20 Ağustos 2020 Perşembe

BARFİKS, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

                                      BARFİKS

      Cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte pek çok yeniliğin yanında ulusal bayramlarımız da yeniden şekillendirilmişti. Buna göre;
      23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
      19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı ...
      30 Ağustos Zafer Bayramı
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ...
   Bu bayramlar Türkiye’nin tüm il ve ilçelerinde “Zafer Takları” kurulup, büyük bir coşku ile kutlanıyordu.
 Ahlat’ta da her ulusal bayramda ülkenin her yerinde olduğu gibi kentin en merkezi yerinde sabah kalktığımızda erkenden yapılmış bir “Zafer Takı” ile karşılaşıyorduk. Bu muhteşem görüntüyü görünce o günün çok renkli ve hareketli geçeceğini biliyorduk.
    Ancak bu bayramlardan ilk ikisinde kutlamalar diğerlerinden çok farklı bir biçimde  gerçekleşiyordu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında çocuklar, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramında ise gençler yapılan törenlerin ana unsurları olarak görev alıyorlardı.
   Böylece daha küçük yaştan itibaren çocuklara ve gençlere vatan, millet, cumhuriyet  sevgisi ve kavramları aşılanmaya çalışılıyordu.
  Örneğin, 23 Nisan Bayramı törenlerine bütün ilkokullar hazırladıkları değişik ve çok renkli gösterilerle renk katıyorlardı.
     Resmi Geçit sırasında, Zafer Takı’nın altından geçerken yeteneklerini sergiliyor,  büyük bir heyecan fırtınası içinde üstlendikleri görevi en iyi bir biçimde yerine getirmenin hazzını yaşıyorlardı.
    Ben, ilkokul ilk sınıflarında iken bu gösterilere “çember”imle katılıyordum, ileriki sınıflarda ise “Trampet Takımı”na terfi etmiş orada görevimi yapıyordum.
     Ortaokulda ise kapsam biraz daha genişliyor, törenlerde “Yer Hareketleri”,Kasa Hareketleri” ve “Minder Hareketleri” olarak gerçekleştiriliyor ve daha büyük bir anlam kazanıyordu.
     Bitlis Lisesi’ndeki Beden Eğitimi Öğretmenimiz Nihat Boydaş, çok kapasiteli, donanımlı, bilgili ve yetenekleri ile biz öğrencilerin rol modeli olmuştu. Çoğumuz, onun gibi giyinmek, onun gibi spor yapabilmek, onun gibi iyi yazı yazabilmek, onun gibi iyi resim yapabilmek için yarışıyorduk. Her alanda bizim ufkumuzu açıyor, yeni gelişmeler ile bizleri tanıştırıyordu.
      1964 Yılının 19 Mayıs törenleri sırasında Bitlis’in  Futbol Sahası’nda tören alanına iki direk dikildi, üzerine de bir boru bağlandı, törene katılan subaylardan biri bu düzenek üzerinde bazı hareketler yapmaya başladı, Bitlis Lisesi’nin tüm öğrencileri olarak hepimiz soluğumuzu tutmuş, hayranlıkla bu hareketleri izlemiştik.

