29 Ekim 2018 Pazartesi

MUSTAFA KEMAL GÜMBOS DAĞI'NDA, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


MUSTAFA KEMAL GAMBOS DAĞI’NDA     
Bitlis’in Ruslar tarafından işgal edildiğinde takvimler 3 Mart 1916’yı gösteriyordu.
Mustafa Kemal Paşa ve Beraberindekiler Gambos Dağı'nda
      Yıkılmaya yüz tutmuş İmparatorluğun bu mecalsiz halini fırsat bilen ve sıcak denizlere ulaşma hayali ile yanıp tutuşan Çarlık Rusyası,  emeline ulaşmak için, Rus Kafkas Ordusu ile   1 Kasım 1914 tarihinde sınırlarımıza saldırarak Kars, Erzurum, Ağrı, Muş derken  3 Mart 1916’da gelip Bitlis’in kapısına dayanmıştı.
      Bitlis’le yetinmemiş, Deliklitaş’a kadar da ilerlemişti. Hedefi Akdeniz’e kadar uzanmaktı. Geride, yağma, talan, zulüm, ölüm bırakaraktan.
      Bu tarihte İkinci Orduya bağlı 16’ncı Kolordunun 5’inci Tümeni Rus Kafkas Ordusuna karşı Gambos Dağı hattına çekilmişti.
      Rus kuvvetleri, bir gecede “Bitlis’in Bin Çocuğu”nun körpe bedenlerini kara kışın derin dondurucusuna bırakıp, dünyada  benzeri olmayan bir kara tabloyu da  hunharlık tarihine işlemekten geri kalmamıştı.
      İmparatorluk zor bir dönem geçiriyordu.  Ordularımız Irak Cephesi, Filistin Cephesi, Çanakkale Cephesi, Avrupa Cephesi, Yemen Cephesi, İran Cephesi gibi birçok yerde savaşıyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi  şimdi de Doğu Cephesi ile mücadele ediyordu.
      Batı’daki düşmanların temizlenmesi için büyük kahramanlıklar sergileyen Mustafa Kemal 1 Nisan 1916 tarihinde 16’ncı Kolordu Komutanı olarak bölgeye gönderildi.
      Mustafa Kemal’in bu cepheye atanması, askerin ve bölge halkının moralini çok yükseltmişti. Çünkü O, “Anafartalar Kahramanı” olarak isim yapmış, ünü bütün orduya ve Anadolu’ya yayılmıştı. Bilgili ve deneyimliydi.
      27 Mart 1916’da Diyarbakır’a gelen Mustafa Kemal Paşa, 16’ncı Kolordunun emir ve komutasını ele aldı.
      Mustafa Kemal Paşa’nın amacı 16’ncı Kolorduya bağlı 5.Tümenin   Bitlis’i düşmandan geri almak için taarruz hazırlıklarını tamamlayıncaya kadar Rus Ordusunun Deliklitaş’tan daha ileriye gitmesini engellemekti.
      Mustafa Kemal Paşa, ayağının tozuyla mevcut durumu yerinde tespit etmek amacıyla düşmanın cephedeki durumunu bizzat görmek istiyordu. Önündeki haritadan bunun için en uygun yerin Gambos Dağı olduğunu tespit etti.
      Yanına aldığı birkaç asker ve komutanla Gambos Dağı’na tırmanmaya başladılar. Haridan Köyü’ne gelmişlerdi, burada zirveye en kestirme olarak nereden çıkılabileceğini etrafını saran  köylülere sordu. Köylülerden biri çok heyecanlıydı,  Mustafa Kemal Paşa’nın dikkatini çekmişti.
     -Adın nedir senin?
     -Tahsin Paşam
      -Dağın zirvesine en kestirme nereden çıkabiliriz?
      -Paşam emriniz olursa biz size rehberlik ederiz.
     -Düşün önümüze bakalım.
      Köylüler önde, Paşa ve arkadaşları arkada zirveye tırmandılar. Rus Kafkas Ordusu’nun araziye yerleşik halini askeri ve stratejik tabloyu uzun uzun inceledi Mustafa Kemal Paşa.
      İleride turkuaz renkli bir muhteşem bir kristal parçası girdi dürbününün görüş alanı içine, dikkat kesildi, iyice inceledi, dürbününü gözünden indirdi, arkadaşlarına dönerek: “İleride Türkiye’nin ikinci üniversitesini Van Gölü’nün en güzel kıyılarında kurmalıyız.” dedi. O dönemde ülkenin tek üniversitesi “İstanbul Üniversitesi"ydi.
      Mustafa Kemal Paşa’nın,  bu anlamlı sözlerinde; ülkeyi düşmanlardan temizlemekten en ufak bir kaygısının olmadığını, hedeflediği Cumhuriyeti kesinlikle kuracağını, gelişme ve kalkınmanın olmazsa olmazının eğitimden geçtiğini, bunun için öncelikle bilim kurumlarının kurulmasının gerektiği şeklindekini kararlılığını görüyoruz.
      Van Gölü Üniversitesi fikrini iki kez TBMM gündemine taşımasına karşın çeşitli etkenlerle gerçekleşememesi dikkat çekicidir.
      Kadere bakın ki, tarih bu hunharlığı Rusların  yanına bırakmadı, ülkelerinde çıkan bir karışıklık sonucu,  vahşetlerini, kinlerini, düşmanlıklarını, acımasızlıklarını da peşlerine katarak  “Mustafa Kemal Geliyor”  korkusu ve endişesiyle 08 Ağustos 1916 tarihi itibariyle başta Bitlis olmak üzere aşama aşama terk ediyorlardı Anadolu’yu.
      Bitlis’te topu topu 155 gün, yani beş ay beş gün kalabilmişlerdi.
      Mustafa Kemal Paşa’nın Gambos Dağı incelemelerine bir de olayın tanığı Haridanlı Köylüler cephesinden bakalım.
      Bitlis, her alanda cesur, atak, zeki çalışkan, yetenekli ve değerli insanlar çıkaran bir yer olarak ün yapmıştır. Bunlardan biri de Dr. Cemil Kazancı’dır.
