21 Aralık 2018 Cuma

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, DURUM-ARALIK 2018


DURUM ARALIK-2018
     Değerli Okuyucularımız,
     25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak belirlenmiş.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1999 yılında bu tarihi ilan etti.
      Aradan uzun bir süre geçmiş olmasına karşın bu alanda bir mesafe alındığını söylemek mümkün değil.  Ülkemizde kentli kadınların yüzde 37’si, kırsalda yaşayan kadınların da yüzde 39’u yaşamının bir döneminde fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığını söylüyor.
      Ülkemizde geçtiğimiz yıl 290 kadın öldürüldü, bu yılın ilk 327 gününde öldürülen kadınların sayısı 218’dir.
      Bu olumsuz gelişmeler karşısında, tüm dünyada olduğu gibi Ülkemizde de son iki yılda kadın hareketi önemli gelişmeler gösterdi. Bu gelişme susmayan kadınlar tarafından alındı. Dünyanın dört bir yanından kadınlar maruz kaldıkları taciz 
      İfşa edilen pek çok ünlü, güçlü ve zengin erkek işinden oldu, yargı karşısına çıktı. Dünya ölçeğinde büyük üne sahip kişiler hapse atıldı.
      Buna karşın bir gerileme oldu söylenemez.
      Saygılarımızla…

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, AHLAT'IN DOĞASINA KIYMAYIN

AHLAT’IN DOĞASINA KIYMAYIN
PLANSIZ VE ÇARPIK YAPILAŞMA TARİHİ DOKUYU VE
DOĞAL ESTETİĞİ TEHDİT EDİYOR…

Ahlat'tan Muhteşem Bir Görünüm
İçinde yaşadığımız cennet vatanımız Anadolu’nun kapılarının ilk defa Türklere açılmasında çok önemli tarihi bir misyonu üstlenmiş bulunan Ahlat’ın azametli geçmişinden günümüze kalan eşsiz güzellikteki tarihi eserler ve muhteşem doğa güzelliği, plansız ve çirkin bir yapılaşma tehdidi karşısında risk altına kalma aşamasına girmiş bulunmaktadır.
Aynı zamanda çok önemli bir turizm kenti olan Ahlat’ın gelecek vadeden potansiyelinin tehdit altında kalmaması için bu olumsuz gelişmenin durdurulması gerekiyor. Özellikle kıyı yağmacılığı ile Ahlat’ın geleceğinin karartılacağı hususu, tarihe ihanet edildiğini göstermektedir. 
Bu cenneti cehenneme çevirenlere engel olunuz
Lütfen, geçmişimize, tarihimize sahip çıkmak adına bu cenneti cehenneme çevirenlere engel olunuz. Tarihin bize korumak için emanet ettiği Ahlat’ın bu feryadına kulak veriniz.
Geçmişte başka yerlerde yaşanan benzer ihanetlerin Ahlat’ta yaşanmasına fırsat vermeyiniz.
Kentin tarihi dokusu ile turistik özelliğinin maruz kaldığı bu tehdidin engellenmesinin bir vatan görevi olduğunu unutmayınız…

