21 Aralık 2018 Cuma

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, DURUM-ARALIK 2018


DURUM ARALIK-2018
     Değerli Okuyucularımız,
     25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak belirlenmiş.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1999 yılında bu tarihi ilan etti.
      Aradan uzun bir süre geçmiş olmasına karşın bu alanda bir mesafe alındığını söylemek mümkün değil.  Ülkemizde kentli kadınların yüzde 37’si, kırsalda yaşayan kadınların da yüzde 39’u yaşamının bir döneminde fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığını söylüyor.
      Ülkemizde geçtiğimiz yıl 290 kadın öldürüldü, bu yılın ilk 327 gününde öldürülen kadınların sayısı 218’dir.
      Bu olumsuz gelişmeler karşısında, tüm dünyada olduğu gibi Ülkemizde de son iki yılda kadın hareketi önemli gelişmeler gösterdi. Bu gelişme susmayan kadınlar tarafından alındı. Dünyanın dört bir yanından kadınlar maruz kaldıkları taciz 
      İfşa edilen pek çok ünlü, güçlü ve zengin erkek işinden oldu, yargı karşısına çıktı. Dünya ölçeğinde büyük üne sahip kişiler hapse atıldı.
      Buna karşın bir gerileme oldu söylenemez.
      Saygılarımızla…

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, AHLAT'IN DOĞASINA KIYMAYIN

AHLAT’IN DOĞASINA KIYMAYIN
PLANSIZ VE ÇARPIK YAPILAŞMA TARİHİ DOKUYU VE
DOĞAL ESTETİĞİ TEHDİT EDİYOR…

Ahlat'tan Muhteşem Bir Görünüm
İçinde yaşadığımız cennet vatanımız Anadolu’nun kapılarının ilk defa Türklere açılmasında çok önemli tarihi bir misyonu üstlenmiş bulunan Ahlat’ın azametli geçmişinden günümüze kalan eşsiz güzellikteki tarihi eserler ve muhteşem doğa güzelliği, plansız ve çirkin bir yapılaşma tehdidi karşısında risk altına kalma aşamasına girmiş bulunmaktadır.
Aynı zamanda çok önemli bir turizm kenti olan Ahlat’ın gelecek vadeden potansiyelinin tehdit altında kalmaması için bu olumsuz gelişmenin durdurulması gerekiyor. Özellikle kıyı yağmacılığı ile Ahlat’ın geleceğinin karartılacağı hususu, tarihe ihanet edildiğini göstermektedir. 
Bu cenneti cehenneme çevirenlere engel olunuz
Lütfen, geçmişimize, tarihimize sahip çıkmak adına bu cenneti cehenneme çevirenlere engel olunuz. Tarihin bize korumak için emanet ettiği Ahlat’ın bu feryadına kulak veriniz.
Geçmişte başka yerlerde yaşanan benzer ihanetlerin Ahlat’ta yaşanmasına fırsat vermeyiniz.
Kentin tarihi dokusu ile turistik özelliğinin maruz kaldığı bu tehdidin engellenmesinin bir vatan görevi olduğunu unutmayınız…

20 Aralık 2018 Perşembe

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, KÜFREVİZADELER-I

KÜFREVİZADELER-I
Elli’li yılların ortalarında Ahlat Kaymakamı Mazlum Yegül, Erkizan Mahallesi’nin çehresini
Soldan Sağa,  Selim, Melih Cesim, Emre ve Sefa Küfrevi
değiştirecek, o günün koşullarına göre çok modern bir kent yapılanması faaliyetlerine girişmişti. Yeni açılan caddenin iki yanına dükkanlar, ortalara doğru bir kent meydanı ve Van Gölü’ne hakim bir tepede de Ahlat Parkı’nı yaptırıyordu. O sıralarda Ahlat’ta sürgünde bulunan Manisalı Şevket, Ahlat Parkı’nın peyzajını yapıyordu. Yamlar mevkiinden getirilen doğal çimlerden çiçek tarhları yapılıyordu.
