmeyi ihmal etmedik. 
     Çıkardığımız her yeni kitabı gönderdiğimiz ilk kişiler arasında ona yer vermeyi alışkanlık haline getirdik. Aylık olarak çıkardığımız “Ahlat Gazetesi”nin tüm sayılarını ona büyük bir titizlikle göndermeyi sağladık. Zaman zaman gazetemizde şiirlerinin yayınlanmasına özen gösterdik. Çoğunlukla “Ahlat Sevgisi” ile yoğunlaşmış bu şiirlerin hatırı sayılır bir okuyucu kitlesinin olduğunu bize gelen geri dönüş iletilerinden anlaşılıyordu. 
Tahsin Usta İlhami Nalbantoğlu 

      Tahsin Usta, yaşamının en elim olaylarından biri olan “Evlat acısı” gibi bir travmayı da, yüreğine taş basarak, acısını içine gömüp, olgun bir tavır sergilemişti. Tahsin Usta’nın 9 çocuğundan en büyüğü olan oğlu Zeki, parlak bir öğrenciydi, adı gibi zekiydi. 
      Çalışkanlığı sayesinde genç yaşta oklunu bitirmiş meslek sahibi olmuştu. Görevi gereği, atandığı Ege yöresinde çalışırken, tanıştığı bir genç kızla evlenerek yuva kurmuş, çoluk çocuğa karışmıştı. Zaman zaman tatil yörelerinde bir araya gelerek ailelerimizle birlikte güzel zamanlar geçiriyorduk. Elim bir trafik kazası sonucu, Zeki genç yaşta, ailesini, eşi ve çocuklarını, akrabalarını, sevenlerini, dostlarını, arkadaşlarını geride bırakarak aramızdan ayrılmıştı. 
Abdurrahman Gazi Kümbeti
     Zeki’nin bu zamansız ve genç yaşta kaybı, bir ana baba için dünyada yaşanabilecek en büyük acılardan biriydi. Tahsin Usta ve Bedriye Hanım Teyzem, bu büyük acı karşısında yıllar boyu kendilerine gelemediler. Tahsin Usta bu travmayı kendini verdiği işi ile haşır-neşir olmakla, Bedriye Hanım Teyzem ise kendini bağ ve bahçe işlerine adamak suretiyle yenmeyi başardılar…
     “Ahlat Kültür Merkezi” yeni açılmıştı, Bitlis Valiliği ve Bitlis Eren Üniversitesi Rektörlüğü tarafından ortaklaşa düzenlenen “Van Gölü Havzası Sempozyumu'nda “Ahlat Selçuklu Eserlerinde Form, Ritm, Estetik” konulu görsel sunumumu yapmak üzere kürsüye çıktığımda, tam karşımdaki koltukta oturan Tahsin Usta, öylesine büyük bir heyecanla ve coşkuyla gözlerini gözlerimin içine dikmişti ki, bu samimi ve içten yaklaşım karşısında ses tellerimin titremesini engellemem kolay olmadı, durumu yalancı bir öksürük ile geçiştirmeye çalıştım. 
      Bu ortamı görmesini çok arzu ettiğim babam Abdullah Nalbant Usta’nın yokluğunda Tahsin Usta’yı onun yerine koymak suretiyle bu özlemimi gidermeye çaba gösterdim. Bu, aynı zamanda Tahsin Ustayı en az Abdullah Nalbant Usta kadar sevdiğimin bir göstergesiydi… 
Tahsin Usta'nın Şiir Kitabı