20 Aralık 2018 Perşembe

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, KÜFREVİZADELER-I

KÜFREVİZADELER-I
Elli’li yılların ortalarında Ahlat Kaymakamı Mazlum Yegül, Erkizan Mahallesi’nin çehresini
Soldan Sağa,  Selim, Melih Cesim, Emre ve Sefa Küfrevi
değiştirecek, o günün koşullarına göre çok modern bir kent yapılanması faaliyetlerine girişmişti. Yeni açılan caddenin iki yanına dükkanlar, ortalara doğru bir kent meydanı ve Van Gölü’ne hakim bir tepede de Ahlat Parkı’nı yaptırıyordu. O sıralarda Ahlat’ta sürgünde bulunan Manisalı Şevket, Ahlat Parkı’nın peyzajını yapıyordu. Yamlar mevkiinden getirilen doğal çimlerden çiçek tarhları yapılıyordu.
      Parkın ortasına “Van Gölü’ şeklinde bir havuz yapılmış ortasına da bir fıskiye yerleştirilmişti. Bu yeni yapılanma Ahlat’ı çevre il ve ilçelerden farklı kılıyordu.
       Güzel bir sonbahar günüydü, öğlen saatlerinde yeşil bir pikap, Abdullah Nalbant Usta’nın, Mazlum Yegül Caddesi üzerindeki dükkanının önünde durdu. İnen yolcular, dükkanın önündeki küçük taburelere oturdular. Çevredeki çocuklardan biri, dükkanın arkasındaki boşlukta nalbantlık yapan Abdullah Usta’ya  “Misafiriniz geldi” diye haber verdi, yere yatırdığı öküzün nallarını çaktıktan sonra ellerini yıkayan Abdullah Nalbant Usta, misafirlerine hoş geldin demek için dükkanın önüne geldi. Alçak taburelerde oturanlardan kendi yaşında olan birinin büyük bir saygı ifadesi göstererek elini öptü, diğerleriyle de tokalaşıp, elini öptüğü insanın yanında, kendisi için ayrılan boş tabureye oturdu.
      Karşılıklı hal hatır sormalardan sonra, Abdullah Nalbant Usta, dükkanının hemen karşısındaki dükkanda çaycılık yapan Kahveci Osman’a yüksek sesle seslenerek misafirlere çay getirmesini söyledi.
Abdullah Nalbant Usta
Abdullah Nalbant Usta’nın misafirlerini gören dükkan komşuları, Bakkal Salih Gogo, hemen bitişiğindeki Kasap Musa Dayı, onun bitişiğindeki Sebzeci Abbas, tam karşı dükkandaki Bizim Berber İdris Bayındır, az ötedeki komşu Yunus’un Şevket ve diğer komşular, teker  teker gelip aziz misafirin elini öpüp, kendi dükkanlarının önünden getirdikleri taburelere oturarak sohbete  katılıyorlardı.
      Kahveci Osman, getirdiği çayları konuklara dağıtıyor, yeni gelenleri gördükten sonra gidip onlara da çay getiriyordu, o gelinceye kadar başka komşular gelip sohbete dahil oluyorlardı.
      Her ne kadar sohbet desek de aslında sohbetten çok farklı bir ortam vardı, ortadaki kişi konuşuyor, etraftakiler, huşu içinde onu dinliyorlardı. Hiçbir kimseden çık dahi çıkmıyordu. Çok seyrek de olsa arada çekinerek soru soranlar da yok değildi.
      Konuşan kişi, dünyada ve Türkiye’de olan bitenden, yeni gelişmelerden, insani değerlerden, iyilik yapmaktan, eğitimin öneminden, çocukların okutulmasından, hastalıklardan, yeni çıkan ilaçlardan, kendi seyahatlerinden, yolculuk sırasında karşılaştığı ilginç olaylardan söz ediyordu.
      Bir süre sonra konuklar kalktılar, sırasıyla herkesle tokalaşıp, pikaba binmek üzereyken  asıl konuk olan kişi birden bana doğru geldi, cebinden bir şey çıkarıp bana uzattı. Çekinerek aldığım şey şekerdi, utanarak elimde gizledim, konuklar pikapla uzaklaştıktan  sonra ilk işim kağıdını açıp yemek oldu. İlk kez yediğim bir şekerdi, çok hoşuma gitmiş, tadı damağımda kalmıştı.
      Aradan 10-15 gün kadar geçmişti, çarşının diğer ucundan babamın dükkanına doğru gelirken, dükkanın önünde yeşil pikabın durduğunu gördüm. Aynı kişilerin geldiğini  ve bana gene şeker verebileceklerini düşünerek koşar adımlarla dükkanın önüne geldim. Ortada oturan, kısa boylu, güler yüzlü kişi aynıydı ama yanındakiler farklı kişilerdi. Gene komşular toplanmış, çaylar söylenmişti. Ortadaki kişi gene konuşuyor etraftakiler dinliyorlardı. Usulca yaklaştım, kenardan olup bitenleri seyrediyordum. Bir süre sonra gene kalkıp etraftakilerle vedalaşıp pikaba bineceklerken gene bana o sıcak elden bir şeker uzatılmıştı. Ve ben gene bir şekerden çok mutlu olmuştum.
      Bu kez belleğime kaydetmiştim, o güler yüzlü, sevecen ve her seferinde bir şekerle minik kalbimde kendine bir yer edinen kişiyi. Bu kez pikabının plakasını bile ezberlemiştim. 13 AC 65
Cesim Küfrevi
      Bir ayda ya da iki ayda bir bu buluşma gerçekleşiyordu, her seferinde bir şeker benim vazgeçilmezim olmuştu. Bu yüzden yaşım büyüdükçe ilgim de o derece büyüyordu. Hatta sorgulama aşamasına bile gelmiştim. Artık bazı şeyleri babama sorarak öğrenmeye başlamıştım, Cesim Küfrevi’ydi.
      Cesim Küfrevi, Ailesi’nin en büyüğü olan tarihe iz bırakan Muhammed  Küfrevi’nin 4. Kuşaktan torunudur.
      Muhammed Küfrevi,  1775 Yılında Siirt’in   Küfra köyünde  dünyaya geldi. Babası Medine’den hicret eden Şeyh Yusuf İzzeddin El Bağdadi’dir. Annesi ise Seyyide Halide Hanımdır. Muhammed Küfrevi 6 yaşında hafızlığını tamamlamış ilk icazeti babasından alarak başladığı ilmi tahsilini değişik medreselerde sürdürmüştür.
      Muhammed Küfrevi’yi medrese eğitimi sırasında diğer arkadaşlarından ayrıcalıklı kılan ve onun öne çıkmasını sağlayan olay şöyle anlatılır.
      Eğitim gördüğü medresenin bazı ihtiyaçları çevredeki komşular tarafından karşılanmaktadır. Bunlardan birisi de aydınlanma için kullanılan gaz lambalarına konulan  gazyağıdır. Medrese öğrencileri sırasıyla komşu evleri dolaşıp gazyağı temin ederek  medreseye getiriyorlardı. Sıra Muhammed Küfrevi’ye geldiğinde şişeyi alıp  komşulara gitmek yerine hemen yakındaki çeşmenin başına gidip,  önce abdest aldığını, sonra da iki rekat namaz kıldıktan sonra, yanında  götürdüğü şişeyi suya daldırıp, ağzına kadar doldurduğu ve medresenin yolunu tuttuğu arkadaşları tarafından görülür. Buna inanmakta zorlanan medrese arkadaşları, ikinci nöbet sırasında takip ederler ve gerçeğin böyle olduğuna tanık olurlar. Bu kez çeşme suyunun gazdan daha berrak bir alevle yandığına inanamazlar. Durumu Tekke sorumlusuna anlatırlar. O da konuyu Muhammed Küfrevi’nin hocasına iletir. Hoca durumu Muhammed Küfrevi’ye söyler. Muhammed Küfrevi; “Hocam bu  doğru olamaz, bu fakir ve acizden böyle bir şey mümkün   olabilir mi?” diyerek tevazu gösterir. Fakat Hocası durumu kavramıştır, konuyu uzatmaz ve şöyle der: “Evladım, benim sana verebileceğim bir ders kalmamıştır, sen gönlündeki yere gelmişsin artık.”  diyerek acziyetini belirtir.
      Buradan ayrılan Muhammed Küfrevi,  Seyyid Taha’nın  adlı hocasının yanında  eğitimine kaldığı yerden devam eder.
      Muhammed Küfrevi, evlilik  çağına gelince ailesi onu değerli bir şahsiyetin kızı olan Baziğa  Hanım ile evlendirir. Bu evlilikten  Abdullah ve Abdurrahman adlarında iki oğlu olur. Abdullah küçük yaşta hastalanarak vefat eder. Daha sonraları eşini de kaybeder. Bu sırada Hocası Seyyid Taha, artık Bitlis’e gitmenin zamanının  geldiğini işaret ederek  onu Bitlis’e yönlendirir.
      Bitlis’e gelen Muhammed  Küfrevi, Kızılmescit Mahallesi’nde bir ev kiralayarak burada dergahını açar. Bitlis’te büyük bir ilgi ile karşılanır.  Erkekler kadar Bitlisli hanımların da ilgisini çeker, bunun için vefat eden eşinin bıraktığı boşluğun  ortadan kaldırılması için dileklerini dile getirirler.   Yaşamının en olgun dönemindedir. Artık 50’li yaşlarına gelmiştir, eşinin ve oğlunun yokluğunun verdiği boşluğun  evlenmek suretiyle doldurulması önerilerine  tebessümle karşılık vererek “Allahu Teala miyesser ederse” der ve konuyu geçiştirir. Ancak baskılara fazla direnç gösteremez ve  bir süre sonra aynı mahallede ikamet eden  Bitlis Eşrafından Emin Efendi’nin Fatima adlı kız kardeşi ile ikinci evliliğini yapar.
      Bu evlilikten dört erkek çocuğu olur.  Abdulhadi, Abdulbari, Abdulhalik ve Abdulbaki ismindeki oğulları da  babalarının denetiminde ilmi eğitimlerini alıp, babalarının izinde hizmetlerine devam ederler.
      Muhammed Küfrevi, yaşamı boyunca  başta Osmanlı Devlet adamları olmak üzere  çevrede vatan hizmetinde bulunan idari ve askeri şahsiyetlerle iyi ilişkiler içinde bulunmuş ve derin izler bırakmıştır. Muhammed Küfrevi’nin bu tavrı, kendisinden sonraki kuşaklar tarafından da önemsenmiş, benimsenmiş ve bir ata tavsiyesi olarak geleneksel hale getirilmiştir.
      Muhammed Küfrevi, yaşadığı dönem içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahlarından II. Abdulhamit  ile aralarında yakın bir dostluk bağı vardı.  Muhammed Küfrevi, 123 yıllık uzun  ve çevresine ışık saçan bir ömürle, binlerce müridine hizmet etmiş, üç yüzden fazla halife yetiştirmiş bir kişi olarak 1898 Yılında Yaradan’ının yanına intikal etmiştir.  Vefatının ardından aynı yıl II Abdulhamit,  Muhammed Küfrevi’ye olan saygı ve sadakatini perçinlemek için   bir türbe yapılması emrini vermiştir.
Küfrevi Türbesi
      Küfrevi Türbesi, Padişah’ın özel olarak görevlendirdiği İtalyan Mimar Alberto tarafından inşa edilmiştir.  Mimari tarzı bakımından bölgede benzerlerine rastlanmamaktadır. Tamamen İtalyan mimari tarzı ile inşa edilen türbenin Bizans eserlerindeki sütun yapısı ve vitraylar dikkati çekmektedir. Türbenin iki kanatlı giriş kapısı, altın ve gümüş süslemelerle bezenmiştir. Çok değerli kısımlarının Rus işgali sırasında Moskova’ya götürüldüğüne dair söylemler bulunmaktadır. Türbenin iç kısmında, giriş kapısının hemen üstünde Muhammed Küfrevi’nin yaşlılık dönemlinde Camiye götürülmesini sağlamak amacıyla yaptırılan “tahtırevan” orijinal şekli ile korunmaktadır.
      Sekizgen gövdeli türbede her yüz, hafif bir dışbükey biçimlenme göstermektedir.  Doğu yüz dışındaki köşelere dar başlıklı, silindirik bir sütünce yerleştirilmiştir. Sütüncelerin taşıdığı kuşak bütün gövdeyi dolanmaktadır. Kubbe eteğindeki saçak kornişi ve  pencerelerdeki silme vitray düzenlemeleri ile hareketli bir görünüm oluşturmaktadır.
      Yapı, asıl türbe mekanı ile bunun doğusunda uzanan dört kubbeli revaktan oluşmaktadır. Kubbe ile örtülen ana yapının doğusunda kare planlı ve kubbeli giriş mekanı yer almaktadır.
      Bu türbede, Muhammed Küfrevi’nin yanı sıra muhterem eşleri Fatima Hanım, oğulları Abdülhadi, Abdülbari ve Abdülbaki Efendiler, Torunu Nesim Efendi, Torununun çocukları Cesim Efendi ve Vesim Efendi, bir diğeri ise Cesim Efendi’nin muhterem eşleri Naciye Hanım’ın kabirleri yer almaktadır.