     
Dr. Cemil KAZANCI
Dr. Cemil Kazancı,  1930 yılında Bitlis’te doğdu, ilk ve orta öğreniminden sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. Mesleğinin ilk yıllarında Bitlis’e olan vefa borcunu yerine getirmek için burada görev yapmayı tercih etti.
      Dr. Kazancı, Bitlis, Sağlık Müdür Vekilliği, Merkez Hükümet Tabipliği, Belediye Tabipliği, Mutki Hükümet Tabipliği, Hizan Hükümet Tabipliği görevlerinde bulundu. Daha sonra Almanya’da mesleği ile ilgili  ihtisas yaptı. Yurda döndüğünde İstanbul’a yerleşti ticaretle ilgilendi.
      Dr. Cemil Kazancı, kıvrak zekası, güçlü hafızası,  çalışkanlığı ve kurnazlığı ile karakteristik Bitlis insanının tipik bir rol modeli olarak dikkati çekmektedir.
      Yarım yüzyılı aşkın bir süre önce yaşadığı olayları, gün, tarih ve saat olarak tüm detayları ile o günü yaşıyormuş gibi anlatabilen canlı bir kütüphane görüntüsü veriyor.
      Mustafa Kemal Paşa ve Gambos Dağı ile ilgili bir anısına kulak verelim:
      “60’lı yılların başıydı, Türkiye bir askeri darbeyi geride bırakmıştı. Asker kökenli olan Vefa Poyraz Bitlis Valisi olarak görev yapıyordu. Daha sonraları İstanbul Valisi olarak ünlenecekti.
      Dönemin koşulları gereği Vefa Poyraz aynı zamanda Bitlis Belediye Başkanlığı görevini de yürütüyordu.
      Ben Tıp Fakültesini yeni bitirmiş, Bitlis sevgisi nedeniyle insanlarıma hizmet etmek amacıyla burada görev yapmayı tercih etmiştim. Belediye Tabibi olarak görev yapıyordum.
      Vali Vefa Poyraz, bir sabah beni telefonla arayarak:
       -Doktor Bey, size birisini gönderiyorum, muayene edip, ne gerekiyorsa yapın. dedi.
       -Emredersiniz Sayın Valim. diyerek, telefonu kapatıp,  gelecek olan hastayı beklemeye başladım.
      Biraz sonra, kılık kıyafetinden Bitlisli olduğu anlaşılan bir vatandaşımız geldi. Vali Bey’in Bitlisli bir hasta için telefon etmesi dikkatimi çekmişti.
      -Gel hemşerim, neyin var, geçmiş olsun, geç paravanın arkasında elbiselerini çıkar. dedim.
      Adamcağız soyunurken tedirgindi, bana bir şeyler söylemek istiyor gibiydi.
      -Doktor Bey, kıymetli bir saatim var ona zarar gelmesin diye baktım.
      Elinde köstekli bir saatle bana doğru geldi.
      -Nedir bu?
      -Doktor Bey, Atatürk’ün bana hediye ettiği saattir bu, başına bir iş gelmesin diye söyledim.
      Vali Vefa Poyraz’ın telefonla özel ilgi istemesinin nedenini anlamıştım böylece. Atatürk’ün neden saat armağan ettiği bu kez aklıma takılmıştı.
      Bir yandan muayene ediyor, bir yandan da sorular soruyordum.
      -Sen hangi köylüsün?
      -Haridan
      -Adın nedir?
      -Tahsin
      -Bu köstekli saati sana Atatürk mü hediye etti.
      -Evet
      Ceketinin cebinden iyice örselenmiş bir kağıt parçası çıkarıp bana uzattı.  Lime lime olmuş kağıdı yırtılmasın diye usulca açıp okumaya başladım.
      “Bu kağıdı getiren kişiye her türlü kolaylığı gösteriniz.” ibaresi yer alıyordu. Altında da: “Mustafa Kemal Atatürk” yazısı, tarih ve imza vardı. Usulca katlayıp kendisine uzattım. Şimdi de Atatürk bu  saati ve belgeyi niye versin diye bir merak sarmıştı içimi.
      Dayanamayıp sordum, anlattı:
       Doktor Bey, bizim köy Gambos Dağı’na çıkan en kestirme yolun üzerindedir. Bir gün birkaç asker bizim köye geldiler. Askerlerden biri önde yürüyordu. Diğerleri arkadan geliyorlardı. Arkadaki askerlerden biri öndekinin Atatürk olduğunu söyledi. Biz Atatürk’ü görmemiştik ama adını duymuştuk. Biz iki kişiydik askerler Atatürk’ün bizimle konuşmak istediğini söylediler.  Atatürk bize, Gambos Dağı’na çıkmak istediğini, yolu bizim göstermemizi söyledi. Biz iki arkadaş düştük öne, onlar da arkamızdan geldiler. Saatlerce tırmanarak Dağın tepesine çıktık. Atatürk’ün elinde kocaman bir dürbün vardı. Oradan çevreyi gözetledi. Bir süre sonra geri döndük, bizim köye kadar birlikte geldik, sonra bizden ayrılırken Atatürk bize; Bir gün yolunuz Ankara’ya düşerse bana uğrarsanız memnun olurum dedi.
      Yıllar sonra bir gün Ankara’ya yolumuz düşmüştü.  Atatürk Cumhurbaşkanı olmuştu, Acaba bizi kabul eder mi diye çekine çekine Çankaya Köşkü’ne gittik. Görevlilere durumu anlattık, biraz bekledikten sonra Atatürk’ün bizi görmek istediğini söylediler. Biz iki arkadaş Atatürk’ün huzuruna çıktık.  Atatürk bize  memleketle ilgili sorular sordu birer köstekli saat ve bu yazıyı verdi. Bu yazı ile  gittiğimiz bazı bankalar  bize maddi yardımda da bulundular. Bu saati onun için gözüm gibi koruyorum, başına bir iş gelmesin.
      Öykü bittiğinde Haridanlı Tahsin’in muayenesini de bitirmiştim, önemli bir şeyi yoktu, ilaçlarını  verip uğurladım.”