Prof.Dr.Nihat Boydaş Resmi Reçit Töreninde
Soluğu Nihat Boydaş Hoca’nın huzurunda aldık, ilk olarak  gördüğümüz bu hareketlerin ne olduğunu nasıl yapıldığını sorduk. Bu sporun adını kullanılan aletten aldığını ve bu aletin adının da “Barfiks” olduğunu anlattı bize.
      Barfiks, benim aklımı başımdan almıştı, rüyalarıma girmeye başladı, durumu yakın arkadaşım Tahsin Yaşar Öztürk’e anlattım, baktım o benden daha heyecanlı ve tutkun. Ne var ki bu aleti nereden ve nasıl sağlayacağız diye kara kara düşünmeye başladık. Hiçbir şansımızın olmadığını ikimiz de biliyorduk.
      Okullar tatil oldu, Ahlat’a döndük. Ama “Barfiks” benim rüyalarımdan çıkmıyor, yanıp tutuşuyorum, ne yapıp edip bu sporu yapmalıyım diye sürekli bir arayış içinde dolanıp duruyorum.
      Böyle umutsuz bir halde çevreyi araştırırken, “tardır evi”ni bir karıştırayım dedim ve içeri girdim. Sağı solu kurcalarken elime bir “küskü” geldi.  “küskü” nedir diyeceksiniz, doğal olarak, “küskü”, büyük kaya ve taş kütlelerini parçalayıp ayırmak için kullanılan, ucu sivrileştirilmiş, kalınca ve yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda bir demir parçası.
      Tam benim arayıp ta bulamadığım “Barfiks”in üst parçası, toz toprak içinde. Define bulmuş gibi sevinçle aldım tulumbanın başına götürüp bir güzel yıkadım, pırıl pırıl yaptım.
      Ancak bunun yeterli olmadığını biliyorum,  bunu bağlayacak iki de direk gerekiyor, kara kara düşünmeye başladım, bu sorunu nasıl çözeceğim diye.
      Ahlat Belediye’si kentin caddelerini ağaçlandırırken ben de merakla seyrediyordum. Bir kenara atılmış bir dal parçası gördüm, elime alıp oynaya oynaya eve geldim. Aklıma onu bahçeye dikmek geldi. Küçük bir çukur kazıp, o dal parçasını toprağa dikip, biraz da su döktüm. Yıllar sonra kocaman bir ağaç olmuştu.
      Sağda soldu direk ararken bu akasya ağacı dikkatimi çekti, oldukça sağlam bir duruşu vardı, bunu direk olarak kullanabileceğim aklıma yattı. Şimdi ikinci direğe sıra gelmişti, bunu da bulmalıydım, “Barfiks” aşkı böyle gerektiriyordu.
      Çevredeki bağ ve bahçeleri arayarak direk olabilecek bir ağaç arayışım birkaç gün sürdü, sonunda dayımın budadığı ağaçların arasında bu işi görecek bir ağaç bulup getirdim, akasya ağacının bir buçuk metre kadar yakınına derin bir çukur açarak direği diktim. Sağlam olması için de çevresini çakıl taşlarıyla sıkılaştırdım. Sıra bu ikin ağaç arasına iki metre yükseklikte yere paralel olarak “küskü”yü sıkı bir biçimde monte etmeye gelmişti.
      Doğruca babamın nalbant dükkanına gittim, iki tane at nalını dikdörtgen şeklinde keserek ve üzerlerine dörder delik açarak getirdim “küskü”yü iki ağacın arasına kocaman çivilerle sıkıca monte ettim.  Ve başladım “barfiks” üzerinde gelişigüzel hareketler yapmaya.
Önde Cemil Yıldız arkada Dilaver Baysal arkada
İlhami Nalbantoğlu arkada Vecihi Güney
19 Mayıs 
      Çünkü bu konuda herhangi bir bilgim yoktu ve ne tür hareketler  yapılması gerektiğini bilmiyordum. Akşama kadar bu şekilde oyalandım. Akşam babamın geldiğinde nasıl karşılayacağı konusunda endişeliydim, ya kızarsa diye.
      Korktuğum başıma geldi, babam akşam yorgun argın eve geldiğinde bahçedeki “Barfiks”i görünce deliye döndü, esti, gürledi ve “Barfiks”i söküp attı, darmadağın etti.
      Ertesi sabah babamın işe gitmesinin ardından ben yeniden işe koyuldum ve birkaç saat içinde “Barfiks”i yeniden kurup hareketler yapmaya başladım. Akşam babam geldiğinde aynen ilk günde olduğu gibi her şeyi darmadağın etti
      Ertesi sabah ben gene bir önceki gün olduğu gibi yeniden kurup akşama kadar spor yaptım. Günlerce babam söktü ben yaptım, babam söktü ben yeniden yaptım, sonunda babam  benim tutkum karşısında pes etti ve ben spor yapmaya devam ettim.