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, Veyis BABACAN

                      VEYİS BABACAN
      60 ‘lı yılların başında Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde eğitimime devam etmek için
Ayaktakiler Soldan Sağa
Orhan SEVİMLİ, Nahit KÖSE, Maksut ALÇİÇEK,
Mustafa SAYIN, İlhami NALBANTOĞLU, Veyis BABACAN,
Nebi ERTEKİN, Selami SANCAR
Oturanlar Soldan Sağa
 Necmi KOCA, Necati AKBAŞ, Özer YILDIRIM,
Yaşar KÖSE, Nevzat BİLGİÇ

 
Diyarbakır’a geldiğimde, burada okuyan Ahlatlı gençlerin sayısı iki elin parmak sayısını geçmiyordu. Yaş sırasına göre sıralayacak olursak, Azmi Ergezen, Tuncer Aydoğan, Feyzullah Tekin, Ziya Gökalp Lisesi’nde, Mehmet Aksoy ile Veyis Babacan Öğretmen Okulu’nda, isimlerini hatırlayamadığım biri Kırklarlı, diğeri Sorlu iki ağabey de Tekniker Okulu’nda okuyorlardı.  Bunların dışında Ercişli olduğu halde biz Ahlatlılarla çok sıkı fıkı olan Basri Kürüm’de Diyarbakır Koleji’nde okuyordu.

      Veyis Babacan’ı o dönemde tanımıştım. Öğretmen Okulu’nun basket sahası olmadığı için Ziya Gökalp Lisesi’nin basket sahasına antrenman yapmak için gelirdi. Ben basketten hiç anlamazdım, bana ısrarla ona eşlik etmemi isterdi, benim alanım barfiks olduğu için hiç yaklaşmazdım. Ama büyük bir zevkle onun tek başına basket antrenmanını sonuna kadar zevkle izlerdim.
      Geç yaşta baskete başlamış olmasına karşın bu spora karşı büyük bir sevgisi ve bedensel bir uyumu olduğunu o yaşlarda ben bile anlayabiliyordum. Basket sporuna çok yatkındı hareketlerinde bir incelik, bir zarafet ve bir naiflik olduğunu görüyordum. Onun ileride iyi bir sporcu olabileceğini düşünüyordum. Ne var ki koşulların buna izin vermediğine tanık oldum. Tatil için Ahlat’a gittiğimizde de zaman zaman onun Ahlat Ortaokulu’nun basket sahasında tek başına antrenman yaptığına tanık oluyordum.
      Sömestri tatili yaklaşıyordu, Ahlat’a gidecektik, o sıralarda minibüsünü tamir için Diyarbakır’a gelen İrfan Akın, birkaç gün bizi bekledi, tatil başlayınca hep birlikte minibüsle Diyarbakır’dan yola çıktık. Basri Kürüm ve Adana Ziraat Meslek Okulu’nda okuyan Zeki Çınar da bize katılmışlardı.
      Tadına doyulmayacak eğlenceli bir yolculukla Ahlata doğru yol alıyorduk. Tatvan’a geldiğimizde yollar tipiden kapanmıştı. Bizim minibüsümüz de dahil olmak üzere tüm araçlar oldukları yere sabitlenmişti. Akşam karanlığı basmıştı, gece araçta kalmamız mümkün değildi. Başta minibüsçü İrfan Akın olmak üzere büyüklerimiz bir çıkar yol bulabilmek için çırpınıyorlardı.
      Tatvan’ın girişindeki benzincinin önünde mahsur kalan minibüsten inerek, yaklaşık bir kilometre mesafede bulunan Osman Ayber’in  sahibi olduğu “Ayber Palas” oteline gitmek üzere çantalarımızı da alarak boyumuzu aşan karların içinde düşe kalka yola koyulduk. Otele geldiğimizde beklemediğimiz bir kalabalıkla karşılaştık, çeşitli yerlerde mahsur kalan insanlar da bizim gibi oraya sığınmışlardı. Her yer tıklım tıklımdı, adım atacak bir karışlık bile yer yoktu. Ortada kalmıştık,  uykusuz, yorgun, bitkin ve açtık.
      Tatvan’da yaşayan Ahlatlı hemşehrilerimiz bu zor durumun farkındaydılar, Ayber Palas Oteli’ne gelmiş, burada mahsur kalan insanları evlerine konuk etmek için bekliyorlardı. Bizim sayımız fazla olduğu için tek bir yere gitmemiz uygun değildi. Bu sırada Veyis Babacan,  yakın bir akrabasının evinin burada olduğunu, kendisi ile birlikte üç kişiyi buraya götürebileceğini söyledi ve  seçimi kendisi yaptı.
      Ben, Zeki Çınar, Basri Kürüm ve Veyis Babacan çantalarımızı yüklenip Ayber Palas’tan çıkarak karlara düşe kalka İskele Mahallesi’ne doğru yola çıktık. Veyis Babacan’ın akrabası olan bir eve gelmiştik. İçeriye girdiğimizde,  bizi sobası gürül gürül yanan bir odaya aldılar. bizim için hayal bile edemeyeceğimiz bir ortamdaydık. Her birimiz kendimizi bir köşeye atmıştık, gerisini hatırlamıyorum. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, yaşlıca bir teyze beni uyandırıyordu. Gözlerimi açtığımda, arkadaşlarımda gözlerini ovuşturuyorlardı, teyze onları da uyandırmıştı. Teyzenin ifadesine göre, dördümüz birden sayıklıyormuşuz, ama en çok benim sesim çıkıyormuş ve ne dediğim anlaşılamıyormuş.
      Aç susuz yattığımız için gönülleri razı olmamış, teyzenin yaptığı sıcak çorbayı içmek için bizi uyandırdıklarını söylediler. Uyandığımızda dışarısı kapkaranlıktı, saatin kaç olduğunu sormak aklımın ucundan dahi geçmiyordu, içtiğimiz sıcak çorba uyku ilacı etkisi yaratmıştı ve yeniden derin bir uykuya dalmıştık.
      Sabah uyandığımızda güzel bir kahvaltı sofrası bizi bekliyordu, otlu peynir ve sıcak çay, yumuşak pideyle dünyanın en lezzetli yiyeceğiymiş gibi geliyordu bize. İsimlerini dahi bilmediğim bu insanların bu davranışları karşısında bir teşekkürden başka bir şey gelmiyordu elimizden. Bu borcu buradan bir kez daha  teşekkür ederek  belki ödeyebiliriz diye düşünüyorum.
      Öğlene doğru haber geldi, yol açılmış, İrfan Akın bizi bekliyormuş, yeniden çantalarımızı yüklenip yola koyulduk. Başka evlerde konaklayan diğer arkadaşlarımızda gelmişlerdi, hep birlikte minibüse binerek Ahlat’a doğru yola koyulduk.
     Ahlat’a doğru gelirken, Ahlat-Tatvan yolunun farklı olduğunu görünce şoförümüz İrfan Akın yeni açılan yoldan bizi götürdüğünü anlattı. İlk kez gördüğümüz için merakla izliyorduk. Van Gölü’nün kıyısını takip ediyordu bu yeni yol. Bir koy’un önünden geçerken, bu muhteşem doğa güzelliği karşısında düşüncelerimi belirtmiştim, Veyis  Babacan’ın benim görüşümü onaylaması,  bende estetik duyguların gelecek vaat ettiğini belirtmesi bana iyi gelmişti.