AHLAT SELÇUKLU OTELİ 201 NUMARALI ODA, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


AHLAT SELÇUKLU OTELİ
201 NUMARALI ODA  
Ahlat Selçuklu Oteli
  90’lı yılların ortalarıydı, “Ahlat Kültür Haftası” her yıl daha da gelişerek, başta Ahlat“Van Gölü Havzası”na bir renk ve heyecan getirmişti. Her yıl bir önceki yıla göre daha kapsamlı, daha nitelikli ve daha akademik bir yapıya kavuşuyordu.
olmak üzere
      Ahlatlı gençler, Ahlat’ın adını yüceltmek için daha bir şevkle  ellerinden geleni yapıyorlardı. Her yıl “Ahlat Kültür Haftası”nın hemen ardından çıkarılan kitaplar, elden ele kapışılıyor, Ahlat adı ve imajı Türkiye genelinde önem kazanıyor ön plana çıkıyordu.
      Medya, Ahlat’ı yeniden keşfediyormuşçasına, gerek yazılı gerekse  görsel yayın organlarıyla sıklıkla gündeme taşıyordu.
      Ahlat, Akademik camiada ve bilim dünyasında daha bilinir, tanınır olduğu için, her yıl Ahlat’a gelmek isteyen Akademisyenlerin sayısı hızla artıyordu.
      O yıl da çok geniş ve nitelikli bir akademik kadroyla Ankara’dan uçakla Van’a, oradan da Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin tahsis ettiği araçla Ahlat’a gitmiş, konuklarımızı, o dönemde bölge için çok önemli bir yeri olan “Ahlat Selçuklu Oteli”ne yerleşmiştik.
      Seçkin  ve çok özel bir kadromuz vardı. Hacettepe Üniversitesi Tarih Profösörü, Prof. Dr. Ercüment Kuran, İstanbul Üniversitesi’nden  Prof. Dr. Sevil Atay, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden  Prof. Dr. Abdusselam Uluçam,  Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih Dairesi’nden Korgeneral Muzaffer Erendil, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinden Binbaşı Hidayet Vahapoğlu, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürü Cihan Yakamoğlu, Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığından Dr. Yaşar Kalafat, Vakıflar Genel Müdürlüğünden Vakıflardan sorumlu Müdür Sadi Bayram, Kazım Karabekir Paşa’nın muhterem kızı Timsal Karabekir ve eşi Akademisyen Atilla Köymen.
      Burada hem konaklıyor hem de akademik toplantılarımızı bu otelin salonunda yapıyor, otelin hemen önündeki  plajdan da  Van Gölü’nün turkuaz renkli serin sularına dalıp yorgunluğumuzu gidermeye çalışıyorduk.
      Çok yoğun bir program uyguladığımız için o yıl ilk kez olarak ben de kendime  otelin 201 Nolu  odasını ayırtmış, burayı yatmaktan ziyade etkinliklerin çalışma ofisi olarak kullanıyordum.
      İki yataklı bir odaydı, her iki yatağın da üstünü kitaplarla, yazışma dosyalarıyla, bildirilerle, evraklarla, afişlerle, kırtasiye malzemeleriyle ve çeşitli araç gereçlerle doldurmuştum.
      Böylece her şey elimin altındaydı, ne gerekiyorsa hemen odaya çıkıp alıp geliyor, büyük bir rahatlıkla hareket edebiliyordum.
      Sempozyumun yapıldığı gündü,  Muzaffer Erendil Paşa Oturum Başkanlığını yapıyordu. Salonu dolduran dinleyiciler büyük bir dikkatle Paşa’nın açıklamalarını izliyorlardı.
      Erendil Paşa, Ahlat halkı ile sıcak bir iletişim kurmayı başarmıştı, nereye gitse el üstünde tutuluyordu. Bu tür akademik toplantılar Ahlat’ta ilk kez gerçekleştirildiği için Ahlat halkı büyük bir coşkuyla katılım sağlıyordu. Bu ilgi Ahlat dışından da konu ile ilgilenen kişilerin toplantılara katılmasını sağlıyordu.
      
Ahlat Kültür Haftası'nın Akademik Kadrosu
Ben de hiçbir şey aksamasın diye canla başla koşturuyordum. Sık sık  bir kat yukarıdaki odaya çıkıyor, gerekli olan malzemeyi alıp iniyordum.
      Bir çıktığımda odada işimi bitirmiş, kapıdan koridora adımımı atmıştım ki karşı sıradaki odalardan birinin kapısı açıldı, bir kişi çıktı, beni görür görmez ani olarak gerisin geriye dönerek odasına girip kapısını kapattı. Neden benden kaçmıştı, bir türlü izahını yapamıyordum.
      İşim çok yoğun ve acele olduğu için üzerinde fazla durmadan aşağıya indim. Bir süre sonra tekrar odaya çıkmam gerekti. Çıkarken aklıma biraz önceki olay geldi. Bu kez daha dikkatli ve gözlemci bir şekilde etrafımı kontrol ederek çıktım, çıkarken karşıdaki odaya kaçamak bir göz attım, kapısı aralık duruyordu.
      Neden açık diye biraz yaklaştım, oda numarasına baktım, 209 yazıyordu kapının üstünde. Unutulmuş olabilir düşüncesiyle  gene üzerinde fazla durmadan tekrar işimin başına döndüm.
       O gün çok verimli bir gün olmuştu, Sempozyum başarı ile tamamlanmış, faaliyetleri izleyen TRT ekibi izlenimlerini Ankara’ya iletmiş, bize de akşam haberlerinde izlemek kalmıştı.
      Akşam haberlerinde “Ahlat Kültür Haftası” haberleri tahminlerimizin çok üstünde bir genişlikte haber bülteninde yer bulmuştu.
      Bu mutluluğun yemek masasında keyfini çıkarıyorduk, derin bir sohbete dalmış, vaktin iyice ilerlemiş olduğunu fark etmemiştik. Ertesi gün diğer etkinlikler yapılacaktı, zinde ve dinlenmiş olarak kalkmalıydık düşüncesiyle konuklardan izin isteyerek odama çıktım.