      Hiçbir kimseden hiçbir bilgi edinmeden kendi kendime çeşitli hareketler yapmayı öğrendim. Benim yaptıklarımı gören okul arkadaşım Tahsin Yaşar Öztürk de kendi evlerinin bahçesinde benzer bir “barfiks” kurmayı başarmıştı.
      Kimi gün bizim bahçede, kimi gön de onların bahçesinde birlikte “barfiks” çalışarak öğrendiğimiz hareketleri zenginleştiriyorduk.
      O sıralarda bir Pazar günü Muhtar Abdurrahman dayımın kızı Nurten Hanımın düğünü vardı, ben de annemle birlikte düğüne gitmiştim. Düğün davetlileri dayımların bahçesinde toplanmış, düğün yerine başka bir olayla ilgileniyorlardı.
      Merak edip oraya yöneldim, bir de ne göreyim, dayımın oğlu Naci Akpolat, bahçedeki iki kavak ağacının arasına bir boru monte ederek yaptığı “barfiks” üzerinde birbirinden güzel hareketler yaparak, tüm davetlileri çevresinde toplamıştı.
      Böylece benim arayıp da bulamadığım fırsatın tam ortasına düşmüştüm, sevinçten havalara uçuyordum. Yüksek bir yere çıkıp onun yaptığı tüm hareketleri bir kayıt cihazına kaydeder gibi beynime kaydettim. İlk işim orada öğrendiklerimi gidip kendi bahçemdeki “barfiks”te denemek oldu.
      Artık pek çok yeni ve değişik hareketler yapabiliyordum. Bir yaz akşamında yorgun argın eve dönen babamın bahçede yemek yediği bir sırada tırmandım  “barfits”e öğrendiğim hareketleri birer birer yapmaya başladım.
Ben beceremedim ama torunum Ayşe Beliz barfikste
Türkiye İkinciliği derecesi ve madalyaları ile gururlandırdı
      O benim yaptığım “barfiks”i her gün yerinden söküp kenara atan sevgili babamın bana çaktırmadan yüzünde beliren gurur ve mutluluk belirtilerini yaşamım boyu  hep yüreğimde taşıyıp durdum. Bana tek söylediği, o en riskli hareketleri yapmamam olmuştu.
      Artık Tahsin Yaşar Öztürk ile birlikte iyi birer sporcu olmuştuk, yaz aylarında bunun keyfini iyice çıkarıyorduk.
      Ben sadece “barfiks”le değil, yüzme ve maraton koşusu ile de ilgileniyordum. 1 Temmuz günü Tatvan’da yapılan Deniz Bayramı yüzme yarışlarında, yüz metre sürat yarışında Şemsettin Bilgiç ile başa baş yarışırken bir omuz darbesi ile birinciliği ona kaptırmıştım. 
      Daha nefesimi almadan bu yarışın hemen ardından yapılan iki yüz metre mukavemet yarışında ise yorgunluğuma rağmen gene ikinci olarak yarışı tamamlamıştım.
      Bitlis'te 19 Mayıs  törenleri kapsamında  yapılan Kros Koşusunda değerli arkadaşım Mensur Tunç ile başa baş finiş ipine yaklaşırken arkadaşımın bir dirseği ile kendimi hemen yanı başımdaki uzun atlama kum havuzunda bulmuş, birinciliği ona kaptırmıştım.
      Liseyi bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümünde sınav açılmıştı. Sınav günü erkenden okulun bahçesinde sınav saatinin gelmesini beklerden, yakışıklı bir arkadaş yanıma sokuldu.  Tanıştık, o da sınava girecekti, sınav saatine kadar bahçede sohbet ettik.
       Sınav sırasında yan yana oturduk, önümüze bir saksı çeciği konulmuştu. Kara kalem olarak onun resmini yapmamız belirtildi. Ben kısa sürede resmi yapıp sürenin dolmasını bekliyordum.
      Arkadaşım bir çizgi dahi atmamıştı, üzgün bir biçimde “bana yardım eder misin?” diye sordu ve kağıdını bana uzattı. Onu kıramayıp, kağıdı önüme alıp kısa sürede bir şeyler karalayıp öğretmenlere yakalanmadan kendisine uzattım.
      Ertesi gün sonuçlar açıklanmıştı, tesadüfen o arkadaşla okulun bahçesinde karşılaştık ve birlikte sonuçların açıklandığı listede isimlerimizi aramaya başladık.
      Ne ilginçtir, onun adı listede yer alıyordu, ben ise sınavı kazanamamıştım.
      Gerek “barfiks”te gerekse  yüzme, koşu ve diğer branşlarda yeteneği olan gençlerin önünü açıp daha  büyük hedeflere   ulaşmalarına olanak sağlanamadığı için çok yetenekli gençlerimizin körelip gittiğini yıllar boyu dile getirmiş olmamıza karşın hiçbir  kişi, kurum   ya da kuruluştan bir elin uzatılmadığını üzülerek belirtmeden geçemeyeceğim.