      Ahlat’a vardığımızda ailelerimiz bizleri bekliyordu. Yaşamımızın ilk yıllarında böyle coşkuyla karşılanmak hoşumuza gidiyordu. Bu karşılama benim karnemdeki 10 zayıfı  babama izah edebilmem için de ortamı yumuşatıyordu, bunun gündemde olması diğerinin önünü kısmen de olsa kapatıyordu.
      O yıllarda Ahlat’ta bir gelenek vardı, üniversite öğrencileri her yıl bir müsamere verirlerdi. Bunun konusu genellikle kahramanlık üzerine olurdu. Gerçi ben üniversite’de değildim ama, o yıllarda Ahlat’ta lise olmaması ve benim de  Ahlat dışında eğitim görmem o kategoriye girmeme neden oluyordu.
      Müsamerenin hangi tarihte,  hangi saatte, nerede yapılacağı ve konusunun ne olduğuna dair Feyzullah Tekin tarafından hazırlanan afişler Ahlat Çarşısı’nın belirli yerlerine asılmıştı. Feyzullah Tekin’in usta ellerinden çıkan bu seçkin afişler benim yazı sanatına olan ilgimi su yüzüne çıkarıyordu. Bu afişlerden çok etkilenmiştim, adeta ruhumu okşamıştı. Açıkçası çok etkilenmiş ve çok şey öğrenmiştim. Acaba ben de bir gün böyle şeyler yapabilir miyim diye kafa yormuştum. Yıllar sonra Ahlat Kültür Haftası’nı gerçekleştirirken çok daha iyilerini yaparak içimdeki uhdeyi gerçekleştirmenin onurunu yaşamıştım.
      Hazırlanan oyun Türk-Yunan savaşında şanlı ordumuzun kahramanlıklarını anlatıyordu. Oyunun iki kahramanı vardı, Türk ve Yunan kumandalarıydı bunlar. Türk Kumandan Tuncer Aydoğan, Yunan kumandan Azmi Ergezen. Veyis Babacan Yunan askeri, ben ise Türk askeriydim. Azmi Ergezen’in krepon kağıtlarından yaptığı üniforması ve bireysel performansı tiyatral yeteneğini bir adım öne çıkarıyordu. Tuncer Aydoğan, ciddi ve vakur bir Türk kumandanıydı.
      Oyun gereği Yunan askerlerini esir almıştık, ben ve diğer Türk askeri Hayati Yar, Yunan askeri rolündeki Veyis Babacan’ı esir almış karakola götürürken hırpalıyorduk. Hayati Yar, oyunda aksesuvar olarak kullandığımız mantar tabancasını Veyis Babacan’a sıkacağı yerde benim gözümün tam ortasına sıkmıştı. Gözümden akan suları silmem rol gereği mümkün değildi. Gözümün acısıyla esir aldığımız düşman askerinin karnına can havliyle nasıl yumruklar vurduğumun farkında değildim.
      Sahne bittikten, soyunma odasına geldikten sonra,  Veyis Babacan’ın acılar içinde kıvrandığını gördüm,  diğer arkadaşlarda ona acısını dindirmek için yardımcı olmaya çalışıyorlardı, ne olduğumu sorduğumda bana hiç kimse yanıt vermedi. Ben de  gözümden akan yaştan dolayı fazla üstelemedim. Sonradan öğrendim ki benim can havliyle Veyis  Babacan’ın karnına rol yapmak yerine ciddi olarak attığım yumruklardan dolayı fenalık geçiriyormuş.
      Yaptığımdan çok utandım, esas bu yumrukları yiyen, bu acıyı çeken ve beni üzmemek için tek bir kelime dahi söylemeyen Veyis Babacan’ın  gösterdiği bu asil duruşundan utandım.
      Program gereği, oyun arasındaki boşluğu doldurmak için bir kahramanlık şiiri okuyacaktım. Sorumluluk gereği, gözümden yaşlar akıyor diyerek bir mazeret uydurmadan, gözümden yaşlar akarken şiirimi okuyup, soyunma odasına döndüm.
      Okullar tatil olmuş, Ahlat’a dönmüştük, benim Ziya Gökalp maceram hüsranla sonuçlanmıştı. Ne var ki okul dışı yeteneklerim yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
      Bir gün babamın dükkanının önünde morali yerle bir olmuş bir vaziyette otururken Belediye hoperlöründen benim adım anons edildi ve belediyeye gelmem istendi. O moral bozukluğu içinde, aranılan biri olmam, hem de herkesin duyacağı bir biçimde aranmam moralimi  düzeltmişti. Yerimden kalktım hemen yakındaki belediye binasına gittim. Dönemin Belediye Başkanı Sıktı Sayın odasında beni bekliyordu. “Ahlat Şenlikleri” etkinliklerinin yapılacağını, bunun için bir ekip kurulacağını ve bu ekipte benim de olmam gerektiğini söyledi. Ekipte kimlerin olduğunu sorduğumda,  Selami Sancar, Coşkun Önder, Sebahattin Öktem ve Veyis Babacan.
      Böylece Veyis Babacan ile bir kez daha yollarımız kesişiyordu. Yetenekli birisiydi, o dönemin öğretmen okulları öğrencilerini yaşamın her türlü gereksinimine yetecek bir donanımla yetiştiriyordu. Veyis Babacan’da iyi bir sporculuğunun yanında iyi bir folklorcuydu, daha da ötesi yüreği insan sevgisiyle dolu zarif ve naif insani özelliği ile dikkati çekiyordu.
      Veyis Babacan ve ekip arkadaşlarımızla “Ahlat Şenlikleri”nin gerçekleşmesinde önemli başarılara imza attık. “Ahlat Şenlikleri” dönemin Kaymakamı Hüseyin Avni Uzun’un başlattığı bir kültürel etkinlikti. Yapıldığı dönemde Ahlat’ın popüleritesine tavan yaptırmıştı. Bölgede tek olan bu kültürel etkinlik  uzunca bir aradan sonra “Ahlat Kültür Haftası”  olarak yeniden başlatıldı ve bilimsel etkinlikleriyle, yayımladığı kitaplar ile  Ahlat’ın evrensel platformlarda ünlenmesine katkı sağladı. Veyis Babacan, mesleğinde iyi  ve başarılı bir öğretmen olarak uzun yıllar eğitim ordumuzun hizmetinde oldu. Pek çok başarılı öğrenci yetiştirdi.
      Veyis Babacan, tüm bu başarılarının arasına şiirle ilgilenmek gibi bir yeteneğini de ekledi. Yazdığı şiirleri zaman zaman Ahlat Gazetesi’nde yayımlanmak üzere bana gönderdi.
      Veyis Babacan’ı saygıyla anıyor, sağlıklı bir yaşam ve mutlu bir ömür diliyoruz…