      201 Nolu odanın kapısına geldiğimde, kapının açık olduğunu gördüm, bir tuhaflık olduğunu hissettim ve temkinli olarak usulca, sağa sola dokunmadan odaya girdim.
      Telefon etajerinin üzerinde bir oda anahtarı olduğunu gördüm, acaba ben anahtarı burada bırakıp çıkmış mıyım diye düşündüm, ama elimde bir anahtarlık vardı zaten. Yanlış mı almışım diye baktım, hayır benim elimdeki anahtar 201 Numaralı odanın anahtarıydı. Peki bu ne diye elime alıp baktığım anahtarlığın üzerinde 209 numarası yazıyordu.
      209 Numaralı oda ise odadan çıkıp beni görünce tekrar içeri giren kişinin odasıydı. İyice kuşkulanmıştım, ortada normal olmayan bir durum vardı ama  bu aşamada durumun ne olduğunu çözmek mümkün görünmüyordu.
      O dönem Ahlat Selçuklu Oteli’ni Osman Özyurt adlı Ahlatlı genç bir girişimci arkadaşımız işletiyordu. Kendisinin işleri çok yoğun olduğu için o sıralar İzmir’den tatilini geçirmek için gelen yakın arkadaşı Sıddık Azap idari işlerle ilgileniyordu. Hemen telefon edip yukarıya gelmesini istedim, gelince durumu anlattım, kapının açık olduğunu ve odada bulduğum 209 Numaralı odanın anahtarını ona uzattım.
      Şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu, böyle bir olayın olabileceği onun da aklına pek yatmıyordu. Birlikte olayı muhakeme etmeye başladık, ne olabilirdi? Hangi amaçla böyle bir eylem yapılabilirdi ki anlamakta zorlanıyorduk.
      Bu bir sabote eylemi miydi, yoksa bir gözdağı verme hareketi miydi anlamakta zorlanıyorduk. Her türlü olasılığa karşı önlem almalıydık, aklıma ilk gelen odaya herhangi bir patlayıcı madde konulup konulmadığı ve herhangi bir eşya ya da belgenin alınıp alınmadığıydı.
      Sıddık Hoca, olaydan polisi haberdar edelim mi diye sordu. Her olasılığa karşı, gecenin köründe bir panik havası yaratmamak için soğukkanlı davranmamız gerektiğini anlatmaya çalıştım. 
      Sıddık Azap ile  birlikte odaya kabaca göz gezdirdik, görebildiğimiz kadarıyla göze çarpan herhangi bir olumsuzluk görünmüyordu. İlk önlem olarak  her olasılığa karşı oteli terk etmem gerekiyordu.
      Sıddık Hoca beni ikna etmeye çalışsa da ben kararlıydım, otelden ayrılacaktım, ne var ki saatler iyice ilerlemiş ve elektrikler kesilmişti. Ahlat kap kara bir karanlığa bürünmüştü. O saatte bir araç bulmak mümkün değildi.
      Sıddık Hoca, o esnada otele gelen bir müşterisine rica ederek arabasının beni eve bırakmasını istedi.
      Durumun farkında olan yeni gelen müşteri itiraz etmeden  öneriyi kabul etti.
      El feneri ışığında odada yatakların üzerine serpilmiş ne kadar malzeme ve giysi varsa alel acele bir valize tıkıştırıp, panik halinde gecenin zifiri karanlığında eve doğru yola çıktık.  
      Elimde kocaman bir valiz, panik içinde, gecenin bir karanlığında kapıyı vurmaya başladım.  Hayret ve şaşkınlık içinde uyanan aile bireyleri kötü bir gelişmenin olduğunu sezmişlerdi. Yarım konuşuruz diye, gece vakti onları uykusuz bırakmamak için yere serilen bir yatağa uzanarak uyumaya çalıştım.
      Yaşadığım stres güzüme uyku girmesini engelliyordu, sabahın ilk ışıklarına kadar olayın muhakemesini yaptım. Uyuyamayacağımı anlayınca erkenden kalkıp giyinip, tıraş olduktan sonra otelin yolunu tuttum.
      Sıddık Hoca da benim gibi uyuyamamış, otelin lobisinde beni bekliyordu. Ben gece otelden ayrıldıktan sonra bir gelişme olup olmadığını sordum. Herhangi bir gelişme olmadığını, o kişinin, otel defterine mesleğini pazarlamacı olarak yazdırdığını, hesabını keserek erkenden otelden ayrıldığını söyledi.
      Olay geride kalmış, bir türlü aydınlatılamamıştı. Bu saatten sonra polise haber vermenin de bir anlamı yoktu. Aancak kafamızdaki sorular yanıt bulmuyordu.
      Bu basit bir hırsızlık olayı mıydı, yoksa, bu tür kültürel etkinlikleri engelleme adına yapılmış bir göz dağı verme hareketi miydi? Ya da olanı biteni anlama, geri planda nelerin olduğunu araştırma hareketi miydi?
      O dönemde bölgede sıkça görülen terör olayları ile bir bağlantısı var mıydı? Bölgede cirit atan istihbarat örgütlerinin bir bilgi edinme hareketi miydi yoksa?
      “Ahlat Kültür Haftası”nın akademik kadrosu içinde yar alan değerli araştırmacı Yazar Dr. Yaşar Kalafat’a durumu izah ederek, bu konudaki değerlendirmesini rica ettim, mantıklı bir  izahının olmadığını ifade etti.
      Olayı dallandırıp budaklandırmanın da bir anlamı kalmamıştı, “Ahlat Kültür Haftası” programının geri kalan kısmını  tedirgin ve endişeli bir biçimde tamamlayarak tüm ekibimizle bir başarıya imza atmanın mutluluğu ile Ankara’ya dönmüştük.

