15 Eylül 2019 Pazar

İZMİR ERTERNASYONAL FUARI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


İZMİR ENTERNASYONAL FUARI
Ahlat’tan  başka bir yeri görmeden getirilip Diyarbakır gibi büyük bir kentin ortasına bırakılmam bir uyum sorunu yaşamama neden olmuştu. Diyarbakır’dan sonra Bitlis’te geçirdiğim günlerde ise büyük şehirde yaşamanın özlemi ile yanıp tutuşuyordum.
      60’lı yılların başıydı, bu özlem dayanılmaz bir hal alınca, Bitlis’ten kalkan bir otobüsle kendimi Diyarbakır’a attım. İlk işim tren istasyonuna gidip, ilk hareket edecek kara trenden bir Manisa bileti almak oldu.
      O dönemde, karayolu ulaşımı emekleme dönemini yaşıyordu, havayolu ise sadece ekonomik olanakları yüksek kesimlere hizmet veriyordu. Geniş kitlelerin ulaşım aracı  ise zorunlu olarak  kara trendi.
      Kara tren, Doğu’nun en ucundan kalkar, Batı’nın son noktasına yolcu ve yük taşırdı. Mesafeler uzun olunca süre de onunla paralel olarak uzar giderdi
     
Fuarın İlk Yılları
Kurtalan Ekspresi de bunlardan biriydi.  Aynı güzergahta bir posta treni, bir de yük ve nakliye treni vardı. Posta treni Ekspres trenin bir buçuk günde gittiği mesafeyi üç günde, yük treni ise bir haftada ancak giderdi.
      Ben ise ilk gidene bilet almıştım, bu da posta treniydi, her istasyonda durur,  posta alış verişini tamamlar öyle yoluna devam ederdi.
      Hareket saati gelmeden gidip kompartımanlardan birine oturup trenin kalkmasını bekledim. Kalkış saati yaklaşınca yavaş yavaş yolcular gelip, kendilerine uygun yerleri seçerek oturuyorlardı.
      Benim olduğum kompartımana birkaç asker gelip yerleştiler, hemen hemen aynı yaşlarda olduğumuz için kolay anlaşıyorduk, böylece neşeli bir yolculuk başlıyordu.
      Yol boyunca yeni yerler görüyor, muhteşem doğa manzaraları seyrediyorduk. Yolculuğun en heyecanlı yanı, trenin durduğu istasyonlardaki büfelerden yiyecek ve içecek alma telaşıydı.
      Kimi yerlerde, tren tam kalkmak üzereyken kendimizi zor atıyorduk içeri. Çünkü treni kaçırmak, oldukça meşakkatli işler açabilirdi başımıza. Bu riski göze alamadığımız için telaş ve panik içinde alış verip yapıp yerimize dönüyorduk.
      Bu hareketlilik aynı zamanda oturmaktan uyuşan ayaklarımıza da iyi geliyordu. Sıkıldığımızda koridora çıkıp, dışarıyı seyrediyorduk.
      Trenin tünele girdiği zamanlarda ortalığı kesif bir kömür kokusu ve duman kaplıyordu. Trenin aydınlatma lambalarını yakmak da kimsenin aklına gelmiyor olmalı ki, o anlarda zifiri karanlık bir ortam oluşuyordu.
      Sivas, Ankara, Eskişehir gibi büyük istasyonlarda uzun süreli duraklamalar oluyordu, o anlarda  trenden iniyor, çevreyi geziyor, trenin uzun uzun çaldığı düdük sesiyle yerimize dönüyorduk.
      O dönemde bu tren yolculuğu benim için büyük bir deneyim oluyordu, birçok yeni şey görüyor ve öğreniyordum.
      Yaklaşık olarak üç güne yakın bir süre sona ermiş, Manisa topraklarına girmiştik. Benim heyecanım ise dayanılmaz bir boyut kazanmıştı. Hiç bilmediğim bir yere gidiyor, hiç görmediğin bir akrabamı arıyordum. Elimde sadece eski bir adres vardı. Bu adresle aradığım yere ulaşmam oldukça zor görünüyordu. Nihayet Manisa tren istasyonunda yol arkadaşım askerlerle vedalaşıp elimi kolumu sallayarak trenden indim.