29 Ekim 2018 Pazartesi

MUSTAFA KEMAL GÜMBOS DAĞI'NDA, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


MUSTAFA KEMAL GAMBOS DAĞI’NDA     
Bitlis’in Ruslar tarafından işgal edildiğinde takvimler 3 Mart 1916’yı gösteriyordu.
Mustafa Kemal Paşa ve Beraberindekiler Gambos Dağı'nda
      Yıkılmaya yüz tutmuş İmparatorluğun bu mecalsiz halini fırsat bilen ve sıcak denizlere ulaşma hayali ile yanıp tutuşan Çarlık Rusyası,  emeline ulaşmak için, Rus Kafkas Ordusu ile   1 Kasım 1914 tarihinde sınırlarımıza saldırarak Kars, Erzurum, Ağrı, Muş derken  3 Mart 1916’da gelip Bitlis’in kapısına dayanmıştı.
      Bitlis’le yetinmemiş, Deliklitaş’a kadar da ilerlemişti. Hedefi Akdeniz’e kadar uzanmaktı. Geride, yağma, talan, zulüm, ölüm bırakaraktan.
      Bu tarihte İkinci Orduya bağlı 16’ncı Kolordunun 5’inci Tümeni Rus Kafkas Ordusuna karşı Gambos Dağı hattına çekilmişti.
      Rus kuvvetleri, bir gecede “Bitlis’in Bin Çocuğu”nun körpe bedenlerini kara kışın derin dondurucusuna bırakıp, dünyada  benzeri olmayan bir kara tabloyu da  hunharlık tarihine işlemekten geri kalmamıştı.
      İmparatorluk zor bir dönem geçiriyordu.  Ordularımız Irak Cephesi, Filistin Cephesi, Çanakkale Cephesi, Avrupa Cephesi, Yemen Cephesi, İran Cephesi gibi birçok yerde savaşıyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi  şimdi de Doğu Cephesi ile mücadele ediyordu.
      Batı’daki düşmanların temizlenmesi için büyük kahramanlıklar sergileyen Mustafa Kemal 1 Nisan 1916 tarihinde 16’ncı Kolordu Komutanı olarak bölgeye gönderildi.
      Mustafa Kemal’in bu cepheye atanması, askerin ve bölge halkının moralini çok yükseltmişti. Çünkü O, “Anafartalar Kahramanı” olarak isim yapmış, ünü bütün orduya ve Anadolu’ya yayılmıştı. Bilgili ve deneyimliydi.
      27 Mart 1916’da Diyarbakır’a gelen Mustafa Kemal Paşa, 16’ncı Kolordunun emir ve komutasını ele aldı.
      Mustafa Kemal Paşa’nın amacı 16’ncı Kolorduya bağlı 5.Tümenin   Bitlis’i düşmandan geri almak için taarruz hazırlıklarını tamamlayıncaya kadar Rus Ordusunun Deliklitaş’tan daha ileriye gitmesini engellemekti.
      Mustafa Kemal Paşa, ayağının tozuyla mevcut durumu yerinde tespit etmek amacıyla düşmanın cephedeki durumunu bizzat görmek istiyordu. Önündeki haritadan bunun için en uygun yerin Gambos Dağı olduğunu tespit etti.
      Yanına aldığı birkaç asker ve komutanla Gambos Dağı’na tırmanmaya başladılar. Haridan Köyü’ne gelmişlerdi, burada zirveye en kestirme olarak nereden çıkılabileceğini etrafını saran  köylülere sordu. Köylülerden biri çok heyecanlıydı,  Mustafa Kemal Paşa’nın dikkatini çekmişti.
     -Adın nedir senin?
     -Tahsin Paşam
      -Dağın zirvesine en kestirme nereden çıkabiliriz?
      -Paşam emriniz olursa biz size rehberlik ederiz.
     -Düşün önümüze bakalım.
      Köylüler önde, Paşa ve arkadaşları arkada zirveye tırmandılar. Rus Kafkas Ordusu’nun araziye yerleşik halini askeri ve stratejik tabloyu uzun uzun inceledi Mustafa Kemal Paşa.
      İleride turkuaz renkli bir muhteşem bir kristal parçası girdi dürbününün görüş alanı içine, dikkat kesildi, iyice inceledi, dürbününü gözünden indirdi, arkadaşlarına dönerek: “İleride Türkiye’nin ikinci üniversitesini Van Gölü’nün en güzel kıyılarında kurmalıyız.” dedi. O dönemde ülkenin tek üniversitesi “İstanbul Üniversitesi"ydi.
      Mustafa Kemal Paşa’nın,  bu anlamlı sözlerinde; ülkeyi düşmanlardan temizlemekten en ufak bir kaygısının olmadığını, hedeflediği Cumhuriyeti kesinlikle kuracağını, gelişme ve kalkınmanın olmazsa olmazının eğitimden geçtiğini, bunun için öncelikle bilim kurumlarının kurulmasının gerektiği şeklindekini kararlılığını görüyoruz.
      Van Gölü Üniversitesi fikrini iki kez TBMM gündemine taşımasına karşın çeşitli etkenlerle gerçekleşememesi dikkat çekicidir.
      Kadere bakın ki, tarih bu hunharlığı Rusların  yanına bırakmadı, ülkelerinde çıkan bir karışıklık sonucu,  vahşetlerini, kinlerini, düşmanlıklarını, acımasızlıklarını da peşlerine katarak  “Mustafa Kemal Geliyor”  korkusu ve endişesiyle 08 Ağustos 1916 tarihi itibariyle başta Bitlis olmak üzere aşama aşama terk ediyorlardı Anadolu’yu.
      Bitlis’te topu topu 155 gün, yani beş ay beş gün kalabilmişlerdi.
      Mustafa Kemal Paşa’nın Gambos Dağı incelemelerine bir de olayın tanığı Haridanlı Köylüler cephesinden bakalım.
      Bitlis, her alanda cesur, atak, zeki çalışkan, yetenekli ve değerli insanlar çıkaran bir yer olarak ün yapmıştır. Bunlardan biri de Dr. Cemil Kazancı’dır.
     
Dr. Cemil KAZANCI
Dr. Cemil Kazancı,  1930 yılında Bitlis’te doğdu, ilk ve orta öğreniminden sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. Mesleğinin ilk yıllarında Bitlis’e olan vefa borcunu yerine getirmek için burada görev yapmayı tercih etti.
      Dr. Kazancı, Bitlis, Sağlık Müdür Vekilliği, Merkez Hükümet Tabipliği, Belediye Tabipliği, Mutki Hükümet Tabipliği, Hizan Hükümet Tabipliği görevlerinde bulundu. Daha sonra Almanya’da mesleği ile ilgili  ihtisas yaptı. Yurda döndüğünde İstanbul’a yerleşti ticaretle ilgilendi.
      Dr. Cemil Kazancı, kıvrak zekası, güçlü hafızası,  çalışkanlığı ve kurnazlığı ile karakteristik Bitlis insanının tipik bir rol modeli olarak dikkati çekmektedir.
      Yarım yüzyılı aşkın bir süre önce yaşadığı olayları, gün, tarih ve saat olarak tüm detayları ile o günü yaşıyormuş gibi anlatabilen canlı bir kütüphane görüntüsü veriyor.
      Mustafa Kemal Paşa ve Gambos Dağı ile ilgili bir anısına kulak verelim:
      “60’lı yılların başıydı, Türkiye bir askeri darbeyi geride bırakmıştı. Asker kökenli olan Vefa Poyraz Bitlis Valisi olarak görev yapıyordu. Daha sonraları İstanbul Valisi olarak ünlenecekti.
      Dönemin koşulları gereği Vefa Poyraz aynı zamanda Bitlis Belediye Başkanlığı görevini de yürütüyordu.
      Ben Tıp Fakültesini yeni bitirmiş, Bitlis sevgisi nedeniyle insanlarıma hizmet etmek amacıyla burada görev yapmayı tercih etmiştim. Belediye Tabibi olarak görev yapıyordum.
      Vali Vefa Poyraz, bir sabah beni telefonla arayarak:
       -Doktor Bey, size birisini gönderiyorum, muayene edip, ne gerekiyorsa yapın. dedi.
       -Emredersiniz Sayın Valim. diyerek, telefonu kapatıp,  gelecek olan hastayı beklemeye başladım.
      Biraz sonra, kılık kıyafetinden Bitlisli olduğu anlaşılan bir vatandaşımız geldi. Vali Bey’in Bitlisli bir hasta için telefon etmesi dikkatimi çekmişti.
      -Gel hemşerim, neyin var, geçmiş olsun, geç paravanın arkasında elbiselerini çıkar. dedim.
      Adamcağız soyunurken tedirgindi, bana bir şeyler söylemek istiyor gibiydi.
      -Doktor Bey, kıymetli bir saatim var ona zarar gelmesin diye baktım.
      Elinde köstekli bir saatle bana doğru geldi.
      -Nedir bu?
      -Doktor Bey, Atatürk’ün bana hediye ettiği saattir bu, başına bir iş gelmesin diye söyledim.
      Vali Vefa Poyraz’ın telefonla özel ilgi istemesinin nedenini anlamıştım böylece. Atatürk’ün neden saat armağan ettiği bu kez aklıma takılmıştı.
      Bir yandan muayene ediyor, bir yandan da sorular soruyordum.
      -Sen hangi köylüsün?
      -Haridan
      -Adın nedir?
      -Tahsin
      -Bu köstekli saati sana Atatürk mü hediye etti.
      -Evet
      Ceketinin cebinden iyice örselenmiş bir kağıt parçası çıkarıp bana uzattı.  Lime lime olmuş kağıdı yırtılmasın diye usulca açıp okumaya başladım.
      “Bu kağıdı getiren kişiye her türlü kolaylığı gösteriniz.” ibaresi yer alıyordu. Altında da: “Mustafa Kemal Atatürk” yazısı, tarih ve imza vardı. Usulca katlayıp kendisine uzattım. Şimdi de Atatürk bu  saati ve belgeyi niye versin diye bir merak sarmıştı içimi.
      Dayanamayıp sordum, anlattı:
       Doktor Bey, bizim köy Gambos Dağı’na çıkan en kestirme yolun üzerindedir. Bir gün birkaç asker bizim köye geldiler. Askerlerden biri önde yürüyordu. Diğerleri arkadan geliyorlardı. Arkadaki askerlerden biri öndekinin Atatürk olduğunu söyledi. Biz Atatürk’ü görmemiştik ama adını duymuştuk. Biz iki kişiydik askerler Atatürk’ün bizimle konuşmak istediğini söylediler.  Atatürk bize, Gambos Dağı’na çıkmak istediğini, yolu bizim göstermemizi söyledi. Biz iki arkadaş düştük öne, onlar da arkamızdan geldiler. Saatlerce tırmanarak Dağın tepesine çıktık. Atatürk’ün elinde kocaman bir dürbün vardı. Oradan çevreyi gözetledi. Bir süre sonra geri döndük, bizim köye kadar birlikte geldik, sonra bizden ayrılırken Atatürk bize; Bir gün yolunuz Ankara’ya düşerse bana uğrarsanız memnun olurum dedi.
      Yıllar sonra bir gün Ankara’ya yolumuz düşmüştü.  Atatürk Cumhurbaşkanı olmuştu, Acaba bizi kabul eder mi diye çekine çekine Çankaya Köşkü’ne gittik. Görevlilere durumu anlattık, biraz bekledikten sonra Atatürk’ün bizi görmek istediğini söylediler. Biz iki arkadaş Atatürk’ün huzuruna çıktık.  Atatürk bize  memleketle ilgili sorular sordu birer köstekli saat ve bu yazıyı verdi. Bu yazı ile  gittiğimiz bazı bankalar  bize maddi yardımda da bulundular. Bu saati onun için gözüm gibi koruyorum, başına bir iş gelmesin.
      Öykü bittiğinde Haridanlı Tahsin’in muayenesini de bitirmiştim, önemli bir şeyi yoktu, ilaçlarını  verip uğurladım.”