      Tahsin Usta, yıllar sonra bir gün beni telefonla arayarak şiirlerini bir kitap haline getirmek gibi bir arzusunun olduğundan bahsedince, hiç tereddüt etmeden tüm şiirlerini derleyip, toplayıp bana göndermesini istedim. 
      Şiirler geldikten kısa bir süre sonra kitabın basımı gerçekleşti, kendisini telefonla arayarak kaç adet kitap istediğini sordum. Verdiği yanıt ilginçti, “Ben fazlasını ne yapacağım, 15-20 tane gönder yeter.” Ben, 500 adet “Tahsin Usta” adlı şiir kitabını Ahlat’a gönderdim, kitap, kısa sürede Tahsin Ustayı bile şaşırtacak bir ilgi ile kapışılınca, Tahsin Usta kitap isteyenlerin ısrarlarına dayanamayarak yeniden beni telefonla arayarak biraz daha kitap gönderip gönderemeyeceğini sordu. 
      Bunun üzerine kendisine 15-20 tane yeter dediğini hatırlatınca bu seferki yanıtı bir öncekinden daha da ilginç oldu. “Ben ne bileyim, her taraftan kitap istiyorlar!” Bu ifade, aslında Tahsin Usta gibi bir insanın erdeminin ve mütevazi tavrının bir göstergesiydi... 
     Sonradan 500 kitap daha gönderdim, kısa sürede onlar da tükendi. Bunun üzerine kitabın ikinci baskısını yapmak suretiyle, kitap severlerin isteklerini karşılamaya çalıştık. Ne var ki kitap istekleri bir türlü bitmek bilmedi, günümüze dek devam etti. 
      2005 yılının sonlarına doğruydu, bir gün, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü’nden bir görevli beni arayarak, bir konu üzerinde görüşmek için Bakanlığa davet etti. Belirlediğimiz gün ve saate davete icabet etmek üzere Bakanlığa gittim. Genç yaşta bir görevli beni karşıladı, birlikte odasına gittik, konu hakkında açıklamalarda bulundu. 
     “Efendim, kusura bakmayınız sizi buraya kadar yorduk, ama siz Ahlat Kültür ve Çevre Vakfı’nın Başkanısınız, bu konuyu sizinle birlikte çözebileceğimizi düşündük. Bakanlık olarak, Ahlat’taki Abdurahman Gazi Türbesini inşa eden Tahsin Usta’nın UNESCO Yaşayan İnsani Değerler Listesine alınması için öneride bulunacağız. Prosedür gereği, yörenin Sivil Toplum Kuruluşu olarak sizin bu konu ile ilgili görüşünüzün alınması, uygun görmeniz halinde bunu onaylayacağınız bir bildirimle Bakanlığımıza iletmeniz gerekmektedir.” 
      Bir yandan Tahsin Usta’ya olan derin saygım, öte yandan, içimde yanıp tutuşan “Ahlat Aşkı” kapsamında beni bundan daha fazla ne mutlu edebilirdi ki… Memnuniyetle kabul ettim… Hemen orada, birlikte kaleme aldığımız bir belge hazırlandı, altına imzamı atıp teşekkür ettim, mutluluktan kanatlanarak kendimi binanın dışında buldum. 
Tahsin Usta ile Sempozyumda

      Bu güzel haberi bir an evvel Tahsin Usta’ya nasıl ulaştırmalıyım diye düşünerek yola koyuldum. Ağır adımlarla, içimdeki sevgi ateşini benliğime sindire sindire Başbakanlık Merkez Binası’ndaki odama döndüm ve hemen telefona sarıldım. Durumu Tahsin Usta’ya dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Ne ben, ne de Tahsin Usta bu gelişmenin kazanımları konusunda yeterli bilgi ve donanıma sahip olmadığımız için kısa vadede bir sonuç doğuracağı beklentisi içine girememiştik. 
    Aradan geçen  yaklaşık 7 yılın sonunda, 2012 Yılı başlarında durumun resmi açıklamasının yapılması, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tarafından UNESCO’nun belgesi Tahsin Usta’ya bir törenle verilmesi sonucunda, gerek Tahsin Usta için, gerekse Ahlat için tüm dünyanın ilgisini çeken önemli bir gelişmenin gerçekleşmesine tanık olduk. 
      
      Tahsin Usta, adını ölümsüzler arasına yazdırmayı başardı, onu rahmetle şükranla anıyoruz.

9 Ekim 2020 Cuma

KARAÇİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

KARAÇİ

Karaçi den Genel Görünüm
Ekim 2005  tarihinde Pakistan’ın Hindistan ile sorunlu bölgesi Keşmir’deki  Muzaffarabad kenti merkez olmak üzere  meydana gelen 7.6  büyüklüğündeki deprem, büyük can kaybı ve hasara neden olmuştu.   Resmi kayıtlarda  ölen insan sayısı 73 bin  olarak gösteriliyordu.  Muzaffarabad kenti ise yerle bir olmuş, harabeye dönüşmüştü.

      Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’nin yanında yer alan dost ve kardeş ülke Pakistan’ın bu acısını ülke olarak en iyi bir biçimde paylaşmak gerekiyordu.

      Türkiye, ekonomik koşullarının iyileşmesi sonucunda, dünya ülkeleri arasında yardım alan ülkeler sınıfından çıkarak yardım yapan ülkeler arasına katılmıştı. Bu depremde de Pakistan’a en çok yardım yapan ülkeler arasında en üst sıraya yükselmişti.

      Türkiye’nin Pakistan’a yaptığı yardımların ne ölçüde yerine ulaştığını incelemek üzere bir heyetle Pakistan’a gittik. Gittiğimiz günün akşamı Türkiye’nin Pakistan Büyükelçisi Engin Soysal’ın konuğu olduk.