ORHAN SEVİMLİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


ORHAN SEVİMLİ
Orhan Sevimli
   Insan oğlunun kendi özgür iradesi ile tercihini yapma şansına sahip olmadığı en önemli etken ana-babasını seçememesidir. Bununun uzantısı olarak insanlar isimlerini de kendileri seçemiyorlar. Böyle olunca ister istemez kimi insanların isimleri ile fizyonomileri arasında  zaman zaman büyük çelişkilerin olduğunu görüyoruz. 
      Örneğin adamın adı Naif, fizyonomisine bakıyorsun naiflikle hiç mi hiç alakası yok. Ya da Nazik, nazik demek için bin tanık gerekiyor. Adı Yiğit olsun, kendisi cılızın teki…
      Bir de bunun tersi var, adı ile fizyonomisi veya karakteri cuk oturmuş. Adı Kibar ise, gerçekten de kibar mı kibar…
      Orhan Sevimli de bunlardan biri.  Adı ile hem karakteri hem de fizyonomisi birebir örtüşenlerden güzel bir örnek. Yüzünden akan sevimliliği net bir biçimde görebiliyorsunuz…
      Orhan Sevimli ile Ahlat Ergezen İlkokulu’nda birlikte okuduk, benden bir sınıf öndeydi. İlkokulu bitirir bitirmez Öğretmen Okulu’na kaydoldu. Kısa zamanda buradan mezun olup genç yaşta öğretmenlik mesleğine adım attı.
      Ben ise Ortaokula, oradan da Lise’ye gittim. Uzun yıllar yollarımız kesişmedi. İlk görev yaptığı yer Bitlis’in Merkez Köyü Başhan İlkokuluydu.
      Bitlis’in kışları bol karlı geçerdi, Küresel Isınma sonucu şimdilerde öyle kışları artık görmüyoruz. Bir kış günü Ahlat’a gitmek üzere Bitlis’ten bir kamyonla yola çıkmıştım. Yerde metrelerce kar ve şiddetli bir tipi vardı. Başhan’ın yakınlarına gelmiştik ki, kamyon artık gidemez olmuştu ve orada mahsur kalmıştık. Geri dönme şansımız da yoktu.
      Önümüzde iki seçenek vardı, birincisi Başhan’a adını veren eski ve büyükçe  binaya sığınmak, ya da çevredeki köy evlerinin kapısını çalarak tanrı misafiri olmak. 
      Böyle bir çıkmazda iken aklıma Orhan Sevimli’nin Başhan Köyü İlkokulunun iki öğretmeninden biri olduğu ve okulun lojmanında kaldığı geldi. Allahtan köy yolun hemen kenarındaydı. Çaresiz gidip kapısını çaldım, beni güler yüzle karşıladı, tipi nedeniyle mahsur kaldığımı  anlamıştı.
      Beni içeriye buyur etti, güler yüzü, sıcak ilgisi yüreğimi ısıttı. İki gün süreyle yemeğini benimle paylaştı. Öğretmen Okulu çıkışlı olduğu için o günün koşullarında almış olduğu eğitimin sonucu olarak, ilgimi çeken evinin temizliği, tertibi ve düzeni, yemek konusundaki bilgisi karşısında beni şaşırtmıştı. Orada kaldığım iki gün içinde ondan çok şeyler öğrendiğimi itiraf etmeliyim.
      Yol açılınca teşekkür edip ayrıldım, bir daha nerede ve nasıl karşılaşabiliriz diye hiç düşünmedim.
      Aradan yaklaşık bir yıl kadar bir süre geçmişti. Lise sonrası üniversite giriş sınavlarında başarılı olamamıştım. Önümdeki bir yıllık süreyi boş geçirmemek için boş olan öğretmen kadrolarından birine “Vekil Öğretmen” atanabilmem için Milli Eğitim Müdürlüğüne başvuruda bulundum.
      Bir süre sonra Ahlat’ın en uzak köylerinden biri olan Burcukaya Köyüne atamam yapıldı. Hemen gidip göreve başladım. Çok heyecanlıydım, kısa süre içinde köy halkı ve öğrencilerimle kaynaştım.
      Aynı derslikte beş sınıfa birden ders veriyordum. Sadece öğrencilerle değil, köylülerin de ufak tefek sağlık sorunlarına, resmi işlemlerine katkıda bulunuyordum.
      Köy yaşam koşullarına yavaş yavaş alışmaya başlamıştık. Artık hafta sonları köyler arasında ziyaret faslına başlamıştık.
      Hemen yanı başımızdaki Ovakışla (Purhus) Bucağı İlkokulunda Süleyman Çiçekçioğlu,  Kırıkkaya (Kers) İlkokulunda  Cengiz Çiroğlu, Alakır (Guştiyan) İlkokulunda Mahmut Köksal, (Sonradan yerine Coşkun Önder geldi)  Burcukaya (Mesik) İlkokulunda İlhami Nalbant, (Sonradan soyadımı Nalbantoğlu olarak değiştirdim.) Taşharman (Dabavank) İlkokulunda Adilcevazlı arkadaşımız Mehmet Dereli ve Dilburnu (Cizirok) İlkokulunda ise Orhan Sevimli görev yapıyorduk.
      Böylece Orhan Sevimli ile yollarımız  ikinci kez yeniden kesişiyordu.
      Bu köyler birbirlerine ortalama 1-2 saatlik yürüme mesafesindeydiler. Böyle olunca hafta sonları sırasıyla köylerden birinde toplanmaya başlamıştık.  6 öğretmen bir araya gelince çok neşeli, eğlenceli ortamları paylaşıyorduk.
      Dilburnu ile Burcukaya köyleri birbirlerine en yakın köylerdi. Böyle olunca ben ve Orhan sevimli diğer arkadaşlara göre daha yakın olduğumuz için daha sık görüşme fırsatı bulabiliyorduk.
      Orhan Sevimli  Köy Enstitülerinin uzantısı olarak görev yapan  öğretmen okullarında birinden mezun olmuştu.  İyi bir eğitim almış, deneyimli ve donanımlı bir öğretmendi. İtiraf etmeliyim ki kendisinden her konuda birçok şey öğrenmiştim.