AHLAT SELÇUKLU OTELİ 201 NUMARALI ODA, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


AHLAT SELÇUKLU OTELİ
201 NUMARALI ODA  
Ahlat Selçuklu Oteli
  90’lı yılların ortalarıydı, “Ahlat Kültür Haftası” her yıl daha da gelişerek, başta Ahlat“Van Gölü Havzası”na bir renk ve heyecan getirmişti. Her yıl bir önceki yıla göre daha kapsamlı, daha nitelikli ve daha akademik bir yapıya kavuşuyordu.
olmak üzere
      Ahlatlı gençler, Ahlat’ın adını yüceltmek için daha bir şevkle  ellerinden geleni yapıyorlardı. Her yıl “Ahlat Kültür Haftası”nın hemen ardından çıkarılan kitaplar, elden ele kapışılıyor, Ahlat adı ve imajı Türkiye genelinde önem kazanıyor ön plana çıkıyordu.
      Medya, Ahlat’ı yeniden keşfediyormuşçasına, gerek yazılı gerekse  görsel yayın organlarıyla sıklıkla gündeme taşıyordu.
      Ahlat, Akademik camiada ve bilim dünyasında daha bilinir, tanınır olduğu için, her yıl Ahlat’a gelmek isteyen Akademisyenlerin sayısı hızla artıyordu.
      O yıl da çok geniş ve nitelikli bir akademik kadroyla Ankara’dan uçakla Van’a, oradan da Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin tahsis ettiği araçla Ahlat’a gitmiş, konuklarımızı, o dönemde bölge için çok önemli bir yeri olan “Ahlat Selçuklu Oteli”ne yerleşmiştik.
      Seçkin  ve çok özel bir kadromuz vardı. Hacettepe Üniversitesi Tarih Profösörü, Prof. Dr. Ercüment Kuran, İstanbul Üniversitesi’nden  Prof. Dr. Sevil Atay, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden  Prof. Dr. Abdusselam Uluçam,  Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih Dairesi’nden Korgeneral Muzaffer Erendil, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinden Binbaşı Hidayet Vahapoğlu, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürü Cihan Yakamoğlu, Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığından Dr. Yaşar Kalafat, Vakıflar Genel Müdürlüğünden Vakıflardan sorumlu Müdür Sadi Bayram, Kazım Karabekir Paşa’nın muhterem kızı Timsal Karabekir ve eşi Akademisyen Atilla Köymen.
      Burada hem konaklıyor hem de akademik toplantılarımızı bu otelin salonunda yapıyor, otelin hemen önündeki  plajdan da  Van Gölü’nün turkuaz renkli serin sularına dalıp yorgunluğumuzu gidermeye çalışıyorduk.
      Çok yoğun bir program uyguladığımız için o yıl ilk kez olarak ben de kendime  otelin 201 Nolu  odasını ayırtmış, burayı yatmaktan ziyade etkinliklerin çalışma ofisi olarak kullanıyordum.
      İki yataklı bir odaydı, her iki yatağın da üstünü kitaplarla, yazışma dosyalarıyla, bildirilerle, evraklarla, afişlerle, kırtasiye malzemeleriyle ve çeşitli araç gereçlerle doldurmuştum.
      Böylece her şey elimin altındaydı, ne gerekiyorsa hemen odaya çıkıp alıp geliyor, büyük bir rahatlıkla hareket edebiliyordum.
      Sempozyumun yapıldığı gündü,  Muzaffer Erendil Paşa Oturum Başkanlığını yapıyordu. Salonu dolduran dinleyiciler büyük bir dikkatle Paşa’nın açıklamalarını izliyorlardı.
      Erendil Paşa, Ahlat halkı ile sıcak bir iletişim kurmayı başarmıştı, nereye gitse el üstünde tutuluyordu. Bu tür akademik toplantılar Ahlat’ta ilk kez gerçekleştirildiği için Ahlat halkı büyük bir coşkuyla katılım sağlıyordu. Bu ilgi Ahlat dışından da konu ile ilgilenen kişilerin toplantılara katılmasını sağlıyordu.
      