      Aaa..! O da ne? Yürüyemiyorum! Ben gidiyorum, yol da gidiyor!.. Başım dönüyor…
      Bir yere oturdum, beklemeye başladım, yolun gitmesi de durdu, başımın dönmesi de…
      Bu şekilde bir yere gidemeyeceğimi anlayınca, çevreye bir göz gezdirdim, yakınlarda bir otel yazısı gördüm. Duvarlara tutunarak otele kadar zar zor yürüdüm.
      Otel görevlisi halimi görünce, bir tuhaflık olduğunu anladı, ona kısa bir açıklama yaptıktan sonra, verdiği odaya girdim, aynaya baktım, bu ben değildim, gözlerime inanamadım.
      Evet ben değildim, benim zenci versiyonum olabilirdi. Orada anladım şu “Kara Tren” lafının nereden kaynaklandığını. Hani o içeriye dolan kömür kokusu ve duman var ya, işte o beni bu hale getirmiş.
      Mavi gömleğim de siyaha bürünmüş, bu gömlekle de dolaşılmaz ki, yıkasam mı acaba diye düşündüm, en azından siyahı giderdi.
      Zaten zor ayakta duruyorum, başladım lavaboda soğuk suyla gömleğimi yıkamaya. Kendimce iyi olduğunu sandığım gömleğimi, sıktım, bir sandalyenin üzerine güzelce astım ve kendimi yatağa attım. Gözlerimi açtığımda, ne kadar süredir uyuduğumu bilmiyordum, ama kendimi iyi hissettiğim belli oluyordu. Gömleğime şöyle bir göz attım, kurumuştu, ama  siyah desenli bir gömlek olmuştu.
      Yapılacak bir şey yoktu, üzerime giydim, yüzümü güzelce yıkadım, otel görevlisinin yanına gittim, borcumu öderken, görevli 24 saattir uyuduğumu söyleyince durumun vahametini anladım.
      Açlıktan adım atacak takatim kalmamıştı, yakınlarda bir şeyler atıştıracak bir yer bulup bu sorunu da çözdükten sonra, cebimdeki adresi çıkarıp, sora sora Bağdat bile bulunur misali yollara düştüm.
      Göktaşlı Mahallesi, Murat Caddesi’ndeki adreste bulamadım, buradan taşındığını söylediler, nereye taşındığını Allah’tan biliyorlardı, yeni adresi alıp yeniden yola koyuldum.
Son Yıllarda İzmir Enternasyonal Fuarı
      Bu adresi de bulmuştum, ancak aradığım kişi oradan da ayrılmış, Manisa şehirlerarası otobüs terminalinin karşısındaki yerde olduğunu söylediler. Bir süre aradıktan sonra cadde üzerinde bir apartmanın bodrum katında buldum.
      Caddeden beş altı basamakla alt kata iniliyordu, indim aşağıya,  orta yaşlarda birisi loş bir ortamda önünde masada bir şeyler yapıyordu.
      Ürkek ve çekingen tavırlarımı görünce o bana sordu, buyur evladım bir sıkıntın mı var?
      -Evet Hasan Çamak’ı arıyorum.
      -Beni niye arıyorsun, dişin mi ağrıyor?
      -Hayır ben Abdullah Nalbant’ın oğluyum, sizi ziyarete geldim. Gözlerine de duyduklarına da inanamıyordu. Bir yanlışlık mı var diye ısrarla sordu.
      -Sen Abdullah’ın oğlu musun, beni nerden buldun, babanla mı geldiniz, niye beni arıyorsunuz? Gibi anlamsız sorular soruyordu, şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak.
      -Hayır ben yalnız geldim sizi ziyarete. Üstüme başıma bakıyor, bir türlü ikna olmuyordu. Perişan halimden bir tuhaflığın olduğunu hissetmişti.
      -Peki babanın haberi var mı buraya geldiğinden diye sorunca, verdiğim “hayır” yanıtından durumu kavraması zor olmadı. Deneyimli ve bilge tavrıyla durumu kavramıştı. Artık inisiyatif onun kontrolüne geçiyordu. Ortada bir kriz vardı ve o krize el koymuştu.
      Ogün ailesi Manisa Meteoroloji Müdürü Kazım Bey’in Ailesini ziyarete gitmişler, beni de o perişan halimle alıp Kazım Bey’lere götürdü.
