31 Ekim 2019 Perşembe

TİFTİK KALPAKLI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


TİFTİK KALPAKLI
Liseden mezun olduğum yıl üniversite sınavlarını kazanamadığımdan bir yıl beklemem gerekiyordu. Bu bir yılı boş geçirmemek için Ernis Alparslan Öğretmen Okulu bitirme sınavlarına girmek üzere başvurdum. Fark ders sınavları yaklaşık yirmi gün kadar sürmüştü.
Van Gölü Ekspresi
      Okul idaresi bizim gibi olanlara sadece okulda yatma olanağı sağlamıştı. Yemeğimizi ise okulun kantininden aldığımız ekmek peynirle yapıyorduk. Sınavlar bitti, Ahlat’a döndüm ve sonuçları beklemeye başladım.
      Yaklaşık bir ay kadar sonra mezun olduğumuza dair yazı geldi. Okul idaresi aynı zamanda  Milli Eğitim Bakanlığı’na  sonuçları bildirmişti. Bir de olası atama için hangi illerde görev yapmak istediğimize dair bir form iliştirilmişti.
      Bu formu doldururken bayağı sıkıntı çektim. Çünkü  genel kanım Ahlat’tan gideyim de neresi olursa olsun şeklindeydi. Bu düşünceyle  adımın baş harfi ile başlayan üç ilin adlarını sıraladım. İstanbul, İzmir ve İzmit ve yeniden başladım beklemeye.
      Ne kadar bekledim bilmiyorum, bir gün elime bir sarı zarf tutuşturuldu, heyecanla zarfı yırtarcasına açtım, istekte bulunduğum yerlerin hiçbiri çıkmamıştı. Bolu İli, Mengen İlçesi, İlyaslar Köyü öğretmenliğine atanmıştım.
      Şubat ayının ortalarıydı, o yıl Türkiye şiddetli bir kış mevsimi yaşıyordu. Karayolları amansız bir mücadele veriyordu, kardan kapanan yolları açmak için. O gün de bayağı kar yağmıştı, Osman Teker’in minibüsünü tıklım tıklım doldurmuştuk. Sömestr tatilini geçirmek için Ahlat’a gelen üniversite öğrencileri de Ankara ve İstanbul’daki okullarına dönüyorlardı.
       Tatvan’a doğru hareket ederken yolun açık mı kapalı mı olduğundan pek emin değildik, ancak gitmek mecburiyetinde olduğumuzun bilincindeydik. Maceralı bir yolculuktan sonra Osman Teker bizi Tatvan tren istasyonunda indirdi. Zaman bir hayli ilerlemişti, tren hareket etmiyordu. Çünkü tren yolunun da daha açılmadığına dair konuşmalar yapılıyordu. Buna karşın itiş kakış, gürültü patırtı, bağırış çağırışlarla trenin boş ve soğuktan buz kesmiş kompartımanlarına doluştuk.
      Benim hışımla ve destursuzca biraz da kabaca girdiğim kompartımanda camın önüne oturmuş, elinde kitabı, başında tiftik kalpağıyla yaşlıca bir bey şaşkınlıkla ve hayretle “ne oluyor acaba?” dermişcesine bana bakıyordu. Göz göze geldik, bir an bakıştık, biraz toparlanarak boş bir yere oturdum. Arkamdan diğer arkadaşlar da gelip boş yerleri doldurdular.
      Tiftik kalpaklı beyin  gözlerini bir an olsun  ayırmadığı elindeki kitabını okumaya devam etmesi ve asil duruşu biz gençleri sükunete davet eder gibiydi.
     
İlhami Nalbantoğlu
Ne kadar bekledik bilmiyorum, bir süre sonra tren çalışmaya başladı ve bu kez dolu ve soğuk odalara sıcak hava dolmaya  ve bir süre sonra da ağır ağır hareket etmeye başladı. Üzerimizdeki gerginlik ve telaş bir nebze de olsa yerini daha sakin bir ortama bırakmıştı.
      Artık, yaklaşık olarak iki gün sürecek bir yolculuğa başlamıştık. Bu süre içinde bir arada oturacak, birbirimizle tanışacak, yiyecek ve içeceklerimizi paylaşacak, bol bol da sohbet edecektik.
      Ne var ki, tiftik kalpaklı adam, başını bir türlü kitabından kaldırıp bizimle diyaloğa girmiyordu. Bizim de zaten çok umurumuzda değildi, ancak ben okuduğu kitabı merak etmeye başlamıştım. Bu kadar önemli ne olabilir diye şiddetli bir merak sarmıştı içimi.