      Engin Soysal, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli  akademisyen ve politikacılarından biri olan Mümtaz Soysal’ın yeğeniydi. Genç yaşına karşın zarafeti ve bilgi birikimi ile Heyet üyelerini derinden etkilemişti. Konuğu olduğumuz akşam yemeğinde Büyükelçilik aşçısının Türk mutfağına özgü seçkin ve kaliteli lezzetleri Türk Sanat Müziği eşliğinde sunması, Büyükelçimiz Engin Soysal’ın Türkiye’nin tanıtımı için gösterdiği duyarlılığın göstergesiydi.

Cinnah'ın Anıt Mezarı
      Birkaç gün süren çalışmalarımızın sona ermesi üzerine artık Ülkemize dönme zamanı gelmişti. Bizi karşılarken büyük bir zarafet örneği sergileyen değerli Büyükelçimize  Sayın Soysal’a Heyet olarak veda ziyaretinde bulunmak üzere  Büyükelçilik Makamına gittik.

      Sohbet sırasında Sayın Büyükelçi uçak bileti konusunda bir sorun yaşayıp yaşamadığımızı sorunca, biz de İslamabad’dan bilet bulamadığımız için Karaçi’den  aktarmalı olarak hareket edeceğimizi belirttik. Bunun üzerine Büyükelçi; “Madem Karaçi’den aktarmalı hareket edeceksiniz, bizim  Karaçi Konsolosluğumuzda bazı evraklarımız var, zahmet olmazsa  onları  Dışişleri Bakanlığımıza götürmeniz mümkün olabilir mi?”

      -Ne demek Sayın Büyükelçi, lafı mı olur büyük bir zevkle…

     -Karaçi Konsolosumuz Sedat Erden Bey, sizi Karaçi Hava alanında karşılar, hareket saatine kadar sizi Konsoloslukta ağırlar, evrakları   size teslim ettikten sonra da Hava alanına götürerek uğurlar.”  oldu, Büyükelçinin yanıtı.

      Karaçi hava alanına indiğimizde, Konsolos Sedat Erden Bey, elinde benim adımın kayıtlı olduğu bir  yazı ile bizi karşıladı, doğruca Karaçi Konsolosluğu’na gittik. Bir süre dinlendikten ve bize ikramlarda bulunduktan  sonra, uçak saatine daha çok zaman olduğunu, bu süreyi bize Karaçi’yi gezdirmekle  değerlendirmemizi önerdi.

      Önce yaya olarak Konsolosluk çevresini gezdik. Cadde ve sokaklardaki boğucu kalabalık, kaldırımlarda, parklarda, boş alanlarda, yerlerde yatan  üstü başı dökük,  işsiz, güçsüz, perişan kılıklı insanları görünce şaşkınlığımızı gideremedik.

      Daha sonra  Konsolos Sedat Erden Bey,  bizi Pakistan’ın önemli şahsiyetlerinden olan Muhammed Ali Cinnah’ın anıt mezarına götürmeyi önerdi. Memnuniyetle kabul edip yola koyulduk, bir süre sonra  anıtın önündeydik. Kirli havası ve üstüne çökmüş toz bulutu ortamında, bir yıldız gibi parıldayan anıt mezarın aydınlatılmasına gösterilen özen, Muhammed Ali Cinnah’a verilen değerin çarpıcı bir göstergesi olarak gözlerimizi kamaştırdı.

      Ankara’nın en önemli Caddelerinden birine verilen Cinnah ismi, bu zatın Türkiye Cumhuriyeti tarafından da ne derece önemsendiğini de böylece anlamış oluyorduk. Burada birkaç hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmedik.

      Sedat Erden Bey, bu kez Karaçi’nin önemli alış-veriş merkezlerini gezmemizi önerdi, memnuniyetle karşılayıp yürümeye başladık. Cadde ve sokaklardaki aşırı kalabalık, korkunç bir trafik keşmekeşi karşısında şaşkınlığımız giderek artıyordu. Kırmızı ışıkta duran araçların ve motosikletlerin saniyeler içinde çığ gibi büyümesi karşısında küçük dilimizi yutacaktık nerdeyse. Yeşil ışığın yanmasıyla yüzlerce motosikletin gök gürültüsü gibi bir sesle hepsi birden birbirlerini ezercesine ileriye fırlaması, dünyanın başka hiçbir yerinde görülmesi mümkün olmayan bir enstantane olarak belleklerimizde sabitlendi.

      Alış-veriş merkezinde tıkış tıkış her türlü yerli yabancı ürünle dolup taşan mağazaların arasından geçerek yol bulabilmenin ya da bir ürün almaya kalkmanın akıl karı  bir iş olmayacağı kanısına vardık. Hal böyle olunca, zorunlu olarak Karaçi hakkında  kafamıza takılan soruları gidermek için Sedat Erden  Bey’in bilgisine başvurmak zorunda kaldık.