      Birkaç gün sonra izimi takip eden babam, önce Bursa’ya gitmiş, bulamayınca Manisa’ya gelerek beni bulmuştu. Gergin başlayan gün, babam ile Hasan Amcamın kapalı kapılar ardında yaptıkları uzun görüşmelerin ardından, karar açıklanmıştı.
      Birkaç gün Manisa’da kaldıktan sonra Ahlat’a dönülecekti. Bu birkaç günü iyi değerlendirebilmek için amcamın oğlu Süleyman ile beni İzmir Enternasyonal Fuarı’na gezmeye gönderdiler.
      60’lı yılların başında İzmir Enternasyonal Fuarı, Türkiye’nin dünyaya açılan ve tüm dünya ülkeleri tarafından ilgiyle izlenen en önemli vitriniydi.
      O yıllarda, böylesine muhteşem bir organizasyonunu görebilme şansına sahip olduğum için mutluyum. Ufkumun açılması, bilgi ve görgümün artırılması için ne denli yararlı bir ziyaret olduğunu belirtmeliyim.
      Bu fuarda, Amerika ile Rusya’nın o dönemde ne denli büyük bir rekabet içinde olduklarının somut örneklerini görebilme şansını yakalamıştım.
      Yıllar sonra, geçmiş günlerin bir değerlendirmesini yaparken, bu muhteşem projenin mimarının Mustafa Kemal Atatürk olduğu gerçeği ile karşılaştım. Bir kez daha O’na olan hayranlığımı iliklerimde hissettim.
      İzmir Enternasyonal Fuarı’nın, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün talimatıyla 1923 yılı başlarında  toplanan 'İzmir İktisat Kongresi' sırasında, yurt içinde üretilen malların sergilenmesi ve dış ülkelere satışının yapılabilmesini sağlamak için bir tanıtım organizasyonun gerçekleştirilmesi fikri ile ortaya çıktığını öğrendim.
      Bu fikir doğrultusunda,  Mustafa Kemal ATATÜRK öncelikli olarak İzmirli tüccarları kastederek şöyle diyordu: “Bu şehirde fuarlar kurun, sergiler açın” diyerek  bir yol haritası ortaya koyuyordu. Bunun üzerine  İzmirli tüccarlardan birinin binasında, imal edilen her şeyin teşhirinin yapılacağı 'Yerli Mallar Sergisi' açılması talimatını vermişti.  
      Böylece, yurdun her tarafından gelen ziraat, sanayi, tüccar ve esnaf gruplarının birbirlerini ve mallarını tanımalarının yolu açıldı. İzmir'in kurtuluş günü olan '9 Eylül' adını alan yerli malları sergilerinin ilki 1927 yılının Eylül ayında açıldı.
      Bu etkinliğe  çok sayıda resmi ve özel kuruluş yanında birçok yabancı firma da katılım sağlamış. Başarılı sonuçlar vermesi üzerine ertesi yıl daha büyük ve kapsamlı bir katılımla ikincisi gerçekleştirilmiş.  Büyük bir ilgi ile karşılaşılınca daha geniş bir alan edinme ihtiyacı ortaya çıkmış.
      Daha sonra,   1936  yılının ilk günü  Kültürpark adı verilerek büyük bir törenle açılmış,  1 Eylül 1936 günü ise   “Arsıulusal İzmir Fuarı” adıyla ileride  adı “İzmir Enternasyonal Fuarı” olacak olan Türkiye’nin en önemli dışa açılım projesi başlamış.
      Bu açılış törenine, Mısır, Yunanistan ve Sovyetler Birliği'nden 48 kuruluş katılmış. 32 vilayet pavyonunun bulunduğu açılışta, 45 yerli firma yer almış.
      İzmir Enternasyonal Fuarı, 2. Dünya Savaşı  nedeniyle  1942 yılında açılamamış, ancak halkın bu alandaki ihtiyacı düşünülerek, 'Kültürpark Eğlenceleri' adı altında organizasyon düzenlenmiş. Savaşın bütün hızıyla devam ettiği 1943 yılında kapılarını açan fuara, savaşta olan ülkeler bile katılmış..