      Parkın ortasına “Van Gölü’ şeklinde bir havuz yapılmış ortasına da bir fıskiye yerleştirilmişti. Bu yeni yapılanma Ahlat’ı çevre il ve ilçelerden farklı kılıyordu.
       Güzel bir sonbahar günüydü, öğlen saatlerinde yeşil bir pikap, Abdullah Nalbant Usta’nın, Mazlum Yegül Caddesi üzerindeki dükkanının önünde durdu. İnen yolcular, dükkanın önündeki küçük taburelere oturdular. Çevredeki çocuklardan biri, dükkanın arkasındaki boşlukta nalbantlık yapan Abdullah Usta’ya  “Misafiriniz geldi” diye haber verdi, yere yatırdığı öküzün nallarını çaktıktan sonra ellerini yıkayan Abdullah Nalbant Usta, misafirlerine hoş geldin demek için dükkanın önüne geldi. Alçak taburelerde oturanlardan kendi yaşında olan birinin büyük bir saygı ifadesi göstererek elini öptü, diğerleriyle de tokalaşıp, elini öptüğü insanın yanında, kendisi için ayrılan boş tabureye oturdu.
      Karşılıklı hal hatır sormalardan sonra, Abdullah Nalbant Usta, dükkanının hemen karşısındaki dükkanda çaycılık yapan Kahveci Osman’a yüksek sesle seslenerek misafirlere çay getirmesini söyledi.
Abdullah Nalbant Usta
Abdullah Nalbant Usta’nın misafirlerini gören dükkan komşuları, Bakkal Salih Gogo, hemen bitişiğindeki Kasap Musa Dayı, onun bitişiğindeki Sebzeci Abbas, tam karşı dükkandaki Bizim Berber İdris Bayındır, az ötedeki komşu Yunus’un Şevket ve diğer komşular, teker  teker gelip aziz misafirin elini öpüp, kendi dükkanlarının önünden getirdikleri taburelere oturarak sohbete  katılıyorlardı.
      Kahveci Osman, getirdiği çayları konuklara dağıtıyor, yeni gelenleri gördükten sonra gidip onlara da çay getiriyordu, o gelinceye kadar başka komşular gelip sohbete dahil oluyorlardı.
      Her ne kadar sohbet desek de aslında sohbetten çok farklı bir ortam vardı, ortadaki kişi konuşuyor, etraftakiler, huşu içinde onu dinliyorlardı. Hiçbir kimseden çık dahi çıkmıyordu. Çok seyrek de olsa arada çekinerek soru soranlar da yok değildi.
      Konuşan kişi, dünyada ve Türkiye’de olan bitenden, yeni gelişmelerden, insani değerlerden, iyilik yapmaktan, eğitimin öneminden, çocukların okutulmasından, hastalıklardan, yeni çıkan ilaçlardan, kendi seyahatlerinden, yolculuk sırasında karşılaştığı ilginç olaylardan söz ediyordu.
      Bir süre sonra konuklar kalktılar, sırasıyla herkesle tokalaşıp, pikaba binmek üzereyken  asıl konuk olan kişi birden bana doğru geldi, cebinden bir şey çıkarıp bana uzattı. Çekinerek aldığım şey şekerdi, utanarak elimde gizledim, konuklar pikapla uzaklaştıktan  sonra ilk işim kağıdını açıp yemek oldu. İlk kez yediğim bir şekerdi, çok hoşuma gitmiş, tadı damağımda kalmıştı.