      Sedat Erden Bey,  biz meraklı gözlerle çevreyi izlerken  Karaçi hakkında bilgiler vermeye başladı..

Sedat Erden Bey
      Karaçi, 17. yüzyılın ortalarında Hint Okyanusu kıyılarında İndus Nehri'nin denize döküldüğü yerde küçük bir balıkçı köyü olarak kurulmuş.

      Çok güvenli bir bölgede  ve çölün arkasında kurulmuş olduğu için korunaklıymış.

      Bu özellikleri gören İngilizler 19. yüzyılın ortalarında köye bir liman yapıp, çevredeki bereketli ovanın tarım ürünlerini bu limana yönlendirmeyi düşünmüşler.

      1947'de Pakistan bağımsızlığını kazanınca, Karaçi başkent yapılmış.  Hindistan'dan gelen Müslüman göçmenler buraya yerleşmişler.

      İngilizler, Karaçi'nin askeri önemini ve İndus havzasından elde edilen ürünlerin ihracında önemli bir liman olduğunu fark etmişiler. Ardından limanı balıkçılık yapmak için geliştirmişler. Böylece, yeni iş yerleri açılmış ve nüfus hızlı bir şekilde artmaya başlamış. Karaçi büyük bir şehir haline gelmiş.

      1878'de, Karaçi diğer İngiliz sömürgesi altındaki Hint kentleriyle tren yoluyla bağlandı. 1914'te, Karaçi tüm Britanya İmparatorluğu'nun en büyük tahıl üreten limanı haline geldi. 1924'te, bir havaalanı inşa edildi ve böylelikle Hindistan'ın temel giriş kapısı oldu.

      Karaçi, hâlâ ülkenin en önemli ekonomi ve sanayi merkezidir. Pakistan'ın denizaşırı ve Orta Asya ülkeleriyle yaptığı ticareti idare eder. Pakistan'ın gelirlerinin  büyük bir miktarını ve ofis çalışanını elinde bulundurur. Karaçi'nin nüfusu büyümeye devam ediyor. Pakistan'da son zamanlarda yaşanan ekonomik büyüme, Karaçi'de yaşanan ekonomik dirilmenin sonucudur.

      Erol Bey, Pakistan için önemli bir şahsiyet olan Muhammed Ali Cinnah hakkında da çok değerli bilgiler verdi.

  


Muhammed Ali Cinnah,  25 Aralık 1876 tarihinde Karaçi'de Dünya'ya gelmiş. İlk ve orta öğrenimini 
Karaçi ve Bombay'da tamamlamış.

      Babası işletmecilik okuması için onu İngiltere’ye göndermiş.  Ama Cinnah, Londra’da işletmecilik yerine hukuk okumaya karar vermiş. Parlak bir hukukçu olarak dikkatleri üzerine çekmiş.  

      Muhammed Ali Cinnah, etkin siyasi yaşama 1906 yılında adımını atar.  O yıl Hindistan’da İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren Kongre Partisi'ne katılır.

İlhami Nalbantoğlu
      20.  yüzyılın önemli bir hukukçusu ve devlet adamı olan Muhammed Ali Cinnah, tük Hindistan Müslüman Birliği ve  Pakistan’ın bağımsızlık mücadelesinin önderi olarak Pakistan’ın kurucusu ve ilk devlet Başkanı sıfatıyla, Pakistan halkı tarafından “Ulu Önder” ve “Milletin Babası” olarak anılmaya başlar.

      Pakistan halkı yaptığı  muhteşem bir  anıt-mezar ile de Cinnah’a olan minnettarlığını ölümsüzleştirir. Türkiye Cumhuriyeti ise   Ankara’nın en gözde caddesinin “Vali Doktor Reşit Caddesi” olan adını “Muhammed Ali Cinnah”  olarak değiştirerek konuya olan duyarlılığını gösterir.

      Uçağımızın hareket  saati yaklaşınca Sedat Bey’den Ankara’ya gidecek evrakları teslim alıp,  Karaçi hava alınanı gitmek üzere  yola çıktık. Uçağımız Ankara’ya iner inmez, hemen bir taksiye atlayıp doğru Dışişleri Bakanlığı’nın yolunu tuttuk, evrakları ilgili birime teslim eder etmez derin bir nefes aldık. Devletimiz için kutsal bir görevi  yerine getirmiş olmanın kıvancı ile evlerimize gitmek üzere ayrıldık.