      Hafta sonları bir araya gelir, birlikte yemekler yapar, hiçbir sosyal aktivitesi olmayan okul lojmanında vakit geçirirdik. Küçük bir radyosu vardı, oradan hem haberleri,  hem de o dönemin ünlü sanatçılarını dinlerdik.
      Bir hafta sonu gene birlikteydik, sabah kalktığımızda  her yeri karla kaplı olarak gördük, metrelerce kar yağmıştı. Benim Burcukaya Köyüne gitmem gerekiyordu. Orhan Sevimli gitmememi önerse de, öğrencilerimi öğretmensiz bırakmayı içime sindiremediğim için, sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra paçalarımı çorabımın içine sıkıca geçirdikten sonra vedalaşarak yola çıktım.
      Kar oldukça fazla olduğu için yürümek de o derece zordu. Attığım adım kara saplanıyordu, adımımı çıkarmak için zorlanıyordum.  Tüm bu zorluklara karşın yürümeye devam ettim. Allahtan benden önce biri buradan gitmiş ve iz bırakmıştı. O izi takip ederek Burcukaya’ya doğru ilerliyordum.
      Bir süre sonra etrafı sis bastı, görüş mesafesi oldukça azaldı. Bir iki metre önümü ancak görebiliyordum. Önümü göremeden bir süre yürüdükten sonra iyice yorulmuştum, adım atacak halim kalmamıştı. Ya gidemez burada kalırsam diye bir korku sardı içimi. Daha da ötesi, karşıma bir vahşi hayvan çıkarsa ne yaparım diye ürpermeye başladım. Zira yanımda ne bir çakı, ne de elimde bir sopa vardı. Bu olumsuz düşüncelerle kafamı iyice bulandırınca, azalan sislerin arasından bir karaltı gözüme ilişti. Bir anda etkisi altında kaldığım korkudan sıyrılarak daha dikkatle karaltıya bakmaya başladım. Sis rüzgarın da etkisiyle dağılıyordu, bir süre sonra Burcukaya İlkokulu’nun hemen yanıbaşında olduğumu gördüm. Sevincime ve keyfime diyecek yoktu.
      Aybaşlarında maaşımızı almak için yaya olarak Ahlat’a kadar yürürdük. Saatlerce yürüdüğümüz ıssız yolda akla hayale gelmez oyunlar oynayarak, şakalar, muziplikler yaparak gider, yolun nasıl bittiğini anlamazdık.  Özellikle yolumuzun üzerinde bulunan dere ve çaylardan geçerken suyun başında mola verir, yanımızda getirdiğimiz azıklarımızı dere kenarında yiyerek yaya yolculuğumuzu renklendirmeyi ihmal etmezdik.
      Kimi zaman yolumuzun üstünde bulunan Ovakışla’ya (Purhus) uğrar, Süleyman Çiçekçioğlu’nu da yanımıza alarak birlikte  Ahlat’a giderdik. Kimi zaman da gene yolumuzun üzerinde bulunan Kırklar Mahallesine uğrardık. Burada da günümüzde ünlü bir edebiyatçı olan Hikmet Altınkaynak öğretmen olarak görev yapıyordu, onu alıp yolumuza devam ederdik. Ahlat’ta Cumartesi ve Pazar günlerimizi ailelerimizle geçirir, çamaşırlarımızı yıkattırır, erzak ihtiyacımızı karşılar, Pazartesi sabah erkenden okulumuza, öğrencilerimize bir an evvel ulaşmak uçun yeniden yaya olarak yolu koyulurduk.
      Okulların tatile girmesinin ardından benim geleceğe dönük ideallerim olduğu için Ahlat’tan ayrılmam gerekiyordu. Ankara’ya yüksek öğrenim için gelmiştim. Orhan Sevimli ile uzun süre birbirimizle görüşme fırsatı bulamamıştık.
       Aradan uzun yıllar geçti, Orhan Sevimli çeşitli yerlerde görev yaptıktan sonra İstanbul’a tayin edilmişti. Zaman zaman İstanbul’a gitmeme karşın bir türlü görüşme olanağı bulamamıştım.
      Yaklaşık olarak yarım yüzyıllık bir aradan sonra bir gün Orhan Sevimliyi arayıp hatırını sorayım dedim. Belki güzel anılarımızı hatırlar tadını çıkarırız diye düşünüyordum.
      Birkaç kez telefonla aradım yanıt alamadım. Umudumu kesmiş, başka arkadaşlar vasıtasıyla ulaşayım diye düşünüyordum. Son bir kez daha şansımı deneyeyim diye düşünerek tekrar aradım. Bu kez telefon açıldı.  Alo sesini duyar duymaz, hiç aklımda yokken spontane olarak birden bir muziplik geldi aklıma;
      -Alo… Orhan Sevimli Hocayla mı görüşüyorum?
      -Evet buyurun Orhan Sevimli benim.
      -Hocam,  sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Ben sizin Cizirok Köyünden öğrencinizim. Bir hatırınızı sormak için arayayım dedim.
      -Adın nedir senin?
      -İlhami Nalbantoğlu Hocam.
      -Benim İlhami Nalbantoğlu adında bir öğrencim yok, dedi ve telefonu şak diye yüzüme kapattı.
      Anladım, bir anda hatırlayamadı. Biliyorum, sonradan hatırlayacak ve çok üzülecekti. Üstelemedim, kendi kendime bunun bir gün devamı gelecektir, bekleyelim bakalım ne olacak dedim.
      Aradan çok geçmedi, birkaç ay sonra, her ikimizin de yakın dostu ve arkadaşı olan Nimet Kürümoğlunun vefat haberini aldım. Ertesi gün cenazesi Ataköy Camisinden kalkacaktı. Gece hareket edip cenaze törenine yetiştim.  O üzüntü içinde Orhan Sevimli ile karşılaşacağım aklıma gelmemişti. Kalabalığın içinde birden karşı karşıya geldik. Birbirimize sarılıp taziyelerimizi bildirdik. Ben daha ağzımı açmadan yanımızdaki yakın diğer arkadaşlarımıza beni şikayet etti:
      -Bu var ya bu, bana nasıl numara yaptı bilemezsiniz. Ve o yaslı ortamda gene bana takılmadan duramadı. O dönemde Burcukaya Köyünden benim öğrencilerimden birinin Avukat olduğunu anlatarak beni onore ediyordu.