      Aradan 10-15 gün kadar geçmişti, çarşının diğer ucundan babamın dükkanına doğru gelirken, dükkanın önünde yeşil pikabın durduğunu gördüm. Aynı kişilerin geldiğini  ve bana gene şeker verebileceklerini düşünerek koşar adımlarla dükkanın önüne geldim. Ortada oturan, kısa boylu, güler yüzlü kişi aynıydı ama yanındakiler farklı kişilerdi. Gene komşular toplanmış, çaylar söylenmişti. Ortadaki kişi gene konuşuyor etraftakiler dinliyorlardı. Usulca yaklaştım, kenardan olup bitenleri seyrediyordum. Bir süre sonra gene kalkıp etraftakilerle vedalaşıp pikaba bineceklerken gene bana o sıcak elden bir şeker uzatılmıştı. Ve ben gene bir şekerden çok mutlu olmuştum.
      Bu kez belleğime kaydetmiştim, o güler yüzlü, sevecen ve her seferinde bir şekerle minik kalbimde kendine bir yer edinen kişiyi. Bu kez pikabının plakasını bile ezberlemiştim. 13 AC 65
Cesim Küfrevi
      Bir ayda ya da iki ayda bir bu buluşma gerçekleşiyordu, her seferinde bir şeker benim vazgeçilmezim olmuştu. Bu yüzden yaşım büyüdükçe ilgim de o derece büyüyordu. Hatta sorgulama aşamasına bile gelmiştim. Artık bazı şeyleri babama sorarak öğrenmeye başlamıştım, Cesim Küfrevi’ydi.
      Cesim Küfrevi, Ailesi’nin en büyüğü olan tarihe iz bırakan Muhammed  Küfrevi’nin 4. Kuşaktan torunudur.
      Muhammed Küfrevi,  1775 Yılında Siirt’in   Küfra köyünde  dünyaya geldi. Babası Medine’den hicret eden Şeyh Yusuf İzzeddin El Bağdadi’dir. Annesi ise Seyyide Halide Hanımdır. Muhammed Küfrevi 6 yaşında hafızlığını tamamlamış ilk icazeti babasından alarak başladığı ilmi tahsilini değişik medreselerde sürdürmüştür.
      Muhammed Küfrevi’yi medrese eğitimi sırasında diğer arkadaşlarından ayrıcalıklı kılan ve onun öne çıkmasını sağlayan olay şöyle anlatılır.
      Eğitim gördüğü medresenin bazı ihtiyaçları çevredeki komşular tarafından karşılanmaktadır. Bunlardan birisi de aydınlanma için kullanılan gaz lambalarına konulan  gazyağıdır. Medrese öğrencileri sırasıyla komşu evleri dolaşıp gazyağı temin ederek  medreseye getiriyorlardı. Sıra Muhammed Küfrevi’ye geldiğinde şişeyi alıp  komşulara gitmek yerine hemen yakındaki çeşmenin başına gidip,  önce abdest aldığını, sonra da iki rekat namaz kıldıktan sonra, yanında  götürdüğü şişeyi suya daldırıp, ağzına kadar doldurduğu ve medresenin yolunu tuttuğu arkadaşları tarafından görülür. Buna inanmakta zorlanan medrese arkadaşları, ikinci nöbet sırasında takip ederler ve gerçeğin böyle olduğuna tanık olurlar. Bu kez çeşme suyunun gazdan daha berrak bir alevle yandığına inanamazlar. Durumu Tekke sorumlusuna anlatırlar. O da konuyu Muhammed Küfrevi’nin hocasına iletir. Hoca durumu Muhammed Küfrevi’ye söyler. Muhammed Küfrevi; “Hocam bu  doğru olamaz, bu fakir ve acizden böyle bir şey mümkün   olabilir mi?” diyerek tevazu gösterir. Fakat Hocası durumu kavramıştır, konuyu uzatmaz ve şöyle der: “Evladım, benim sana verebileceğim bir ders kalmamıştır, sen gönlündeki yere gelmişsin artık.”  diyerek acziyetini belirtir.
      Buradan ayrılan Muhammed Küfrevi,  Seyyid Taha’nın  adlı hocasının yanında  eğitimine kaldığı yerden devam eder.