5 Ağustos 2020 Çarşamba

VAN GÖLÜ'NDE HÜZÜN, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

     VAN GÖLÜ’NDE HÜZÜN

DENİZLERDE YAŞANAN GÖÇ DRAMI VAN GÖLÜ’NE SIÇRADI

Akdeniz ve Ege’de zaman zaman karşılaştığımız “İnsanlık Dramı”nın  bir benzerinin Van

Aylan Bebek
Gölü’nde yaşanması,  sadece yöre insanının değil tüm Ülke insanımızın da yüreğini sızlattı.

      Güzelliği ile övündüğümüz göz bebeğimiz Van Gölü’müz, oldu olalı ilk kez böyle büyük bir faciaya sahne oldu.

      27 Haziran 2020 günü Gevaş’ta  göçmenleri  teknesine alarak Van Gölü'ne açılan Sedat ve Medeni Akbaş'tan uzun süre haber alınamaması üzerine, mahalle muhtarı güvenlik güçlerine kayıp ihbarında bulundu.

      Güvenlik görevlileri tarafından yapılan arama çalışmaları sonucunda, teknenin enkazına Çarpanak Adası yakınlarında 110 metre derinlikte rastlandı.

Teknede bulunan göçmenlerin cesetleri gölden toplanmaya çalışıldı. Günlerce süren arama çalışmalarının sonucunda ölen sayısı 60’a yükseldi.

      Daha önceki dönemlerde de birkaç kez küçük çaplı tekne kazaları yaşanmış olmasına karşın 60 kişinin ölümüyle sonuçlanan bu kazanın yöre halkı üzerindeki etkisinin büyük olduğu görülmektedir.

      İnsanoğlunun varoluşundan günümüze bu göç ve göçmen olayı süregelmektedir. Bundan sonra da kuşkusuz devam edecektir. Bu olayın büyük dramlara meydan vermeyecek biçimde gerçekleşmesi dileğimizdir.


DURUM AĞUSTOS 2020, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

   DURUM   AĞUSTOS 2020

           Değerli Okuyucularımız,

      Pınar Gültekin adlı güzeller güzeli Bitlisli hemşehrimizin hunharca katledilmesi tüm Türkiye’yi yerinden sarstı.

      Bitlisliler olarak elbette acımız büyüktür. Bakınız bu güzel kızımızın, benzer bir kaderi yaşayan Özgecan Aslan hakkındaki sözlerine;

      “Canım yanıyor, bir türlü geçmiyor, sanki kız kardeşimin başına gelmişçesine canım acıyor, içim parçalanıyor. Nice Özgecan’lar gitti, artık yeter. Böyle şerefsizler asılmalı.”

      Ahh!.. Sevgili Pınar’ımız, şimdi de senin için tüm Türkiye’nin canı acıyor, içi parçalanıyor. Ne acıdır ki zaman içinde bu tür  yürek parçalayan olayların azalacağı yerde tırmanışa geçtiğine tanık oluyoruz.

      Pınar Gültekin olayı Türkiye’yi ayağa kaldırdı, bu üzücü olayı  kınayalım derken sokağa dökülen kadınlarımızın şiddete maruz kalması ise sorunun  kökten çözümü anlamında olumsuz bir izlenim bırakmadı dersek doğru bir değerlendirme yapmış olmayacağız.