      Bir ara okuduğu kitabı sayfalarını kapatmadan açık bir vaziyette ters olarak bırakıp tuvalet için odadan çıktı. Ben bunu fırsat bilerek hemen kitabı alıp açık olan sayfayı bir göz atınca kitabın Türkçe olmadığını gördüm. Fakat hangi dilde olduğunu anlamadan tekrar aynı biçimde yerine koydum. Böylece merakım daha da artmıştı.
      Trene bineli epeyi bir zaman geçmişti, artık bir şeyler atıştırmanın zamanı gelmişti. Yavaş yavaş azıklarımızı ortaya çıkarmaya başladık. Camın önündeki minik sehpaya yerleştirmeye başladık ve ardından da tiftik kalpaklı adama buyurmaz mısınız diyerek soframıza davet ettik. Hiç beklemiyormuş gibi bir tavırla başını kitabından kaldırarak teşekkür etti ve devam etti, “durun çocuklar ben de trene binmeden pastaneden bir şeyler aldım size ikram edeyim.” diyerek çantasından bir kutu çıkararak bize doğru uzattı. Kimse elini uzatmayınca bu kez ısrar etti, kırmadık, tekrar kitabına döndü.
      Trene binerken ki soğuk hava bir nebze de olsa yerini daha ılık bir havaya bıraktı. Bir ara arkadaşlarım koridora çıkmışlardı, ikimiz yalnız kalmıştık, bunu fırsat bilerek benimle konuşmaya ve bana sorular sormaya başladı, tiftik kalpaklı adam.
      Adımı, nereli olduğumu, nereye niçin gittiğimi  bunların yanıtı verince, bana yaz tatilinde ne yapıyorsun diye sordu. Henüz bir düşüncemin olmadığını söyleyince, tatil süresince ek bir işte çalışmak ister misin deyince,  iş bulabilirsem elbette çalışırım diye yanıtladım.
      Cebinden kağıt kalem çıkardı ve adresini yazarak bana uzattı,  bu adrese gelebilirsin dedi. Verdiği kağıtta  Cemalettin Kartarcıoğlu adının yazılı olduğunu gördüm. Bir yandan da anlatıyordu “Ankara’da harita müteahhitliği yapıyorum, Ahlat’ın İmar Planı Haritası’nın yapımı için gelmiştim, kış birden bastırınca çalışamadığımız için Ankara’ya dönüyorum.” Yolculuk sürüyordu.
      Tren Ankara Garı’na girmek üzereydi, burada inecekler çantalarını hazırlıyorlardı, ben ve tiftik kalpaklı adam da inecekler arasındaydık. Bana nereye gideceğimi sordu. Bolu’ya gideceğimi söyledim, nereden bineceksin diye sorunca bilmiyorum, sorarak bulacağım dedim.
      -Ben de o tarafa gideceğim, gel ben seni oraya bırakırım, deyince ister istemez kabul ettim.  Trenden birlikte indik, Ankara’yı ilk kez görüyordum, Başkentin ihtişamı karşısında şaşkına dönmüştüm.
      Ankara Garı’ndan çıkıp, bir taksiye bindik bir sokağın önünde taksiyi durdurdu, inmeden arabanın içinden işaretle bana göstererek,  bak burası Rüzgarlı Sokak, Bolu’ya gidecek otobüsler buradan kalkar. Gazanfer Bilge Otobüsleri var, her 15 dakikada bir hareket ederler, bak karşıda görünüyor. Hadi güle güle, diyerek beni uğurladı.
       Taksiden inip tarif edilen yere geldiğimde bir otobüsün muavinin “hadi İstanbul, hadi İstanbul” diye bağırdığını gördüm. Yaklaşıp sordum, Bolu’dan geçer mi? Evet yanıtını alınca, hemen kendimi otobüse atıp boş koltuklardan birine oturdum.
      Çok yorgundum, uyumadan muavine sıkıca tembihledim, beni Bolu’ya gelince uyandır diye. Hemen uyumuşum. Uykunun en tatlı yerinde bir el beni sarsarak uyandırdı, kalk Bolu’ya geldik.
      Palas pandıras otobüsten adeta itilircesine aşağıya indim. Gecenin köründe neredeyim bilmiyorum, ne yapacağımı da. Küçük bir yazıhane varmış oraya sokuldum, görevliye sordum Mengen’e nereden gidiliyor diye.