      Muhammed Küfrevi, evlilik  çağına gelince ailesi onu değerli bir şahsiyetin kızı olan Baziğa  Hanım ile evlendirir. Bu evlilikten  Abdullah ve Abdurrahman adlarında iki oğlu olur. Abdullah küçük yaşta hastalanarak vefat eder. Daha sonraları eşini de kaybeder. Bu sırada Hocası Seyyid Taha, artık Bitlis’e gitmenin zamanının  geldiğini işaret ederek  onu Bitlis’e yönlendirir.
      Bitlis’e gelen Muhammed  Küfrevi, Kızılmescit Mahallesi’nde bir ev kiralayarak burada dergahını açar. Bitlis’te büyük bir ilgi ile karşılanır.  Erkekler kadar Bitlisli hanımların da ilgisini çeker, bunun için vefat eden eşinin bıraktığı boşluğun  ortadan kaldırılması için dileklerini dile getirirler.   Yaşamının en olgun dönemindedir. Artık 50’li yaşlarına gelmiştir, eşinin ve oğlunun yokluğunun verdiği boşluğun  evlenmek suretiyle doldurulması önerilerine  tebessümle karşılık vererek “Allahu Teala miyesser ederse” der ve konuyu geçiştirir. Ancak baskılara fazla direnç gösteremez ve  bir süre sonra aynı mahallede ikamet eden  Bitlis Eşrafından Emin Efendi’nin Fatima adlı kız kardeşi ile ikinci evliliğini yapar.
      Bu evlilikten dört erkek çocuğu olur.  Abdulhadi, Abdulbari, Abdulhalik ve Abdulbaki ismindeki oğulları da  babalarının denetiminde ilmi eğitimlerini alıp, babalarının izinde hizmetlerine devam ederler.
      Muhammed Küfrevi, yaşamı boyunca  başta Osmanlı Devlet adamları olmak üzere  çevrede vatan hizmetinde bulunan idari ve askeri şahsiyetlerle iyi ilişkiler içinde bulunmuş ve derin izler bırakmıştır. Muhammed Küfrevi’nin bu tavrı, kendisinden sonraki kuşaklar tarafından da önemsenmiş, benimsenmiş ve bir ata tavsiyesi olarak geleneksel hale getirilmiştir.
      Muhammed Küfrevi, yaşadığı dönem içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahlarından II. Abdulhamit  ile aralarında yakın bir dostluk bağı vardı.  Muhammed Küfrevi, 123 yıllık uzun  ve çevresine ışık saçan bir ömürle, binlerce müridine hizmet etmiş, üç yüzden fazla halife yetiştirmiş bir kişi olarak 1898 Yılında Yaradan’ının yanına intikal etmiştir.  Vefatının ardından aynı yıl II Abdulhamit,  Muhammed Küfrevi’ye olan saygı ve sadakatini perçinlemek için   bir türbe yapılması emrini vermiştir.
Küfrevi Türbesi
      Küfrevi Türbesi, Padişah’ın özel olarak görevlendirdiği İtalyan Mimar Alberto tarafından inşa edilmiştir.  Mimari tarzı bakımından bölgede benzerlerine rastlanmamaktadır. Tamamen İtalyan mimari tarzı ile inşa edilen türbenin Bizans eserlerindeki sütun yapısı ve vitraylar dikkati çekmektedir. Türbenin iki kanatlı giriş kapısı, altın ve gümüş süslemelerle bezenmiştir. Çok değerli kısımlarının Rus işgali sırasında Moskova’ya götürüldüğüne dair söylemler bulunmaktadır. Türbenin iç kısmında, giriş kapısının hemen üstünde Muhammed Küfrevi’nin yaşlılık dönemlinde Camiye götürülmesini sağlamak amacıyla yaptırılan “tahtırevan” orijinal şekli ile korunmaktadır.