      Orhan Sevimli, aynı Orhan Sevimliydi.  Yüzündeki sevimlilik ve yüreğindeki sıcaklık yılar evvel olduğu gibi aynen yerini koruyordu.

ÜSKÜDARIN EZANLARI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


ÜSKÜDAR’IN  EZANLARI
İstanbul'un En Güzel Camilerinden Biri
 Ezan, İslam dininde günde beş vakit kılınması gereken namaz vaktinin geldiğini bildirmek ve Müslümanları namaz kılmaya davet etmek  için görevlendirilen müezzinin yüksek bir yere çıkarak yüksek sesle okuduğu kutsal sözlerdir.
      Görüleceği gibi ezan kültüründe iki yükseklik  kavramı ön plana çıkmaktadır.  Yüksek yer sorunu, ibadet alanları olan camilerin yanı başlarına “minareler”  inşa edilerek çözümlenmiş, yüksek ses ise, insan ruhunu okşayan güzel sese sahip,  özel olarak eğitilmiş  “müezzinler” ile  ezanlar kutsal ve ilahi bir senfoniye dönüştürülmüştür.
      Ezan, gelişigüzel, herkesin kafasına estiği gibi okunan bir metin değildir. Bunun için ünlü müzik üstatlarının besteledikleri makamlarda okunması gerekmektedir. Örneğin:
      Sabah Ezanı, Saba,
      Öğlen Ezanı, Rast,
      İkindi Ezanı, Hicaz,
      Akşam Ezanı, Eviç ve Segah,
      Yatsı Ezanı. Uşşak ve Beyati makamlarında okunur.
      İslami literatürde sıkça söylenen bir söz vardır. “Kur’an, Mekke’de geldi, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı.”
      Kahire’de okundu ifadesinde kastedilen, gerek Kur’an’ın, gerekse Ezan’ın okunmasında Kahireli “Hafız” ve “Müezzin”lerin bu görevi yerine getirirken sergiledikleri üstün niteliktir.
      İstanbul’da yazıldı ifadesinden kastedilen ise, Kur’an’ın yazılmasında Türk Hattatlarının,  Dünya ölçeğinde benzeri görülmeyen bir biçimde yazıyı sanata dönüştürmenin emsalsiz örnekleridir.
      Esas olan, ezanın güzel ve yanık sesli müezzinler tarafından yalın sesle okunmasıdır. Ne var ki günümüzde bu mümkün değildir. Teknoloji bu alana da müdahale etmiş, ses yükselticiler ile ezan okumak vazgeçilmez bir hal almıştır.
      İnce bir zevk ve derin bir tefekkürün ürünü olarak asırlar boyunca olgunlaşan ezan kültürü bugün neredeyse unutulmuş durumda, rahatına düşkün müezzinler,  günde beş vakit minareye  çıkıp ezan okuyup inmeyi kendileri için ağır bir yük olarak kabul edip, minareye çıkmak yerine, caminin içinden mikrofonu ele alıp, cızırtılı ve gürültülü bir mekanik sesle ezan okumayı adet haline getirmişlerdir.
      Birkaç caminin  birbirine yakın mesafelerde olduğunu düşünün, her minareden yükselen bu cızırtılı mekanik sesler birbirine karıştığında ortaya dayanılmaz bir ses kirliliği çıkmaktadır ki, bu da ezanın uhreviliği ile etkileyiciliği ile müzik zevkiyle taban tabana zıt bir durumu ortaya koymaktadır.
       Evet, ezanın bir davet, bir çağrı olduğuna dair vurgular her zaman dile getirildi. Ancak ezan bir davet olduğu kadar aynı zamanda modern tıbbın terimleriyle söyleyecek olursak bir terapi olarak görülmekteydi. Bu da onun etrafında estetik kaygılarla zaman içerisinde oluşmuş "ezan kültürü" sayesinde oluyordu.
      Birbirine karışmış ses karmacası içinde herhangi bir terapiden söz etmek mümkün olabilir mi?
      Ezanın icrasının önemsendiği  dönemlerde onun tekdüze tekrarlanan bir çağrı olmaması ve ruhunun zenginleştirilmesi amacıyla her vaktin ezanının  ayrı bir makamda okunması gibi bir ince düşüncenin yanında günümüzdeki rahatsız edici uygulamanın bu konudaki duyarsızlığın bir ürünü olduğunu unutmamalıyız.
      İnce bir zevk ve derin bir tefekkürün ürünü olarak asırlar boyunca olgunlaşan ezan kültürü bugün neredeyse unutulmuş durumda.   Ezanın nasıl okunacağını tartışan bizlerin böylesine tarihsel ve estetik bir mirasa rağmen hâlâ sorulara tatmin edici bir cevap verememiş üzücüdür.
      Geçtiğimiz günlerde bazı nedenler sık aralıklarla  İstanbul’a gitmek durumunda kaldım. İşim bittikten sonra Ankara’ya dönmek için otobüs bileti almıştım.  Hareket saatine yakın Üsküdar’dan servis aracına binecektim. Servisin kalkmasına 25-30 dakikalık bir zaman vardı. Mihrimah Sultan Camisi’nin önündeki çay bahçelerinden birine oturmuştum. Çayımı yudumlarken kulağıma gelen hışırtılı bir sesten ezan okunacağını anladım.
      İçimi bir korku sardı, eyvah dedim, şimdi  çevredeki bütün camilerden de ezan sesleri gelecek ve Üsküdar Meydanı’nda birbirine karışan  ve hiçbir şey anlaşılmayan ezan sesleri kim bilir ne kadar canımı sıkacak.
     
Mihrimah Sultan Camii
Caminin birinden gelen “Allahu Ekber, Allahu Ekber, Lailaheillallah” sesi tüylerimi diken diken etti. Yarabbim bu ne güzel ses, bu güzel icra, ezan sesi iliklerime işledi, oradan beynime nüfuz edip beni mest eyledi.