      Aradan yıllar geçti, Ankara’da “Uluslararası Öykü Günleri” adıyla bir edebiyat etkinliğine katılmak üzere toplantının yapıldığı salonunda kalabalığın arasında oturuyordum. Verilen arada  antreye çıkıp, ikinci oturumun başlamasını bekliyordum. Yanıma bir bey yaklaştı.  Konuşacak birini arıyor gibiydi. “Siz de mi öykücüsünüz?”  diye sorunca, evet diyerek, yeni çıkan “Kısa Kıssa Öyküler I” adlı kitabımı uzattım.


      Kitabımı inceledi, teşekkür etti, edebiyat ağırlıklı sohbetimiz devam ederken soru sırası bana gelmişti;

      -“Siz de mi öykücüsünüz?

      “Evet ben de emekli olduktan sonra yazmaya başladım, ilk kitabım yeni çıktı, ama yanımda yok. Ben de size vermek isterdim.” diye yanıtladı.

      -“Yeni mi emekli oldunuz?

      -Evet, bir yıl kadar oluyor, boş zamanları değerlendirmek için yazmaya başladım.” 

      -“Çok affedersiniz nereden emekli oldunuz acaba?”

      -“Dışişleri Bakanlığından, en son Karaçi Konsolosu olarak görev yapıyordum.”  

      Bir an durakladım, ben Karaçi Konsolosu ile hem de Karaçi’de tanışmıştım acaba Konsolos Sedat Erden Bey olmasın?  Şaşırdım, göz hafızamın kuvvetli olduğunu sanırdım, nasıl oldu da anımsayamadım. Hafızamı zorlayınca simayı hatırladım, bozuntuya vermeden  anlatmaya başladım.

      “Yıllar önce heyet olarak Karaçi’ye gelmiştik, sizin konuğunuz olmuştuk, siz bize Karaçi’yi gezdirmiştiniz. Hatta Dışişleri Bakanlığına teslim edilmek üzere bize bir koli evrak teslim etmiştiniz!”

      Bu kez şaşırma sırası ondaydı, o da nasıl oldu da hatırlayamadım diye şaşkınlığını belirtiyordu. Dona kaldı, hafızasını yokladı, hatırlamaya çalıştı,  daha da detaylara girince yavaş yavaş hatırlamaya başladı.

      Böylece yıllar evvel Karaçi’de kısa da olsa bir ortamı paylaşmış olmamız, “Öykü” konusundaki ortak noktamızla çakıştı. “Ankara Öykü Günleri” etkinliğinin geriye kalan tüm programlarını  Sedat Erden Bey’le birlikte izledik, birlikte geldik, birlikte çıktık. Daha sonraları Ankara’da yapılan bütün etkinlikleri, kitap fuarlarını, resim sergilerini, konferansları birbirimizi arayarak birlikte izledik,  iki öykücü olarak iyi arkadaş iyi birer dost olduk…

      Öyküleri ve makaleleri Ahlat Gazetesi’nde yayımlandı… 

6 Eylül 2020 Pazar

SARAY FİKRİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

SARAY FİKRİ

1990’DA  ORTAYA ATILAN BU FİKİR 30 YILDA GERÇEKLEŞTİ…

  Ahlat Kültür Haftası etkinliklerinin ilki 1990 yılının 23-26 Ağustos tarihleri arasında Ahlat’ta

Heyet Toplu Halde

gerçekleştiriliyordu. Bu etkinlikler için Ankara’dan gelen heyette, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığından Tümgeneral Muzaffer Erendil, Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümünden Prof.Dr. Ercüment Kuran, Gazi Üniversitesi’nden Prof.Dr. Haluk Karamağaralı, Hacettepe Üniversitesi’nden Prof.Dr.Beyhan Karamağaralı, Milli Güvenlik Kurulu’ndan Prof. Dr. Abdülhalik Çay ve Binbaşı Hidayet Vahapoğlu, Milli İstihbarat Teşkulatından Dr.Yaşar Kalafat,  Başbakanlıktan Neşriyat ve Müdevvenat Genel Müdürü Cihan Yamakoğlu,  Kültür Bakanlığından Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü, Vakıflar Genel Müdürlüğünden ise Sadi Bayram yer alıyorlardı.

    Ahlat Kültür Haftası çok başarılı geçmişti, katılımcılar çok mutluydular. Bu denli başarılı geçen etkinliğin gelecekte daha da kapsamlı yapılması konusunda fikir birliği içindeydiler.
      Bu görüşlerini bir tutanak ile ilgili mercilere iletmek istiyorlardı. Tutanak iki maddeden oluşuyordu.
      1.Ahlat’a bir Kültür Merkezi yapılması,
      2.Ahlat’a bir Cumhurbaşkanlığı Köşkü yapılması şeklindeydi.     