      Sekizgen gövdeli türbede her yüz, hafif bir dışbükey biçimlenme göstermektedir.  Doğu yüz dışındaki köşelere dar başlıklı, silindirik bir sütünce yerleştirilmiştir. Sütüncelerin taşıdığı kuşak bütün gövdeyi dolanmaktadır. Kubbe eteğindeki saçak kornişi ve  pencerelerdeki silme vitray düzenlemeleri ile hareketli bir görünüm oluşturmaktadır.
      Yapı, asıl türbe mekanı ile bunun doğusunda uzanan dört kubbeli revaktan oluşmaktadır. Kubbe ile örtülen ana yapının doğusunda kare planlı ve kubbeli giriş mekanı yer almaktadır.
      Bu türbede, Muhammed Küfrevi’nin yanı sıra muhterem eşleri Fatima Hanım, oğulları Abdülhadi, Abdülbari ve Abdülbaki Efendiler, Torunu Nesim Efendi, Torununun çocukları Cesim Efendi ve Vesim Efendi, bir diğeri ise Cesim Efendi’nin muhterem eşleri Naciye Hanım’ın kabirleri yer almaktadır.

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, Veyis BABACAN

                      VEYİS BABACAN
      60 ‘lı yılların başında Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde eğitimime devam etmek için
Ayaktakiler Soldan Sağa
Orhan SEVİMLİ, Nahit KÖSE, Maksut ALÇİÇEK,
Mustafa SAYIN, İlhami NALBANTOĞLU, Veyis BABACAN,
Nebi ERTEKİN, Selami SANCAR
Oturanlar Soldan Sağa
 Necmi KOCA, Necati AKBAŞ, Özer YILDIRIM,
Yaşar KÖSE, Nevzat BİLGİÇ

 
Diyarbakır’a geldiğimde, burada okuyan Ahlatlı gençlerin sayısı iki elin parmak sayısını geçmiyordu. Yaş sırasına göre sıralayacak olursak, Azmi Ergezen, Tuncer Aydoğan, Feyzullah Tekin, Ziya Gökalp Lisesi’nde, Mehmet Aksoy ile Veyis Babacan Öğretmen Okulu’nda, isimlerini hatırlayamadığım biri Kırklarlı, diğeri Sorlu iki ağabey de Tekniker Okulu’nda okuyorlardı.  Bunların dışında Ercişli olduğu halde biz Ahlatlılarla çok sıkı fıkı olan Basri Kürüm’de Diyarbakır Koleji’nde okuyordu.

      Veyis Babacan’ı o dönemde tanımıştım. Öğretmen Okulu’nun basket sahası olmadığı için Ziya Gökalp Lisesi’nin basket sahasına antrenman yapmak için gelirdi. Ben basketten hiç anlamazdım, bana ısrarla ona eşlik etmemi isterdi, benim alanım barfiks olduğu için hiç yaklaşmazdım. Ama büyük bir zevkle onun tek başına basket antrenmanını sonuna kadar zevkle izlerdim.
      Geç yaşta baskete başlamış olmasına karşın bu spora karşı büyük bir sevgisi ve bedensel bir uyumu olduğunu o yaşlarda ben bile anlayabiliyordum. Basket sporuna çok yatkındı hareketlerinde bir incelik, bir zarafet ve bir naiflik olduğunu görüyordum. Onun ileride iyi bir sporcu olabileceğini düşünüyordum. Ne var ki koşulların buna izin vermediğine tanık oldum. Tatil için Ahlat’a gittiğimizde de zaman zaman onun Ahlat Ortaokulu’nun basket sahasında tek başına antrenman yaptığına tanık oluyordum.
      Sömestri tatili yaklaşıyordu, Ahlat’a gidecektik, o sıralarda minibüsünü tamir için Diyarbakır’a gelen İrfan Akın, birkaç gün bizi bekledi, tatil başlayınca hep birlikte minibüsle Diyarbakır’dan yola çıktık. Basri Kürüm ve Adana Ziraat Meslek Okulu’nda okuyan Zeki Çınar da bize katılmışlardı.