      1960 ile 1970'li yıllarda İzmir Enternasyonal Fuarı'nda Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) uzay teknolojilerini sergiledi. Bu yıllarda, ulusal sanayi malları ve ürünleri uluslararası pazara gösterilirken, Almanya ve İngiltere ürettiği son model otomobilleri görücüye çıkarıyordu.
      Ben, 60’lı yılların başında tanık olduğum bu uygarlık seramonisinin neden bir süre sonra kesintiye uğratıldığını anlamakta zorlanıyorum.

6 Eylül 2019 Cuma

ZAFERİN 948. YILI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

ZAFER’İN 948. YILI
Bir zafer düşünün, dünyanın dengesini değiştiriyor. Bir dönemi kapatıyor, yeni bir dönem başlatıyor. Türklere Anadolu’nun kapılarını açıyor.
      Bu büyük zafer’in Komutanı Alparslan, savaş planlarını ve stratejisini Ahlat’ta belirliyor, bir Cuma günü buradan yola çıkıyor,  Sütey yaylasında Cuma namazını kılıyor, atının kuyruğunu bağlıyor, etkileyici konuşmasını yapıp “Ya Allah” diyerek tarihin seyrini değiştirme mücadelesine girişiyor.
      Devletimiz bu büyük zaferi şanına uygun bir biçimde her yıl kutluyor. Minnettarız.
      Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı tarafından 1990 yılında başlatılan “Ahlat Kültür Haftası” bilinçli olarak 25 Ağustos tarihinde başlatılmıştı ki Ahlat bu zafer kutlamaları kapsamında bir bütünün parçası olabilsin..
      Devletimizin  bu büyük Zaferin kutlanması ile ilgili hassasiyetlerine karşın Ahlat’ın bu pastadan payına düşeni alma fırsatı yaratıldığına tanık oluyoruz. 
      Biz, Ahlat Kültür Haftası’nı başlatan ve başarılı bir biçimde yıllarca gerçekleştiren bir ekip olarak,  bu kültürel aktivitenin konseptinin başlangıç yıllarındaki etkinliklere paralel bir biçimde şekillendirilmesinden yana olduğumuzu belirtmek isteriz.
      Ahlat’ın, bu zaferin kazanılmasında üstlenmiş olduğu görev nedeniyle daha çok ilgiyi hak ettiği ve arzulanan yeri alacağına inancımız tamdır.


BAŞBAKANLIK KANUNLAR VE KARARLAR TETKİK DAİRESİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


BAŞBAKANLIK
KANUNLAR VE KARARLAR TETKİK DAİRESİ
Başbakanlık Merkez Teşkilatının en önemli “Ana Hizmet Birimi”nin adı  “Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesi” idi o dönemde. Kutsal ve mistik bir yapısı vardı.
      1968 yılının son aylarında başlamıştım buradaki görevime. Daire’nin Başkanı, bir süre Nevşehir Valiliği görevinde bulunmuş  olan Şeref Tolungüç’tü. Kısa boylu, güler yüzlü, sempatik bir insandı,  ancak işinde oldukça ciddi ve titizdi.
      Cumhuriyetle birlikte ilk aşamada “Muamelat Müdürlüğü” adı ile oluşturulan  daha sonraları adı değiştirilen Dairenin hiyerarşik yapılanması “Üyelik” sistemine göre oluşturulmuştu. Başkan’ın altında “Üye”ler vardı, bunlara bağlı olarak ta “Uzman”lar görev yapardı.
      Üyelerin sayısı 4’ü geçmiyordu, ünlü edebiyatçı Muzaffer Uyguner, ünlü hukukçu Osman Anıl ve iki ünlü Mülkiyeli Münir Gedeleç ile Hüseyin Ilgıt’tan oluşuyordu.   Savni Belger ve Tarık Sesyılmaz’dan oluşan iki de “Mütehassıs Müşavir”  olarak görev yapan deneyimli bürokrat mevcuttu.
      Savni Belger, İstanbul’un köklü ailelerinden birinin  iyi eğitim almış mensubu, Tarık Sesyılmaz ise  “Hafız Burhan” adıyla  ülke genelinde ünlü olmuş sanatçının oğluydu.
      Bunların altında yaklaşık on civarında Uzman ve Uzman Yardımcısı  görev yapıyordu.