   Tutanağı Ahlat Kültür Haftası’nın organizatörü İlhami Nalbantoğlu’na verdiler ve bu tutanağın Kültür Bakanlığına ulaştırılmasını istediler.

      İlgili kişi bir yazı ile tutanağı Kültür Bakanlığına iletti. 

    Kültür Bakanlığı Tutanağın birinci maddesini gündeme aldı ve bir süre sonra Ahlat’a bir Kültür Merkezi yapılarak 2010 yılında hizmete sokuldu.

    Tutanağın ikinci maddesi için hiçbir umut ve beklenti söz konusu değildi, buna karşın Cumhurbaşkanlığı Makamı bu fikri gerçekleştirmeyi kararlaştırdı. 25 Ağustos 2020 tarihi itibariyle de Cumhurbaşkanlığı Sarayı Ahlat’ta hizmete açıldı.

      Devletimize, Cumhurbaşkanlığımıza ve emeği geçen kişi ve kuruluşlara minnettarız… 

20 Ağustos 2020 Perşembe

BARFİKS, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

                                      BARFİKS

      Cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte pek çok yeniliğin yanında ulusal bayramlarımız da yeniden şekillendirilmişti. Buna göre;
      23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
      19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı ...
      30 Ağustos Zafer Bayramı
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ...
   Bu bayramlar Türkiye’nin tüm il ve ilçelerinde “Zafer Takları” kurulup, büyük bir coşku ile kutlanıyordu.
 Ahlat’ta da her ulusal bayramda ülkenin her yerinde olduğu gibi kentin en merkezi yerinde sabah kalktığımızda erkenden yapılmış bir “Zafer Takı” ile karşılaşıyorduk. Bu muhteşem görüntüyü görünce o günün çok renkli ve hareketli geçeceğini biliyorduk.
    Ancak bu bayramlardan ilk ikisinde kutlamalar diğerlerinden çok farklı bir biçimde  gerçekleşiyordu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında çocuklar, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramında ise gençler yapılan törenlerin ana unsurları olarak görev alıyorlardı.
   Böylece daha küçük yaştan itibaren çocuklara ve gençlere vatan, millet, cumhuriyet  sevgisi ve kavramları aşılanmaya çalışılıyordu.
  Örneğin, 23 Nisan Bayramı törenlerine bütün ilkokullar hazırladıkları değişik ve çok renkli gösterilerle renk katıyorlardı.
     Resmi Geçit sırasında, Zafer Takı’nın altından geçerken yeteneklerini sergiliyor,  büyük bir heyecan fırtınası içinde üstlendikleri görevi en iyi bir biçimde yerine getirmenin hazzını yaşıyorlardı.
    Ben, ilkokul ilk sınıflarında iken bu gösterilere “çember”imle katılıyordum, ileriki sınıflarda ise “Trampet Takımı”na terfi etmiş orada görevimi yapıyordum.
     Ortaokulda ise kapsam biraz daha genişliyor, törenlerde “Yer Hareketleri”,Kasa Hareketleri” ve “Minder Hareketleri” olarak gerçekleştiriliyor ve daha büyük bir anlam kazanıyordu.
     Bitlis Lisesi’ndeki Beden Eğitimi Öğretmenimiz Nihat Boydaş, çok kapasiteli, donanımlı, bilgili ve yetenekleri ile biz öğrencilerin rol modeli olmuştu. Çoğumuz, onun gibi giyinmek, onun gibi spor yapabilmek, onun gibi iyi yazı yazabilmek, onun gibi iyi resim yapabilmek için yarışıyorduk. Her alanda bizim ufkumuzu açıyor, yeni gelişmeler ile bizleri tanıştırıyordu.
      1964 Yılının 19 Mayıs törenleri sırasında Bitlis’in  Futbol Sahası’nda tören alanına iki direk dikildi, üzerine de bir boru bağlandı, törene katılan subaylardan biri bu düzenek üzerinde bazı hareketler yapmaya başladı, Bitlis Lisesi’nin tüm öğrencileri olarak hepimiz soluğumuzu tutmuş, hayranlıkla bu hareketleri izlemiştik.