      Tadına doyulmayacak eğlenceli bir yolculukla Ahlata doğru yol alıyorduk. Tatvan’a geldiğimizde yollar tipiden kapanmıştı. Bizim minibüsümüz de dahil olmak üzere tüm araçlar oldukları yere sabitlenmişti. Akşam karanlığı basmıştı, gece araçta kalmamız mümkün değildi. Başta minibüsçü İrfan Akın olmak üzere büyüklerimiz bir çıkar yol bulabilmek için çırpınıyorlardı.
      Tatvan’ın girişindeki benzincinin önünde mahsur kalan minibüsten inerek, yaklaşık bir kilometre mesafede bulunan Osman Ayber’in  sahibi olduğu “Ayber Palas” oteline gitmek üzere çantalarımızı da alarak boyumuzu aşan karların içinde düşe kalka yola koyulduk. Otele geldiğimizde beklemediğimiz bir kalabalıkla karşılaştık, çeşitli yerlerde mahsur kalan insanlar da bizim gibi oraya sığınmışlardı. Her yer tıklım tıklımdı, adım atacak bir karışlık bile yer yoktu. Ortada kalmıştık,  uykusuz, yorgun, bitkin ve açtık.
      Tatvan’da yaşayan Ahlatlı hemşehrilerimiz bu zor durumun farkındaydılar, Ayber Palas Oteli’ne gelmiş, burada mahsur kalan insanları evlerine konuk etmek için bekliyorlardı. Bizim sayımız fazla olduğu için tek bir yere gitmemiz uygun değildi. Bu sırada Veyis Babacan,  yakın bir akrabasının evinin burada olduğunu, kendisi ile birlikte üç kişiyi buraya götürebileceğini söyledi ve  seçimi kendisi yaptı.
      Ben, Zeki Çınar, Basri Kürüm ve Veyis Babacan çantalarımızı yüklenip Ayber Palas’tan çıkarak karlara düşe kalka İskele Mahallesi’ne doğru yola çıktık. Veyis Babacan’ın akrabası olan bir eve gelmiştik. İçeriye girdiğimizde,  bizi sobası gürül gürül yanan bir odaya aldılar. bizim için hayal bile edemeyeceğimiz bir ortamdaydık. Her birimiz kendimizi bir köşeye atmıştık, gerisini hatırlamıyorum. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, yaşlıca bir teyze beni uyandırıyordu. Gözlerimi açtığımda, arkadaşlarımda gözlerini ovuşturuyorlardı, teyze onları da uyandırmıştı. Teyzenin ifadesine göre, dördümüz birden sayıklıyormuşuz, ama en çok benim sesim çıkıyormuş ve ne dediğim anlaşılamıyormuş.
      Aç susuz yattığımız için gönülleri razı olmamış, teyzenin yaptığı sıcak çorbayı içmek için bizi uyandırdıklarını söylediler. Uyandığımızda dışarısı kapkaranlıktı, saatin kaç olduğunu sormak aklımın ucundan dahi geçmiyordu, içtiğimiz sıcak çorba uyku ilacı etkisi yaratmıştı ve yeniden derin bir uykuya dalmıştık.
      Sabah uyandığımızda güzel bir kahvaltı sofrası bizi bekliyordu, otlu peynir ve sıcak çay, yumuşak pideyle dünyanın en lezzetli yiyeceğiymiş gibi geliyordu bize. İsimlerini dahi bilmediğim bu insanların bu davranışları karşısında bir teşekkürden başka bir şey gelmiyordu elimizden. Bu borcu buradan bir kez daha  teşekkür ederek  belki ödeyebiliriz diye düşünüyorum.