      Hala korkuyorum, ya diğer caminin ezan sesi bunu  tılsımı bozarsa? Korktuğum olmadı.
      Şaşırmıştım!
      Allah Allah, bu duru, güzel ruhumu okşayan ezan sesini üstünü örten başka bir ezan sesi gelmedi. Duyduklarıma inanamadım. Birkaç saniye sonra  karşıdaki caminin minaresinden başka bir müezzinin okuduğu en az önceki kadar, güzel ve güzel icra ile
      “Allahu Ekber, Allahu Ekber” sesi geldi, bu sesin de üstüne herhangi bir konmadı.
      Bu iki ses arasında sıkışıp kalmıştım, hangisi daha güzeldi acaba, karar veremiyordum. Birbirleyiyle tahmin edemeyeceğim kadar büyük bir rekabet yaşanıyordu sanki. Sıra ilk okuyan müezzine gelmişti.
      “Eşhedü en la ilahe illallah”
      Şoktaydım. Başkalarından duysaydım, asla inanmazdım, ama kendi kulaklarımla dinliyordum.
      Hani Kur’an Kahire’de okunmuştu, Kahire’de bu kadar beni benden alan bir ezan sesi duyacağımı hiç mi hiç tahmin etmiyorum.
      Helal olsun benim insanıma, beni benden alan bir model koydu önüme, akıl ile bilgi ile…
      Bu model örnek alınmayacak mı, bu uygulama yurt geneline yayılmayacak mı? Hep böyle, birbirinin üstüne basan, ne dediği anlaşılmayan ses karmaşasını dinlememek için kulaklarımızı tıkamaya devam mı edeceğiz?
      Kendimi oturduğum taburenin üstüne bıraktım adeta, bu kutsal ve ilahi senfoniyi, iliklerimde, yüreğimde, beynimde hissederek dinlemeye başladım.
      “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah”
      Allahım şükürler olsun sana, demek ki böyle de okunabiliyormuş. İnsanların başını döndürebiliyormuş mübarek ezan-ı Muhammedimiz.
      “Hayye ale’s Salah”
      Bekliyorum, tadına varıyorum, içime sindiriyorum, mest oluyorum, yanıyorum, tutuşuyorum, şükrediyorum, böyle bir güzellik olabilir mi diye düşünüyorum, düşünüyorum.
      “Hayye ale’l Felah”
      İki sesi birbirinden ayıramıyorum, hangisi daha iyi diye, işin içinden çıkamıyorum. Acaba ikisini aynı kişi mi okuyor diye düşünüyorum.
      “Allahu Ekber, Allahu Ekber”
      Yığılıp kalmışım tabureye, sonuna yaklaştığımızı düşünüyorum, bitmesin istiyorum.
     “La ilahe illallah”
      Bu ilahi  senfoni sona ermişti, yerimden doğrulamıyordum, bir daha böyle bir hazzı nereden bulacaktım.
      Bir süre sonra servisim geldi, isteksiz adımlarla binip otobüs terminaline geldim. Mutlu bir gün geçirmiştim, Ankara’ya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Hayal alemindeydim.
      İçimi bir korku sarıyor, ya Ankara’ya gidince ben ne yapacağım. Böyle bir güzelliği orada bulabilecek miyim?
      Ne ikamet ettiğim Çankaya’daki camilerden, ne de işyerimin olduğu Sakarya Caddesi’ndeki camilerden gelen ve birbirine karışan ezan seslerini duyup kahrolmayacak mıyım?
      Şimdi derin derin düşünüyorum, bu güzelliği yaptıkları için kime teşekkür etmem gerek?
      -Diyanet İşleri Başkanlığına mı?
      -İstanbul Valiliğine mi?
      -İstanbul Müftülüğüne mi?
       -İstanbul Büyük Ş. Belediye Başkanlığına mı?
      -Üsküdar Belediye Başkanlığına mı?
      -Üsküdar Kaymakamlığına mı?
      -Üsküdar Müftlüğüne mi?
      -Hepsine mi?
      -Yoksa başka birine mi?
      Bilmiyorum.
      Ama bu üstün fikri kim ortaya koyduysa ona teşekkür borçluyum. Sadece ben değil, bu güzelliği tadan, özümseyen her kes teşekkür etmeli.
      Teşekkür etmeliyiz ki bu güzel uygulama yurt sathına yayılsın, bu güzellik paylaşılsın.
      Üsküdar’da sergilenen bu ilahi senfoninin Türkiye’nin başka yerlerinde ya da İstanbul’un başka semtlerinde uygulanıp uygulanmadığına dair bir bilgiye rastlamadım.
      Gönül arzu eder ki bu güzellikten tüm insanlık yararlansın.
      İstiklal Marşımızın yazarı ünlü şairimiz Mehmet Akif Ersoy ne kadar güzel söylüyor.
    “Ruhumun senden ilahi, şudur ancak emeli,
      Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli
      O ezanlar ki şahadetleri dinin temeli
      Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”
      Mehmet Akif Ersoy’un   dilek ve temennisi ibadet yerlerinin göğsüne düşman elinin vatanın birlik ve bütünlüğüne olduğu gibi minarelerimizden okunan ezanların da ilelebet Yurdumuzun azerinde tıpkı Üsküdar minarelerinden okunduğu gibi güzel ve insanın yüreğine, beynine işleyecek şekilde  icra edilmesidir. 
      Ezan sesleri yurdumuzun üstünde inledikçe şehitlerimizin ruhları şad olacaktır. Ezan sesi sadece yaşayanlara değil, ölülere hatta onların mezar taşlarına bile tesir eden yüce bir anlam taşır. Şehit atalarımızın her şeyden arınmış ruhları yerden fışkıracak, ezan sesiyle ayağa kalkacaktır.
      Bu güzel uygulamada emeği olan her kesi yürekten kutluyorum. İlgililere sesleniyorum, lütfen bu uygulamayı yurt geneline yayınız.
      Türk Ulusu bu güzelliği hak ediyor…