      Başbakanlık Merkez Teşkilatı’nın bu en önemli dairesinin toplam sayısı 30’u bulmuyordu.  Buna paralel olarak Başbakanlık Merkez Teşkilatı’nın toplam personel sayısı ise 150 civarındaydı.
      Başbakanlık Merkez Binası’nın birinci katında, üyeler tek kişilik odalarda, uzmanlar ikişerli odalarda oturmak suretiyle katın yarısını  ancak dolduruyordu.
      Başbakanlık Müsteşarı Münis Faik Ozansoy, sağlık sorunları nedeniyle görevinin başında değildi, bu görevi, sonradan “Devlet Bakanı” olarak görevlendirilecek olan efsane bürokrat Müslih Fer yürütüyordu.
      Başbakanlık Müsteşarı hariç, hiçbir makamın ne sekreteri, ne koruması ne de makam arabası vardı.  Bakanlar Kurulu Kararnamelerini  bakanlara imzalattırmak için dolaştıran kuryeleri taşıyan jeep marka araç, mesai bitiminde Müsteşar Yardımcısı ve Tetkik Dairesi Başkanını evlerine bırakırdı.  Aynı güzergahta oturanlar varsa onları da almayı ihmal etmezlerdi.
      Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesi’nde günümüzle kıyaslanamayacak kadar bir ciddiyet, sorumluluk duygusu ve iş ahlakı mevcuttu. Hiçbir kamu görevlisi, asla ve kat’a bir basın mensubu ile görüşmez, hiçbir kişi, kurum ve kuruluştan hiçbir hediye kabul etmezdi.
      Başbakanlık Merkez Teşkilatı’nda çalışanlardan, evi, arabası olanların sayısı bir elin parmaklarından fazla değildi, lojmanda oturanların sayısı da en fazla o kadardı.
İlhami NALBANTOĞLU
      Servis aracı dahil, hiçbir sosyal ayrıcalık söz konusu değildi.. Çalışanların tek lüksü ise  Erdek’te barakalardan oluşturulmuş dinlenme tesisine gidebilmekti.  Ben heveslenip gitmiştim de, her nedense aynı günün akşamı Ankara’ya dönmeyi tercih etmiştim.
      Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesi’nde göreve başladığımda lise mezunuydum, burada hem çalışacak hem de yüksek öğrenimimi tamamlayacaktım. Lise mezunu olduğum için   “Memur” kadrosuyla dosya bölümünde göreve başlatılmıştım.
      İşim ağırlıklı olarak, bakanlık ve kuruluşlardan gelen istek ve önerilerin öncesini bulmaktı. Tüm işlemler uzmanlar tarafından  önce yasal dayanaklara, sonra da önceki işlemlere göre değerlendiriliyordu.
      Uzmanlar kendilerine verilen konulara göre bölümlere ayrılmıştı. Oysa ben bu bölümde her konudan haberdar oluyordum. Bu benim için önemli bir ayrıntıydı. Bunun için güçlü bir hafıza da gerekiyordu.
      Bir süre sonra, sonradan Gazi Üniversitesi’ne bağlanacak olan bir Yüksek Okula kaydımı yaptırdım. Böylece hem Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesi’nde işin içinde yetişiyor, hem de okulun verdiği eğitimi alma şansına kavuşmuştum.
      Kısa sürede işimi kavramış, istenen hemen hemen her konuyu anında yanıtlayabilme düzeyine gelmiştim. Gerek Başkan Şeref Tolungüç, gerekse daire üyeleri ve uzmanlar  aradıkları  konuları bana sormaya başlamışlardı.
      Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi diplomamı getirdiğimde hiç bekletilmeden intibakım yapıldı, artık Başbakanlık Uzman Yardımcısıydım. Temelden yetiştiğim için Dairenin tüm konularına olan hakimiyetim bana büyük avantaj sağlıyordu.
      Aradan altı yıla yakın bir süre geçmişti, yönetim kademesinde değişiklikler olmuştu. 50’li yıllarda Ahlat’ta Kaymakam olarak görev yapan ve  Belediye Parkını yaptırarak Ahlat’ın çehresini değiştiren Kenan Aybek, Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevine gelmişti.