      Öğlene doğru haber geldi, yol açılmış, İrfan Akın bizi bekliyormuş, yeniden çantalarımızı yüklenip yola koyulduk. Başka evlerde konaklayan diğer arkadaşlarımızda gelmişlerdi, hep birlikte minibüse binerek Ahlat’a doğru yola koyulduk.
     Ahlat’a doğru gelirken, Ahlat-Tatvan yolunun farklı olduğunu görünce şoförümüz İrfan Akın yeni açılan yoldan bizi götürdüğünü anlattı. İlk kez gördüğümüz için merakla izliyorduk. Van Gölü’nün kıyısını takip ediyordu bu yeni yol. Bir koy’un önünden geçerken, bu muhteşem doğa güzelliği karşısında düşüncelerimi belirtmiştim, Veyis  Babacan’ın benim görüşümü onaylaması,  bende estetik duyguların gelecek vaat ettiğini belirtmesi bana iyi gelmişti.
      Ahlat’a vardığımızda ailelerimiz bizleri bekliyordu. Yaşamımızın ilk yıllarında böyle coşkuyla karşılanmak hoşumuza gidiyordu. Bu karşılama benim karnemdeki 10 zayıfı  babama izah edebilmem için de ortamı yumuşatıyordu, bunun gündemde olması diğerinin önünü kısmen de olsa kapatıyordu.
      O yıllarda Ahlat’ta bir gelenek vardı, üniversite öğrencileri her yıl bir müsamere verirlerdi. Bunun konusu genellikle kahramanlık üzerine olurdu. Gerçi ben üniversite’de değildim ama, o yıllarda Ahlat’ta lise olmaması ve benim de  Ahlat dışında eğitim görmem o kategoriye girmeme neden oluyordu.
      Müsamerenin hangi tarihte,  hangi saatte, nerede yapılacağı ve konusunun ne olduğuna dair Feyzullah Tekin tarafından hazırlanan afişler Ahlat Çarşısı’nın belirli yerlerine asılmıştı. Feyzullah Tekin’in usta ellerinden çıkan bu seçkin afişler benim yazı sanatına olan ilgimi su yüzüne çıkarıyordu. Bu afişlerden çok etkilenmiştim, adeta ruhumu okşamıştı. Açıkçası çok etkilenmiş ve çok şey öğrenmiştim. Acaba ben de bir gün böyle şeyler yapabilir miyim diye kafa yormuştum. Yıllar sonra Ahlat Kültür Haftası’nı gerçekleştirirken çok daha iyilerini yaparak içimdeki uhdeyi gerçekleştirmenin onurunu yaşamıştım.
      Hazırlanan oyun Türk-Yunan savaşında şanlı ordumuzun kahramanlıklarını anlatıyordu. Oyunun iki kahramanı vardı, Türk ve Yunan kumandalarıydı bunlar. Türk Kumandan Tuncer Aydoğan, Yunan kumandan Azmi Ergezen. Veyis Babacan Yunan askeri, ben ise Türk askeriydim. Azmi Ergezen’in krepon kağıtlarından yaptığı üniforması ve bireysel performansı tiyatral yeteneğini bir adım öne çıkarıyordu. Tuncer Aydoğan, ciddi ve vakur bir Türk kumandanıydı.
      Oyun gereği Yunan askerlerini esir almıştık, ben ve diğer Türk askeri Hayati Yar, Yunan askeri rolündeki Veyis Babacan’ı esir almış karakola götürürken hırpalıyorduk. Hayati Yar, oyunda aksesuvar olarak kullandığımız mantar tabancasını Veyis Babacan’a sıkacağı yerde benim gözümün tam ortasına sıkmıştı. Gözümden akan suları silmem rol gereği mümkün değildi. Gözümün acısıyla esir aldığımız düşman askerinin karnına can havliyle nasıl yumruklar vurduğumun farkında değildim.