      Adam şaşkın şaşkın yüzüme baktı ve sordu, nereden geliyorsun, Ankara’dan deyince şaşkınlığı iyice arttı. Mengen’e zaten Ankara’dan gidiliyormuş, çünkü oraya daha yakın. Bolu Mengen arası otobüs yokmuş ki…
      Bir gün sonra ancak Mengen’e dönebildim, İlyaslar Köyü’nü sorduğumda biri bana “onların kahvesi var, oraya git sana gösterirler.”  Kahveyi arayıp buldum  “Ben İlyaslar İlkokulu’nun öğretmeniyim” deyince kahveci bana “Sen İlhami Nalbant mısın?” diye sorunca şaşkınlıktan dilimi yutacaktım. Etrafımı sardılar, bu kadar çok  öğretmen istediklerini görünce çok duygulandım.
      “Biraz bekle Muhtarın oğlu Deli Memet gelir, seni kaç gündür burada bekliyor, adını Bakanlıktan öğrenmiş.”
      İlyaslar köylüleri beni bir öğretmen olarak bağırlarına bastılar, orada çok kısa bir süre kalmama rağmen, yıllar boyu onlarla ilişkim kesilmedi. Her zaman beni aradılar sordular, onlara minnettarım.
      Yüksek öğrenimimi tamamlamak kararlığında olduğum için yarım sömestrilik öğretmenliğimi istifa ederek sonlandırıp Ankara’ya döndüm. Bir önce bir işe girip çalışarak okumaktan başka bir seçeneğimin olmadığının bilincindeydim.
      Çok değil birkaç ay evvel bir tren yolculuğunda elime tutuşturulan kağıttaki adresin peşindeydim. Ankara’nın Ulus Semtindeki Anafartalar Caddesi üzerindeki Vakıf İş Hanı’nın en üst katını gösteriyordu kağıttaki adres.
Başkent Ankara
      Bol güneş alan bir ofisti, birkaç masa karşılıklı yerleştirilmişti. Masalarda yoğun çalışmaların yapıldığı,  çalışanların içeri gireni çıkanı fark edememelerinden anlaşılıyordu. Bir an bekledikten sonra biri başını kaldırıp beni fark etti, Cemalettin Bey’i arıyorum deyince, yan masada adını duyunca başını kaldıran Cemalettin Bey’le  tıpkı Tatvanda trene bindiğim andaki gibi göz göze geldik.
      Beni tanıdı, bekliyormuş gibi bir hali vardı, orada çalışanlarla tanıştırdı, beklemediğim ve alışık olmadığım sıcaklıkla bir baba şefkati edasıyla ve çok kibar bir tavırla bana oturabileceğim bir yer gösterdi.
      Para durumumu,  nerede kaldığımı, herhangi bir şeye ihtiyacımın olup olmadığını sordu ve ekledi; “Birkaç gün buraya gelip gidebilirsin, daha sonra ekibimiz Bilecik’te çalışıyor, sen de orada göreve başlayacaksın.”  Söyleyecek bir şeyim yoktu, bir an önce Bilecik’e gitme heyecanı sarmıştı içimi.
      Bilecik’teki ekibin Bilecikli çalışanları beni karşıladılar ve ekip için tutulmuş kiralık bir eve götürdüler. Ekibin başı Kamil Bey, arazideki işinden akşama doğru eve geldi. Tanıştık bana görevimle ilgili detayları anlattı. 
      Harita konusunda hiçbir deneyimim olmadığı için birkaç gün ekiple birlikte araziye çıkıp, hiçbir iş yapmadan çalışmaları izlememi daha sonra işe başlamamı söyledi. Cemalettin Bey’in etkisi olmalı ki bana çok kibar davranıyordu.
      Birkaç ay Bilecik’in içinde ekip arkadaşlarım ile yoğun bir biçimde çalışarak işin arazi bölümünü bitip Ankara’ya döndüğümüzde, Cemalettin Bey’in gözleri yeni bir cevher bulmuş gibi ışıl ışıldı. Bana çok kibar davranıyor, becerimi her ortamda dile getiriyordu.
      Harita işinde bir de haritanın hesap ve çizim evresi vardı. Bu işlemlerin tümüne birden “Tersimat” adı veriliyordu. Cemalettin Bey, benim bir an bile boş kalmamı istemiyordu ve beni Kızılay Konur Sokak 10 numaradaki “Taylan Tersimat Bürosu”na gönderdi.
      Buranın sahibi, Bekir Taylan, aslen Ürgüplü gerçek bir beyefendi ve  en az Cemalettin Bey kadar kibar ve zarif bir insandı. Beni ailesi ile tanıştırdı.
      Cemalettin Bey ve Bekir Bey, benim lise ile üniversite arasındaki ara eğitim sürecimin gerçek öğretmenleriydi. Öğrendiğim pek çok şeyi bu iki değerli insana borçluyum. Minnettarım.