      Bu benim için önemli bir şans olmuştu, hemen askerlik görevimi aradan çıkarmak için başvuruda bulundum. Bir buçuk yıl  oldukça hareketli askerlik
görevimi tamamlayıp döndüğümde soluğu Kenan Aybek’in makamında aldım.
      Hemen göreve başladım ve kısa bir süre sonra da üçlü Kararname ile “Başbakanlık Uzmanı” olarak atamam yapıldı.
      Geçen bu süre içinde kadrolarda bazı değişiklikler olmuştu, Şeref Tolungüç gitmiş, yerine Lokman Derman gelmişti. Önceki üyelerin yerlerine de Vehbi Ünver, Kutlu Türker, Cemal Algüner ve sonradan çok ünlü bir yazar olan,  kitapları milyonlarca satan  Ayla Kutlu gelmişlerdi. Ben ise Vehbi Ünver’in yanında görevlendirildim, artık ekonomik konulara bakacaktım.
      70’li ve 80’li yıllarda ülkenin içinde bulunduğu siyası ortam gereği sık sık hükümet değişiklikleri oluyordu. Her gelen hükümet bazı kadrolara yakınlarının atamasını yapıyorlardı. Bu süreçte 71 Muhtırası ve 80 Darbesini de dahil olmak üzere Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesi’ne hiçbir  siyasi atama yapılmamıştır. Es kaza yapılmış olanı da bünye kabul etmemiştir.
      Bu sayededir ki Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 90’lı yılların sonlarına kadar Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesi siyasi emellere alet edilememiştir.
      Özellikle 90’lı yıllarda statüsü Genel Müdürlük olarak değiştirilen kurumun başında görev yapan, yürekli ve cesur Türk Kadını’nın tipik bir örneğini sergileyen  Şahver Kobal, görevinden alınıncaya dek Kanınlar ve Kararlar Genel Müdürlüğüne bünyesine siyasi bir kimlik sokmamak için büyük bir mücadele ortaya koyuyordu.
      Kimi zaman dönemin Başbakanı Turgut Özal’a direniyor, kimi zaman Müsteşar Hasan Celal Güzel ile dişe diş hukuki yorum mücadelesine giriyordu. Hukuki bilgiye dayalı bu yürekli ve cesur bürokrata dönemin bakanları bile karşı karşıya gelmekten çekiniyorlardı.
      Ne zaman ki hemşehrisi ve yakını olan dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ali Naci Tuncer, Şahver Kobal’ı görevden aldı,  o tarih itibariyle Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünün çekirdek kadrosu siyasi atamalar sonucu dejenere olmaya yüz tuttu.
      Her dönemde olduğu gibi, yalaka ve dalkavuk takımı yerini korumayı başardı, ilkeleri ve bildikleri doğrularla yollarına devam etmek isteyenler birer birer ayıklanıp, yerleri siyasi kimliklere teslim edildi.
      Durum böyle olmaya başlayınca hatalı ve kusurlu işlemlerin tahminlerin çok ötesinde gün aşırı görülmeye başlaması, Resmi Gazete’de fahiş hataların yayımlanması bürokrasideki yozlaşmanın ve arızanın sinyalini vermeye başladı.
      İş çığırından iyice çıkmaya başlamıştı, 70 yıllarda 150 personel ile Devletin hizmetini yürüten kadroların sayısı binleri aşıyordu. Binalara sığılamıyor, yeni binalar kiralanıyor, buralara hiçbir görevi olmayan ve o dönemlerde literatürümüze yeni giren “bankamatik memurlar” tıkıştırılıyordu.
      Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünü önemli kılan unsurların başında homojen bir yapıya sahip olması gelmektedir. Kurum olarak tüm çalışanları bir bütün halinde hareket edebilme yeteneğine sahip canlı bir organizma gibi olmasından kaynaklanmaktadır.
      Bürokrasinin her kademesine hukuk bilgisi veren, kurum ve kuruluşların önünü açan bir okul gibi hizmet edebilme kapasitesine sahip bir kuruluştu.
      Burada hizmet verenler mesai saati kavramına uymadan, zaman kavramı tanımadan görevlerini en iyi bir biçimde yerine getirme çabası içindeydiler. İş ortamında her an birlikte oldukları gibi, aile yapılarında da bir bütün halinde yaşam tarzını uyguluyorlardı.