      Sahne bittikten, soyunma odasına geldikten sonra,  Veyis Babacan’ın acılar içinde kıvrandığını gördüm,  diğer arkadaşlarda ona acısını dindirmek için yardımcı olmaya çalışıyorlardı, ne olduğumu sorduğumda bana hiç kimse yanıt vermedi. Ben de  gözümden akan yaştan dolayı fazla üstelemedim. Sonradan öğrendim ki benim can havliyle Veyis  Babacan’ın karnına rol yapmak yerine ciddi olarak attığım yumruklardan dolayı fenalık geçiriyormuş.
      Yaptığımdan çok utandım, esas bu yumrukları yiyen, bu acıyı çeken ve beni üzmemek için tek bir kelime dahi söylemeyen Veyis Babacan’ın  gösterdiği bu asil duruşundan utandım.
      Program gereği, oyun arasındaki boşluğu doldurmak için bir kahramanlık şiiri okuyacaktım. Sorumluluk gereği, gözümden yaşlar akıyor diyerek bir mazeret uydurmadan, gözümden yaşlar akarken şiirimi okuyup, soyunma odasına döndüm.
      Okullar tatil olmuş, Ahlat’a dönmüştük, benim Ziya Gökalp maceram hüsranla sonuçlanmıştı. Ne var ki okul dışı yeteneklerim yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
      Bir gün babamın dükkanının önünde morali yerle bir olmuş bir vaziyette otururken Belediye hoperlöründen benim adım anons edildi ve belediyeye gelmem istendi. O moral bozukluğu içinde, aranılan biri olmam, hem de herkesin duyacağı bir biçimde aranmam moralimi  düzeltmişti. Yerimden kalktım hemen yakındaki belediye binasına gittim. Dönemin Belediye Başkanı Sıktı Sayın odasında beni bekliyordu. “Ahlat Şenlikleri” etkinliklerinin yapılacağını, bunun için bir ekip kurulacağını ve bu ekipte benim de olmam gerektiğini söyledi. Ekipte kimlerin olduğunu sorduğumda,  Selami Sancar, Coşkun Önder, Sebahattin Öktem ve Veyis Babacan.
      Böylece Veyis Babacan ile bir kez daha yollarımız kesişiyordu. Yetenekli birisiydi, o dönemin öğretmen okulları öğrencilerini yaşamın her türlü gereksinimine yetecek bir donanımla yetiştiriyordu. Veyis Babacan’da iyi bir sporculuğunun yanında iyi bir folklorcuydu, daha da ötesi yüreği insan sevgisiyle dolu zarif ve naif insani özelliği ile dikkati çekiyordu.
      Veyis Babacan ve ekip arkadaşlarımızla “Ahlat Şenlikleri”nin gerçekleşmesinde önemli başarılara imza attık. “Ahlat Şenlikleri” dönemin Kaymakamı Hüseyin Avni Uzun’un başlattığı bir kültürel etkinlikti. Yapıldığı dönemde Ahlat’ın popüleritesine tavan yaptırmıştı. Bölgede tek olan bu kültürel etkinlik  uzunca bir aradan sonra “Ahlat Kültür Haftası”  olarak yeniden başlatıldı ve bilimsel etkinlikleriyle, yayımladığı kitaplar ile  Ahlat’ın evrensel platformlarda ünlenmesine katkı sağladı. Veyis Babacan, mesleğinde iyi  ve başarılı bir öğretmen olarak uzun yıllar eğitim ordumuzun hizmetinde oldu. Pek çok başarılı öğrenci yetiştirdi.
      Veyis Babacan, tüm bu başarılarının arasına şiirle ilgilenmek gibi bir yeteneğini de ekledi. Yazdığı şiirleri zaman zaman Ahlat Gazetesi’nde yayımlanmak üzere bana gönderdi.
      Veyis Babacan’ı saygıyla anıyor, sağlıklı bir yaşam ve mutlu bir ömür diliyoruz…