Prof.Dr.Nihat Boydaş Resmi Reçit Töreninde
Soluğu Nihat Boydaş Hoca’nın huzurunda aldık, ilk olarak  gördüğümüz bu hareketlerin ne olduğunu nasıl yapıldığını sorduk. Bu sporun adını kullanılan aletten aldığını ve bu aletin adının da “Barfiks” olduğunu anlattı bize.
      Barfiks, benim aklımı başımdan almıştı, rüyalarıma girmeye başladı, durumu yakın arkadaşım Tahsin Yaşar Öztürk’e anlattım, baktım o benden daha heyecanlı ve tutkun. Ne var ki bu aleti nereden ve nasıl sağlayacağız diye kara kara düşünmeye başladık. Hiçbir şansımızın olmadığını ikimiz de biliyorduk.
      Okullar tatil oldu, Ahlat’a döndük. Ama “Barfiks” benim rüyalarımdan çıkmıyor, yanıp tutuşuyorum, ne yapıp edip bu sporu yapmalıyım diye sürekli bir arayış içinde dolanıp duruyorum.
      Böyle umutsuz bir halde çevreyi araştırırken, “tardır evi”ni bir karıştırayım dedim ve içeri girdim. Sağı solu kurcalarken elime bir “küskü” geldi.  “küskü” nedir diyeceksiniz, doğal olarak, “küskü”, büyük kaya ve taş kütlelerini parçalayıp ayırmak için kullanılan, ucu sivrileştirilmiş, kalınca ve yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda bir demir parçası.
      Tam benim arayıp ta bulamadığım “Barfiks”in üst parçası, toz toprak içinde. Define bulmuş gibi sevinçle aldım tulumbanın başına götürüp bir güzel yıkadım, pırıl pırıl yaptım.
      Ancak bunun yeterli olmadığını biliyorum,  bunu bağlayacak iki de direk gerekiyor, kara kara düşünmeye başladım, bu sorunu nasıl çözeceğim diye.
      Ahlat Belediye’si kentin caddelerini ağaçlandırırken ben de merakla seyrediyordum. Bir kenara atılmış bir dal parçası gördüm, elime alıp oynaya oynaya eve geldim. Aklıma onu bahçeye dikmek geldi. Küçük bir çukur kazıp, o dal parçasını toprağa dikip, biraz da su döktüm. Yıllar sonra kocaman bir ağaç olmuştu.
      Sağda soldu direk ararken bu akasya ağacı dikkatimi çekti, oldukça sağlam bir duruşu vardı, bunu direk olarak kullanabileceğim aklıma yattı. Şimdi ikinci direğe sıra gelmişti, bunu da bulmalıydım, “Barfiks” aşkı böyle gerektiriyordu.
      Çevredeki bağ ve bahçeleri arayarak direk olabilecek bir ağaç arayışım birkaç gün sürdü, sonunda dayımın budadığı ağaçların arasında bu işi görecek bir ağaç bulup getirdim, akasya ağacının bir buçuk metre kadar yakınına derin bir çukur açarak direği diktim. Sağlam olması için de çevresini çakıl taşlarıyla sıkılaştırdım. Sıra bu ikin ağaç arasına iki metre yükseklikte yere paralel olarak “küskü”yü sıkı bir biçimde monte etmeye gelmişti.
      Doğruca babamın nalbant dükkanına gittim, iki tane at nalını dikdörtgen şeklinde keserek ve üzerlerine dörder delik açarak getirdim “küskü”yü iki ağacın arasına kocaman çivilerle sıkıca monte ettim.  Ve başladım “barfiks” üzerinde gelişigüzel hareketler yapmaya.
Önde Cemil Yıldız arkada Dilaver Baysal arkada
İlhami Nalbantoğlu arkada Vecihi Güney
19 Mayıs 
      Çünkü bu konuda herhangi bir bilgim yoktu ve ne tür hareketler  yapılması gerektiğini bilmiyordum. Akşama kadar bu şekilde oyalandım. Akşam babamın geldiğinde nasıl karşılayacağı konusunda endişeliydim, ya kızarsa diye.
      Korktuğum başıma geldi, babam akşam yorgun argın eve geldiğinde bahçedeki “Barfiks”i görünce deliye döndü, esti, gürledi ve “Barfiks”i söküp attı, darmadağın etti.
      Ertesi sabah babamın işe gitmesinin ardından ben yeniden işe koyuldum ve birkaç saat içinde “Barfiks”i yeniden kurup hareketler yapmaya başladım. Akşam babam geldiğinde aynen ilk günde olduğu gibi her şeyi darmadağın etti
      Ertesi sabah ben gene bir önceki gün olduğu gibi yeniden kurup akşama kadar spor yaptım. Günlerce babam söktü ben yaptım, babam söktü ben yeniden yaptım, sonunda babam  benim tutkum karşısında pes etti ve ben spor yapmaya devam ettim.