Ahlat Kültür Haftası'nın Akademik Kadrosu
Ben de hiçbir şey aksamasın diye canla başla koşturuyordum. Sık sık  bir kat yukarıdaki odaya çıkıyor, gerekli olan malzemeyi alıp iniyordum.
      Bir çıktığımda odada işimi bitirmiş, kapıdan koridora adımımı atmıştım ki karşı sıradaki odalardan birinin kapısı açıldı, bir kişi çıktı, beni görür görmez ani olarak gerisin geriye dönerek odasına girip kapısını kapattı. Neden benden kaçmıştı, bir türlü izahını yapamıyordum.
      İşim çok yoğun ve acele olduğu için üzerinde fazla durmadan aşağıya indim. Bir süre sonra tekrar odaya çıkmam gerekti. Çıkarken aklıma biraz önceki olay geldi. Bu kez daha dikkatli ve gözlemci bir şekilde etrafımı kontrol ederek çıktım, çıkarken karşıdaki odaya kaçamak bir göz attım, kapısı aralık duruyordu.
      Neden açık diye biraz yaklaştım, oda numarasına baktım, 209 yazıyordu kapının üstünde. Unutulmuş olabilir düşüncesiyle  gene üzerinde fazla durmadan tekrar işimin başına döndüm.
       O gün çok verimli bir gün olmuştu, Sempozyum başarı ile tamamlanmış, faaliyetleri izleyen TRT ekibi izlenimlerini Ankara’ya iletmiş, bize de akşam haberlerinde izlemek kalmıştı.
      Akşam haberlerinde “Ahlat Kültür Haftası” haberleri tahminlerimizin çok üstünde bir genişlikte haber bülteninde yer bulmuştu.
      Bu mutluluğun yemek masasında keyfini çıkarıyorduk, derin bir sohbete dalmış, vaktin iyice ilerlemiş olduğunu fark etmemiştik. Ertesi gün diğer etkinlikler yapılacaktı, zinde ve dinlenmiş olarak kalkmalıydık düşüncesiyle konuklardan izin isteyerek odama çıktım.
      201 Nolu odanın kapısına geldiğimde, kapının açık olduğunu gördüm, bir tuhaflık olduğunu hissettim ve temkinli olarak usulca, sağa sola dokunmadan odaya girdim.
      Telefon etajerinin üzerinde bir oda anahtarı olduğunu gördüm, acaba ben anahtarı burada bırakıp çıkmış mıyım diye düşündüm, ama elimde bir anahtarlık vardı zaten. Yanlış mı almışım diye baktım, hayır benim elimdeki anahtar 201 Numaralı odanın anahtarıydı. Peki bu ne diye elime alıp baktığım anahtarlığın üzerinde 209 numarası yazıyordu.
      209 Numaralı oda ise odadan çıkıp beni görünce tekrar içeri giren kişinin odasıydı. İyice kuşkulanmıştım, ortada normal olmayan bir durum vardı ama  bu aşamada durumun ne olduğunu çözmek mümkün görünmüyordu.
      O dönem Ahlat Selçuklu Oteli’ni Osman Özyurt adlı Ahlatlı genç bir girişimci arkadaşımız işletiyordu. Kendisinin işleri çok yoğun olduğu için o sıralar İzmir’den tatilini geçirmek için gelen yakın arkadaşı Sıddık Azap idari işlerle ilgileniyordu. Hemen telefon edip yukarıya gelmesini istedim, gelince durumu anlattım, kapının açık olduğunu ve odada bulduğum 209 Numaralı odanın anahtarını ona uzattım.
      Şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu, böyle bir olayın olabileceği onun da aklına pek yatmıyordu. Birlikte olayı muhakeme etmeye başladık, ne olabilirdi? Hangi amaçla böyle bir eylem yapılabilirdi ki anlamakta zorlanıyorduk.
      Bu bir sabote eylemi miydi, yoksa bir gözdağı verme hareketi miydi anlamakta zorlanıyorduk. Her türlü olasılığa karşı önlem almalıydık, aklıma ilk gelen odaya herhangi bir patlayıcı madde konulup konulmadığı ve herhangi bir eşya ya da belgenin alınıp alınmadığıydı.
      Sıddık Hoca, olaydan polisi haberdar edelim mi diye sordu. Her olasılığa karşı, gecenin köründe bir panik havası yaratmamak için soğukkanlı davranmamız gerektiğini anlatmaya çalıştım. 
      Sıddık Azap ile  birlikte odaya kabaca göz gezdirdik, görebildiğimiz kadarıyla göze çarpan herhangi bir olumsuzluk görünmüyordu. İlk önlem olarak  her olasılığa karşı oteli terk etmem gerekiyordu.
      Sıddık Hoca beni ikna etmeye çalışsa da ben kararlıydım, otelden ayrılacaktım, ne var ki saatler iyice ilerlemiş ve elektrikler kesilmişti. Ahlat kap kara bir karanlığa bürünmüştü. O saatte bir araç bulmak mümkün değildi.
      Sıddık Hoca, o esnada otele gelen bir müşterisine rica ederek arabasının beni eve bırakmasını istedi.
      Durumun farkında olan yeni gelen müşteri itiraz etmeden  öneriyi kabul etti.
      El feneri ışığında odada yatakların üzerine serpilmiş ne kadar malzeme ve giysi varsa alel acele bir valize tıkıştırıp, panik halinde gecenin zifiri karanlığında eve doğru yola çıktık.  
      Elimde kocaman bir valiz, panik içinde, gecenin bir karanlığında kapıyı vurmaya başladım.  Hayret ve şaşkınlık içinde uyanan aile bireyleri kötü bir gelişmenin olduğunu sezmişlerdi. Yarım konuşuruz diye, gece vakti onları uykusuz bırakmamak için yere serilen bir yatağa uzanarak uyumaya çalıştım.
      Yaşadığım stres güzüme uyku girmesini engelliyordu, sabahın ilk ışıklarına kadar olayın muhakemesini yaptım. Uyuyamayacağımı anlayınca erkenden kalkıp giyinip, tıraş olduktan sonra otelin yolunu tuttum.
      Sıddık Hoca da benim gibi uyuyamamış, otelin lobisinde beni bekliyordu. Ben gece otelden ayrıldıktan sonra bir gelişme olup olmadığını sordum. Herhangi bir gelişme olmadığını, o kişinin, otel defterine mesleğini pazarlamacı olarak yazdırdığını, hesabını keserek erkenden otelden ayrıldığını söyledi.
      Olay geride kalmış, bir türlü aydınlatılamamıştı. Bu saatten sonra polise haber vermenin de bir anlamı yoktu. Aancak kafamızdaki sorular yanıt bulmuyordu.
      Bu basit bir hırsızlık olayı mıydı, yoksa, bu tür kültürel etkinlikleri engelleme adına yapılmış bir göz dağı verme hareketi miydi? Ya da olanı biteni anlama, geri planda nelerin olduğunu araştırma hareketi miydi?
      O dönemde bölgede sıkça görülen terör olayları ile bir bağlantısı var mıydı? Bölgede cirit atan istihbarat örgütlerinin bir bilgi edinme hareketi miydi yoksa?
      “Ahlat Kültür Haftası”nın akademik kadrosu içinde yar alan değerli araştırmacı Yazar Dr. Yaşar Kalafat’a durumu izah ederek, bu konudaki değerlendirmesini rica ettim, mantıklı bir  izahının olmadığını ifade etti.
      Olayı dallandırıp budaklandırmanın da bir anlamı kalmamıştı, “Ahlat Kültür Haftası” programının geri kalan kısmını  tedirgin ve endişeli bir biçimde tamamlayarak tüm ekibimizle bir başarıya imza atmanın mutluluğu ile Ankara’ya dönmüştük.