      Saygıyla…


4 Ağustos 2020 Salı

KÜFREVİ AİLESİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


KÜFREVİ AİLESİ
 Elli’li yılların ortalarında Ahlat Kaymakamı Mazlum Yegül, Merkez Mahalle olan Erkizan Mahallesi’nin çehresini değiştirecek, o günün koşullarına göre çok modern bir kent yapılanması faaliyetlerine girişmişti. Yeni açılan caddenin iki yanına dükkanlar, ortalara doğru bir kent meydanı ve Van Gölü’ne hakim bir tepede de Ahlat Parkı’nı yaptırıyordu.  Parkın ortasına “Van Gölü’ şeklinde bir havuz yapılmış ortasına da bir fıskiye yerleştirilmişti. Bu yeni yapılanma Ahlat’ı çevre il ve ilçelerden farklı kılıyordu.
       Güzel bir sonbahar günüydü, öğlen saatlerinde tavanı beyaz, yeşil renkli bir pikap, Abdullah Nalbant Usta’nın, Mazlum Yegül Caddesi üzerindeki dükkanının önünde durdu. İnen yolcular, kaldırımda bulunan  küçük kendirle örülmüş taburelere oturdular.
Cesim Küfrevi
      Çevredeki çocuklardan biri, dükkanın hemen arkasındaki boşlukta nalbantlık yapan Abdullah Usta’ya  “ Usta misafirleriniz geldi” diye haber verdi.  Yere yatırdığı öküzün nallarını çaktıktan sonra ellerini yıkayan Abdullah Nalbant Usta, misafirlerine hoş geldin demek için dükkanın önüne geldi.
      Taburelerde oturanlardan kendi yaşında olan birine büyük bir saygı ile  yaklaşıp “Hoş geldin Kurban” diyerek elini öptü, diğerleriyle de tokalaşıp, hoş geldiniz dedikten sonra, elini öptüğü zatın hemen  yanında, kendisi için ayrılan tabureye oturdu.
      Karşılıklı hal hatır sormalardan sonra, Abdullah Nalbant Usta, dükkanın hemen karşısındaki dükkanda çaycılık yapan Kahveci Osman’a yüksek sesle seslenerek misafirlere çay getirmesini söyledi.
      Abdullah Nalbant Usta’nın misafirlerini gören dükkan komşuları, Bakkal Salih Gogo,  bitişiğindeki Kasap Musa Dayı, onun bitişiğindeki Sebzeci Abbas, tam karşı dükkandaki Bizim Berber İdris Bayındır, az ötedeki komşu Yunus’un Şevket ve diğer komşular, teker  teker gelip aziz misafirin elini öpüp, kendi dükkanlarının önünden getirdikleri taburelere oturarak sohbete  katılıyorlardı.
      Kahveci Osman, getirdiği çayları konuklara dağıtıyor, yeni gelenleri gördükten sonra gidip onlara da çay getiriyordu, o gelinceye kadar başka komşular gelip sohbete dahil oluyorlardı.
      Her ne kadar sohbet desek de aslında sohbetten çok farklı bir ortam vardı, ortadaki kişi konuşuyor, etraftakiler, huşu içinde onu dinliyorlardı. Hiçbir kimseden çık dahi çıkmıyordu. Çok seyrek de olsa arada çekinerek soru soranlar da yok değildi.
      Konuşan kişi, dünyada ve Türkiye’de olan bitenden, yeni gelişmelerden, insani değerlerden, iyilik yapmaktan, eğitimin öneminden, çocukların okutulmasından, hastalıklardan, yeni çıkan ilaçlardan, kendi seyahatlerinden, yolculuk sırasında karşılaştığı ilginç olaylardan söz ediyordu.
      Bir süre sonra konuklar kalktılar, sırasıyla herkesle tokalaşıp, pikaba binmek üzereyken,  konuk olan kişi birden bana doğru geldi, cebinden bir şey çıkarıp bana uzattı. Çekinerek aldığım şey bir şekerdi, utanarak elimde gizledim, konuklar pikapla uzaklaştıktan  sonra ilk işim kağıdını açıp yemek oldu. İlk kez yediğim bir şekerdi, çok hoşuma gitmiş, tadı damağımda kalmıştı.
      Aradan 10-15 gün kadar geçmişti, çarşının diğer ucundan babamın dükkanına doğru gelirken, dükkanın önünde yeşil pikabın durduğunu gördüm. Aynı kişilerin geldiğini  ve bana gene şeker verebileceğini düşünerek koşar adımlarla dükkanın önüne geldim. Ortada oturan, kısa boylu, güler yüzlü kişi aynıydı ama yanındakiler farklı kişilerdi. Gene komşular toplanmış, gene çaylar söylenmişti.