      Hiçbir kimseden hiçbir bilgi edinmeden kendi kendime çeşitli hareketler yapmayı öğrendim. Benim yaptıklarımı gören okul arkadaşım Tahsin Yaşar Öztürk de kendi evlerinin bahçesinde benzer bir “barfiks” kurmayı başarmıştı.
      Kimi gün bizim bahçede, kimi gön de onların bahçesinde birlikte “barfiks” çalışarak öğrendiğimiz hareketleri zenginleştiriyorduk.
      O sıralarda bir Pazar günü Muhtar Abdurrahman dayımın kızı Nurten Hanımın düğünü vardı, ben de annemle birlikte düğüne gitmiştim. Düğün davetlileri dayımların bahçesinde toplanmış, düğün yerine başka bir olayla ilgileniyorlardı.
      Merak edip oraya yöneldim, bir de ne göreyim, dayımın oğlu Naci Akpolat, bahçedeki iki kavak ağacının arasına bir boru monte ederek yaptığı “barfiks” üzerinde birbirinden güzel hareketler yaparak, tüm davetlileri çevresinde toplamıştı.
      Böylece benim arayıp da bulamadığım fırsatın tam ortasına düşmüştüm, sevinçten havalara uçuyordum. Yüksek bir yere çıkıp onun yaptığı tüm hareketleri bir kayıt cihazına kaydeder gibi beynime kaydettim. İlk işim orada öğrendiklerimi gidip kendi bahçemdeki “barfiks”te denemek oldu.
      Artık pek çok yeni ve değişik hareketler yapabiliyordum. Bir yaz akşamında yorgun argın eve dönen babamın bahçede yemek yediği bir sırada tırmandım  “barfits”e öğrendiğim hareketleri birer birer yapmaya başladım.
Ben beceremedim ama torunum Ayşe Beliz barfikste
Türkiye İkinciliği derecesi ve madalyaları ile gururlandırdı
      O benim yaptığım “barfiks”i her gün yerinden söküp kenara atan sevgili babamın bana çaktırmadan yüzünde beliren gurur ve mutluluk belirtilerini yaşamım boyu  hep yüreğimde taşıyıp durdum. Bana tek söylediği, o en riskli hareketleri yapmamam olmuştu.
      Artık Tahsin Yaşar Öztürk ile birlikte iyi birer sporcu olmuştuk, yaz aylarında bunun keyfini iyice çıkarıyorduk.
      Ben sadece “barfiks”le değil, yüzme ve maraton koşusu ile de ilgileniyordum. 1 Temmuz günü Tatvan’da yapılan Deniz Bayramı yüzme yarışlarında, yüz metre sürat yarışında Şemsettin Bilgiç ile başa baş yarışırken bir omuz darbesi ile birinciliği ona kaptırmıştım. 
      Daha nefesimi almadan bu yarışın hemen ardından yapılan iki yüz metre mukavemet yarışında ise yorgunluğuma rağmen gene ikinci olarak yarışı tamamlamıştım.
      Bitlis'te 19 Mayıs  törenleri kapsamında  yapılan Kros Koşusunda değerli arkadaşım Mensur Tunç ile başa baş finiş ipine yaklaşırken arkadaşımın bir dirseği ile kendimi hemen yanı başımdaki uzun atlama kum havuzunda bulmuş, birinciliği ona kaptırmıştım.
      Liseyi bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümünde sınav açılmıştı. Sınav günü erkenden okulun bahçesinde sınav saatinin gelmesini beklerden, yakışıklı bir arkadaş yanıma sokuldu.  Tanıştık, o da sınava girecekti, sınav saatine kadar bahçede sohbet ettik.
       Sınav sırasında yan yana oturduk, önümüze bir saksı çeciği konulmuştu. Kara kalem olarak onun resmini yapmamız belirtildi. Ben kısa sürede resmi yapıp sürenin dolmasını bekliyordum.
      Arkadaşım bir çizgi dahi atmamıştı, üzgün bir biçimde “bana yardım eder misin?” diye sordu ve kağıdını bana uzattı. Onu kıramayıp, kağıdı önüme alıp kısa sürede bir şeyler karalayıp öğretmenlere yakalanmadan kendisine uzattım.
      Ertesi gün sonuçlar açıklanmıştı, tesadüfen o arkadaşla okulun bahçesinde karşılaştık ve birlikte sonuçların açıklandığı listede isimlerimizi aramaya başladık.
      Ne ilginçtir, onun adı listede yer alıyordu, ben ise sınavı kazanamamıştım.
      Gerek “barfiks”te gerekse  yüzme, koşu ve diğer branşlarda yeteneği olan gençlerin önünü açıp daha  büyük hedeflere   ulaşmalarına olanak sağlanamadığı için çok yetenekli gençlerimizin körelip gittiğini yıllar boyu dile getirmiş olmamıza karşın hiçbir  kişi, kurum   ya da kuruluştan bir elin uzatılmadığını üzülerek belirtmeden geçemeyeceğim.