ORHAN SEVİMLİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


ORHAN SEVİMLİ
Orhan Sevimli
   Insan oğlunun kendi özgür iradesi ile tercihini yapma şansına sahip olmadığı en önemli etken ana-babasını seçememesidir. Bununun uzantısı olarak insanlar isimlerini de kendileri seçemiyorlar. Böyle olunca ister istemez kimi insanların isimleri ile fizyonomileri arasında  zaman zaman büyük çelişkilerin olduğunu görüyoruz. 
      Örneğin adamın adı Naif, fizyonomisine bakıyorsun naiflikle hiç mi hiç alakası yok. Ya da Nazik, nazik demek için bin tanık gerekiyor. Adı Yiğit olsun, kendisi cılızın teki…
      Bir de bunun tersi var, adı ile fizyonomisi veya karakteri cuk oturmuş. Adı Kibar ise, gerçekten de kibar mı kibar…
      Orhan Sevimli de bunlardan biri.  Adı ile hem karakteri hem de fizyonomisi birebir örtüşenlerden güzel bir örnek. Yüzünden akan sevimliliği net bir biçimde görebiliyorsunuz…
      Orhan Sevimli ile Ahlat Ergezen İlkokulu’nda birlikte okuduk, benden bir sınıf öndeydi. İlkokulu bitirir bitirmez Öğretmen Okulu’na kaydoldu. Kısa zamanda buradan mezun olup genç yaşta öğretmenlik mesleğine adım attı.
      Ben ise Ortaokula, oradan da Lise’ye gittim. Uzun yıllar yollarımız kesişmedi. İlk görev yaptığı yer Bitlis’in Merkez Köyü Başhan İlkokuluydu.
      Bitlis’in kışları bol karlı geçerdi, Küresel Isınma sonucu şimdilerde öyle kışları artık görmüyoruz. Bir kış günü Ahlat’a gitmek üzere Bitlis’ten bir kamyonla yola çıkmıştım. Yerde metrelerce kar ve şiddetli bir tipi vardı. Başhan’ın yakınlarına gelmiştik ki, kamyon artık gidemez olmuştu ve orada mahsur kalmıştık. Geri dönme şansımız da yoktu.
      Önümüzde iki seçenek vardı, birincisi Başhan’a adını veren eski ve büyükçe  binaya sığınmak, ya da çevredeki köy evlerinin kapısını çalarak tanrı misafiri olmak. 
      Böyle bir çıkmazda iken aklıma Orhan Sevimli’nin Başhan Köyü İlkokulunun iki öğretmeninden biri olduğu ve okulun lojmanında kaldığı geldi. Allahtan köy yolun hemen kenarındaydı. Çaresiz gidip kapısını çaldım, beni güler yüzle karşıladı, tipi nedeniyle mahsur kaldığımı  anlamıştı.
      Beni içeriye buyur etti, güler yüzü, sıcak ilgisi yüreğimi ısıttı. İki gün süreyle yemeğini benimle paylaştı. Öğretmen Okulu çıkışlı olduğu için o günün koşullarında almış olduğu eğitimin sonucu olarak, ilgimi çeken evinin temizliği, tertibi ve düzeni, yemek konusundaki bilgisi karşısında beni şaşırtmıştı. Orada kaldığım iki gün içinde ondan çok şeyler öğrendiğimi itiraf etmeliyim.
      Yol açılınca teşekkür edip ayrıldım, bir daha nerede ve nasıl karşılaşabiliriz diye hiç düşünmedim.
      Aradan yaklaşık bir yıl kadar bir süre geçmişti. Lise sonrası üniversite giriş sınavlarında başarılı olamamıştım. Önümdeki bir yıllık süreyi boş geçirmemek için boş olan öğretmen kadrolarından birine “Vekil Öğretmen” atanabilmem için Milli Eğitim Müdürlüğüne başvuruda bulundum.
      Bir süre sonra Ahlat’ın en uzak köylerinden biri olan Burcukaya Köyüne atamam yapıldı. Hemen gidip göreve başladım. Çok heyecanlıydım, kısa süre içinde köy halkı ve öğrencilerimle kaynaştım.
      Aynı derslikte beş sınıfa birden ders veriyordum. Sadece öğrencilerle değil, köylülerin de ufak tefek sağlık sorunlarına, resmi işlemlerine katkıda bulunuyordum.
      Köy yaşam koşullarına yavaş yavaş alışmaya başlamıştık. Artık hafta sonları köyler arasında ziyaret faslına başlamıştık.
      Hemen yanı başımızdaki Ovakışla (Purhus) Bucağı İlkokulunda Süleyman Çiçekçioğlu,  Kırıkkaya (Kers) İlkokulunda  Cengiz Çiroğlu, Alakır (Guştiyan) İlkokulunda Mahmut Köksal, (Sonradan yerine Coşkun Önder geldi)  Burcukaya (Mesik) İlkokulunda İlhami Nalbant, (Sonradan soyadımı Nalbantoğlu olarak değiştirdim.) Taşharman (Dabavank) İlkokulunda Adilcevazlı arkadaşımız Mehmet Dereli ve Dilburnu (Cizirok) İlkokulunda ise Orhan Sevimli görev yapıyorduk.
      Böylece Orhan Sevimli ile yollarımız  ikinci kez yeniden kesişiyordu.
      Bu köyler birbirlerine ortalama 1-2 saatlik yürüme mesafesindeydiler. Böyle olunca hafta sonları sırasıyla köylerden birinde toplanmaya başlamıştık.  6 öğretmen bir araya gelince çok neşeli, eğlenceli ortamları paylaşıyorduk.
      Dilburnu ile Burcukaya köyleri birbirlerine en yakın köylerdi. Böyle olunca ben ve Orhan sevimli diğer arkadaşlara göre daha yakın olduğumuz için daha sık görüşme fırsatı bulabiliyorduk.
      Orhan Sevimli  Köy Enstitülerinin uzantısı olarak görev yapan  öğretmen okullarında birinden mezun olmuştu.  İyi bir eğitim almış, deneyimli ve donanımlı bir öğretmendi. İtiraf etmeliyim ki kendisinden her konuda birçok şey öğrenmiştim.
      Hafta sonları bir araya gelir, birlikte yemekler yapar, hiçbir sosyal aktivitesi olmayan okul lojmanında vakit geçirirdik. Küçük bir radyosu vardı, oradan hem haberleri,  hem de o dönemin ünlü sanatçılarını dinlerdik.
      Bir hafta sonu gene birlikteydik, sabah kalktığımızda  her yeri karla kaplı olarak gördük, metrelerce kar yağmıştı. Benim Burcukaya Köyüne gitmem gerekiyordu. Orhan Sevimli gitmememi önerse de, öğrencilerimi öğretmensiz bırakmayı içime sindiremediğim için, sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra paçalarımı çorabımın içine sıkıca geçirdikten sonra vedalaşarak yola çıktım.
      Kar oldukça fazla olduğu için yürümek de o derece zordu. Attığım adım kara saplanıyordu, adımımı çıkarmak için zorlanıyordum.  Tüm bu zorluklara karşın yürümeye devam ettim. Allahtan benden önce biri buradan gitmiş ve iz bırakmıştı. O izi takip ederek Burcukaya’ya doğru ilerliyordum.
      Bir süre sonra etrafı sis bastı, görüş mesafesi oldukça azaldı. Bir iki metre önümü ancak görebiliyordum. Önümü göremeden bir süre yürüdükten sonra iyice yorulmuştum, adım atacak halim kalmamıştı. Ya gidemez burada kalırsam diye bir korku sardı içimi. Daha da ötesi, karşıma bir vahşi hayvan çıkarsa ne yaparım diye ürpermeye başladım. Zira yanımda ne bir çakı, ne de elimde bir sopa vardı. Bu olumsuz düşüncelerle kafamı iyice bulandırınca, azalan sislerin arasından bir karaltı gözüme ilişti. Bir anda etkisi altında kaldığım korkudan sıyrılarak daha dikkatle karaltıya bakmaya başladım. Sis rüzgarın da etkisiyle dağılıyordu, bir süre sonra Burcukaya İlkokulu’nun hemen yanıbaşında olduğumu gördüm. Sevincime ve keyfime diyecek yoktu.
      Aybaşlarında maaşımızı almak için yaya olarak Ahlat’a kadar yürürdük. Saatlerce yürüdüğümüz ıssız yolda akla hayale gelmez oyunlar oynayarak, şakalar, muziplikler yaparak gider, yolun nasıl bittiğini anlamazdık.  Özellikle yolumuzun üzerinde bulunan dere ve çaylardan geçerken suyun başında mola verir, yanımızda getirdiğimiz azıklarımızı dere kenarında yiyerek yaya yolculuğumuzu renklendirmeyi ihmal etmezdik.
      Kimi zaman yolumuzun üstünde bulunan Ovakışla’ya (Purhus) uğrar, Süleyman Çiçekçioğlu’nu da yanımıza alarak birlikte  Ahlat’a giderdik. Kimi zaman da gene yolumuzun üzerinde bulunan Kırklar Mahallesine uğrardık. Burada da günümüzde ünlü bir edebiyatçı olan Hikmet Altınkaynak öğretmen olarak görev yapıyordu, onu alıp yolumuza devam ederdik. Ahlat’ta Cumartesi ve Pazar günlerimizi ailelerimizle geçirir, çamaşırlarımızı yıkattırır, erzak ihtiyacımızı karşılar, Pazartesi sabah erkenden okulumuza, öğrencilerimize bir an evvel ulaşmak uçun yeniden yaya olarak yolu koyulurduk.
      Okulların tatile girmesinin ardından benim geleceğe dönük ideallerim olduğu için Ahlat’tan ayrılmam gerekiyordu. Ankara’ya yüksek öğrenim için gelmiştim. Orhan Sevimli ile uzun süre birbirimizle görüşme fırsatı bulamamıştık.
       Aradan uzun yıllar geçti, Orhan Sevimli çeşitli yerlerde görev yaptıktan sonra İstanbul’a tayin edilmişti. Zaman zaman İstanbul’a gitmeme karşın bir türlü görüşme olanağı bulamamıştım.
      Yaklaşık olarak yarım yüzyıllık bir aradan sonra bir gün Orhan Sevimliyi arayıp hatırını sorayım dedim. Belki güzel anılarımızı hatırlar tadını çıkarırız diye düşünüyordum.
      Birkaç kez telefonla aradım yanıt alamadım. Umudumu kesmiş, başka arkadaşlar vasıtasıyla ulaşayım diye düşünüyordum. Son bir kez daha şansımı deneyeyim diye düşünerek tekrar aradım. Bu kez telefon açıldı.  Alo sesini duyar duymaz, hiç aklımda yokken spontane olarak birden bir muziplik geldi aklıma;
      -Alo… Orhan Sevimli Hocayla mı görüşüyorum?
      -Evet buyurun Orhan Sevimli benim.
      -Hocam,  sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Ben sizin Cizirok Köyünden öğrencinizim. Bir hatırınızı sormak için arayayım dedim.
      -Adın nedir senin?
      -İlhami Nalbantoğlu Hocam.
      -Benim İlhami Nalbantoğlu adında bir öğrencim yok, dedi ve telefonu şak diye yüzüme kapattı.
      Anladım, bir anda hatırlayamadı. Biliyorum, sonradan hatırlayacak ve çok üzülecekti. Üstelemedim, kendi kendime bunun bir gün devamı gelecektir, bekleyelim bakalım ne olacak dedim.
      Aradan çok geçmedi, birkaç ay sonra, her ikimizin de yakın dostu ve arkadaşı olan Nimet Kürümoğlunun vefat haberini aldım. Ertesi gün cenazesi Ataköy Camisinden kalkacaktı. Gece hareket edip cenaze törenine yetiştim.  O üzüntü içinde Orhan Sevimli ile karşılaşacağım aklıma gelmemişti. Kalabalığın içinde birden karşı karşıya geldik. Birbirimize sarılıp taziyelerimizi bildirdik. Ben daha ağzımı açmadan yanımızdaki yakın diğer arkadaşlarımıza beni şikayet etti:
      -Bu var ya bu, bana nasıl numara yaptı bilemezsiniz. Ve o yaslı ortamda gene bana takılmadan duramadı. O dönemde Burcukaya Köyünden benim öğrencilerimden birinin Avukat olduğunu anlatarak beni onore ediyordu.
      Orhan Sevimli, aynı Orhan Sevimliydi.  Yüzündeki sevimlilik ve yüreğindeki sıcaklık yılar evvel olduğu gibi aynen yerini koruyordu.