      Aziz misafir gene konuşuyor etraftakiler dinliyorlardı. Usulca yaklaştım, kenardan olup bitenleri seyrediyordum. Bir süre sonra gene kalkıp etraftakilerle vedalaşıp pikaba bineceklerken gene bana o sıcak elden bir şeker uzatılmıştı. Ve ben gene bu şekerden çok mutlu olmuştum.
      Bu kez belleğime kaydetmiştim, o güler yüzlü, sevecen ve her seferinde bir şekerle minik kalbimde kendine bir yer edinen kişiyi. Bu kez pikabının plakasını bile ezberlemiştim. 13 AC 65 plakalı yeşil pikap bir daha ne zaman gelir diye yolunu gözler olmuştum.
      Bir ayda ya da iki ayda bir bu buluşma gerçekleşiyordu, her seferinde bir şeker benim vazgeçilmezim olmuştu. Bu yüzden yaşım büyüdükçe ilgim de o derece artıyordu. Hatta sorgulama aşamasına bile gelmiştim. Artık bazı şeyleri babama sorarak öğrenme aşamasındaydım.   Bu benim gönlümü fetheden kişinin adının Cesim Küfrevi  olduğunu, Bitilis’te oturduğunu öğrenmiştim.
      Cesim Küfrevi, Ailesi’nin en büyüğü olan tarihe iz bırakan, bölgenin çok sevilen ve sayılan şahsiyetlerinden Muhammed  Küfrevi’nin 4. Kuşaktan torunudur.
      Cesim Küfrevi’nin Ahlat’tan her geçişinde Abdullah Nalbant Usta’nın dükkanının önünde mola vermesi, Abdullah Nalbant Ustaya verdiği değerin bir gösterisiydi. Kimi zamanlar da evde ağırlanırdı, Cesim Küfrevi.
Tahsin Yaşar Öztürk ile
      Geleceği önceden haber alınınca, evde bir telaştır başlardı. Annem, çeşitli yemekler hazırlar,  bu  yemekler arasında mutlaka “Kıymalı su böreği” yer alırdı. Aziz misafirimiz su böreğini çok sevdiğini, annemin yaptığı böreğin başkalarından çok farklı olduğunu öve öve bitiremezdi.
      Biz çocuklar  onun etrafında pervane olurduk, hepimizin payına mutlaka bir hediye düşerdi.
      Bu sıcak ilişki yıllar boyu sürdü, bu arada ben Ahlat Orta Okulu’nu bitirmiştim, liseye devam edecektim, ancak Ahlat’ta lise yoktu. Diyarbakır
Ziya Gökalp Lisesi’nde eğitime başlamıştım. 
      İlk kez evden ayrıldığım için Diyarbakır’daki günlerin sıkıntılı geçiyordu. Ahlat’tan sonra, o dönem “Şarkın Parisi” olarak tanımlanan kente uyum sağlamakta zorlanıyordum.
      Bir gün parasız pulsuz bir vaziyette Diyarbakır sokaklarında  amaçsız bir biçimde dolaşırken Cesim Kürevi’nin yeşil pikabını İskender Paşa Camii’nin önünde gördüm. Namaz kılıyor olabileceğini düşünerek beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra geldi, beni  beklerken görünce çok şaşırdı, durumu anlattım çok memnun oldu. Bir isteğimin olup olmadığını sordu, teşekkür edip  elini öperken her zaman olduğu gibi ayrılırken gene cebime bir şey tıkıştırdı.
      Utancımdan  bir şey diyemeden ayrıldım, biraz uzaklaştıktan sonra cebimi kontrol edince 15 lira olduğunu gördüm. 60’lı yılların başında bu paranın bir öğrenci için ne kadar önemli olduğunu parasızlık çekenler iyi bilirler.
      Bir süre sonra liseye Bitlis’te devam etmeye başlamıştım. Bitlis’e her gidişimde babam, Küfrevi Ailesi’ne verilmek üzere mutlaka bir hediye elime tutuşturuyordu. Bu hediye, kimi zaman bahçemizde yetişen bir sepet Ahlat’ın ünlü kayısısı veya kirazı, kimi zaman  fındık, kimi zaman da babamın bahçemizdeki güllerden yaptığı gül reçeli oluyordu.
      Her yıl yeni mahsülden  yapılan döğme ya da bulgurun Küfrevi Ailesi’ne gönderilmesi de gelenek halini almıştı. Her hediye götürdüğümde anneme verilmek üzere mutlaka bir karşılığı da oluyordu.