      Bu uyum ve başarılı performans doğal olarak bazı çevrelerin  huzurunu kaçırıyordu. Bu nedenle buraya gözünü dikmiş, burayı ele geçirmek için çırpınan çevrelerin olduğu bilinen bir gerçekti.
      Nitekim son dönemlerde korkulan olmuş, kadrolar bilgisiz, beceriksiz, yeteneksiz, liyakatsiz kişilerle doldurulmuştu. Gün geçmiyordu ki, Resmi Gazete, telafisi mümkün olmayan hatalarla dolup taşıyordu.
      En kötüsü bu fahiş hataları yapanlar hakkında herhangi bir işlem yapmak şöyle dursun, inanılması güç bir koruma çemberi içine alınıyorlardı. Bu bozulma ve deformasyon gün geçtikçe artıyordu.
      15 Temmuz 2016 ihanetinden sonra bu Dairenin üst kademelerinde yer alan sözüm ona yöneticilerin hapse atılmasından sonra anlaşıldı bürokrasinin içine düştüğü hazin durum.
      Yönetim sisteminde yapılan değişiklik sonrası hiç tereddüt etmeden kapısına kilit vurular bu Dairenin, aradan daha bir yıl bile geçmeden, yana yakıla aranıyor olması, değerinin gerçek boyutunu ortaya koymaktadır.
      Basına yansıyan bilgilere göre, eski yönetim sistemindeki Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü’ne benzer bir yapının TBMM’de kurulması üzerinde duruluyormuş.
      Mecliste Kanunlar ve Kararlar Başkanlığı adında bir birimin bulunduğu, ancak söz konusu başkanlığın yalnız rutin işleri yürüttüğü, yasama sürecine çok fazla dahil olmadığı, bundan sonraki süreçte uzman kadrosunun daha etkin bir konuma getirilebileceğine dikkat çekiliyor.
      Devlet yönetim mekanizması, yıllarca denenmiş ve kurumsallaşmış ilkeleri, artısını eksisini dikkate almadan   değiştirmeyi kabul etmez, reddeder…

TARİHİ KENTE GENÇ KAYMAKAM, ERKAN İSA ERAT, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


ERKAN İSA ERAT
TARİHİ KENTE GENÇ KAYMAKAM
Yeni Kaymakamımız Erkan İsa ERAT

Ahlat’a genç ve yakışıklı bir Kaymakam atandı. Dileriz Ahlat’ın tarihine adını yazdıran efsane Kaymakamlarımız gibi iz bırakarak Ahlat’tan ayrılır.
      30 yılı aşkın bir süredir Ahlat’ın ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtımını yapan Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı olarak, son yıllarda sıkça değişen Kaymakamlarımıza başarı ve iyi dileklerimizi, temennilerimizi sunmayı ihmal etmiyoruz.
     Yeni Kaymakamımız Erkan İsa Erat’a da aynı dileklerimizi sunuyoruz.
      Erkan İsa Erat, 1985 yılında Erzurum’un   İspir ilçesinde doğmuş.. İlk ve orta öğrenimini Kocaeli’nin Darıca ilçesinde, lise öğrenimini ise   Trabzon’un Akçaabat ilçesinde tamamlamış.
      Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünü bitirmiş. ABD’de University Of Old Dominion Üniversitesinde aldığı dil eğitiminin yanı sıra “Yerel ve Merkezi Yönetim” ve “Kriz Yönetimde Liderlik, Koordinasyon ve İletişim” alanlarında çalışmalarda bulunmuş.
      Erkan İsa Erat, 2009 yılında Yozgat Kaymakam Adayı, Aralık 2009- Mayıs 2010  Burdur Yeşilova   Kaymakamı, Mart 2012-Eylül 2014 tarihleri arasında Karaman Ayrancı  Kaymakamlığı ile eş zamanlı olarak Vali Yardımcısı, ile İl Özel İdaresi Genel Sekreteri, 2014-2016 tarihleri arası Sivas Gölova  Kaymakamlığı  ve son olarak  2016 yılından itibaren Ağrı Tutak Kaymakamı görevlerinde bulunmuş. 
      Erkan İsa Erat, evli olup, İngilizce bilmektedir.