      Bir gün Cesim Küfrevi ile Bitlis Belediyesi önünde karşılaştık, halimi hatırımı sorduktan sonra nerede kaldığımı sordu. Birkaç arkadaşla birlikte bir evde kaldığımı söyleyince, kalabalıkta ders çalışamazsınız diye benim bir arkadaşımı da yanıma alarak evlerinin bitişiğindeki boş eve taşınmamı istedi.
      Çocukluk ve okul arkadaşım Tahsin Yaşar Öztürk ile birlikte bekar evindeki eşyalarımızı toplayarak gösterilen boş eve taşındık. Gerçekten de burada rahat etmiştik, arada bir hizmetçilerle  gönderilen yemek ve yiyecekler bize ilaç gibi geliyordu. Birkaç kez de iftar sofralarını bizimle paylaşmışlardı.
      Küfrevi Ailesi, kış aylarını İstanbul’da geçiriyordu, bu dönemlerde Bitlis’te ise metrelerce kar yağıyordu. Böyle olunca boş evin de bazı yapılması zorunlu işleri oluyordu. Evde sürekli kalan hizmetli Temir Efendi bu işlerin üstesinden gelmekte zorlanıyordu. Orada kaldığım süre boyunca Temir Efendi’nin yapamayacağı resmi ya da bazı özel işlemleri yapmakta ona yardımcı oluyor, yaklaşık 15-20 günde bir durumu yazdığım mektuplarla İstanbul’a bildiriyordum.
Bitlis Lisesi'nde, Mensur Tunç, ben ve Tuna Öktem
      Lise bittikten sonra, Öğretmen Okulu fark derslerini vermek için Erciş’e gitmiştim. Bir gün Cesim Küfrevi’nin yeşil pikabını gördüm. Yanına gittiğimde, tıpkı Ahlat’ta olduğu gibi burada da insanlar çevresini sarmış anlattıklarını dinliyorlardı. Beni görünce hemen yanına çağırdı. Konuşmasını kesip hatırımı sordu, durumu anlattım hemen çevresindeki insanlarla vedalaşarak ayrıldı.
      Birlikte yeşil cipine bindik Öğretmen Okulu’nun bulunduğu Ernis’e kadar gittik. Burada beni Okul Müdürü Vahit Gazioğlu ile tanıştırdı ve bana yardımcı olmasını rica etti. Daha sonra vedalaşarak ayrıldık, Muradiye’ye doğru devam ettiler, yanındaki yol arkadaşlarıyla birlikte.
      Bir süre sonra artık Ankara’ya gelmiştim, her bayramda  kendi yaptığım tebrik kartları ile bayramlarını kutluyor, minnettarlığımı ve saygımı belirtiyordum. Daha sonraları vatani görevimi yaparken tayinim Tekirdağ’ın Malkara İlçesine çıkmıştı. Malkara’ya giderken İstanbul’daki evlerini ziyaret etmiş elini öpmüştüm. Askerlik sonrası Ankara’ya dönmüş Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğündeki görevime başlamıştım.
      Bu kez ziyaret faslı Cesim Küfrevi Beye geçmişti. Ankara’ya her yolu düştüğünde beni ziyarete geliyor, kıymetli hediyeleriyle beni mahcup ediyordu. Başbakanlığa geldiği zamanlarda, tıpkı yıllar evvel Ahlat’ta insanları başına topladığı gibi çalışma arkadaşlarımı odaya topluyor, onlara kıymetli hediyeler sunarak beni onurlandırıyordu.
      Bir gün  bir yakınımın vefatı nedeniyle taziye ziyaretinde bulunmak için İstanbul’a gitmiştim, Cesim Küfrevi Bey’e telefon ederek İstanbul’da olduğumu  bildirdiğimde beni Üsküdar’daki evlerine davet etti. İlk kez evlerini görecektim, çok heyecanlıydım. Ailenin tüm bireyleri beni sıcak karşıladılar. Ziyaret olağan süresini aşmaya başlamıştı. Sık sık izin istemeye yelteniyordum, her seferinde daha erken diye geçiştiriliyordu. Sonra benim onlara yapıp bayramlarda gönderdiğim tüm bayram kartlarını önüme serdiler. Bu kartları atmayıp saklamaları beni çok şaşırtmış,  bir o kadar da mutlu etmişti.
      Kaderin cilvesine bakınız ki, 5-6 yaşlarındayken Ahlat’ta başlayan ve zamanla büyüyüp gelişen bu sıcak ilişkinin sonucunda, Cesim Küfrevi Bey’in vefatının ardından naaşının Bitlis’teki Dedesinin yanına defni Kararnamesinin kaleme alınışını Allah bana lütfederek onurlandırmıştı.