26 Aralık 2019 Perşembe

SEKSEN DARBESİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

SEKSEN DARBESİ
Orgeneral Kenan EVREN
Bir Cuma günüydü, takvimler 12 Eylül 1980’i gösteriyordu. Ankara sonbaharının güzel ve güneşli bir gününe uyanmıştık.  Her zaman olduğu gibi o gün de erkenden kalkıp, işe gitmek için hazırlanıyordum.
      Sabahları hazırlanırken televizyonu açıp haberleri izlemek gibi bir alışkanlığım yoktu. Ancak o gün komşularımız televizyonlarının sesini o kadar çok açmışlardı ki sesleri her taraftan duyuluyordu.  Acaba ne olmuş ki böyle yüksek sesle hiç durmadan konuşan kişinin ne anlattığını merak ettiğim için televizyonun açma düğmesine bastım.
      Ekranda askeri üniformalı bir general heyecanla bir şeyler anlatıyordu.  Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in  “ Türk Silahlı Kuvvetleri gece yarısı saat 03.00’ten itibaren yönetime el koymuştur.” şeklindeki konuşmasını duyunca donup kalakaldım.
      Hazırlık yapmayı bir kenara bırakıp, önce eşime haber verdim, sonra da televizyonun içine girecek kadar yakınından olanı biteni anlamaya çalışıyordum.
      General Evren, sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini, kimsenin sokağa çıkmamasını, halkın evinden çıkmadan Silahlı Kuvvetlerin uyarıları doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini belirtiyordu.
      General Evren’in ifadelerine göre, bu askeri müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan olduğu hükümet görevden alınıyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvediliyor, 1961 Anayasası uygulamadan kaldırılıyordu.
      Böylece Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askerî dönem başlıyordu,  ne acıdır ki bu yeni  sürecin ne kadar süreceği belli değildi.
      12 Eylül 1980 darbesinin ardından siyasi partiler lağvedildi, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı.
     
Başbakan Bülend ULUSU
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi, radyodan okunan ilk bildiriye göre:
      İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuşlardı. Bu 1 Numaralı bildiriydi.
       Aynı günün  2 numaralı bildirisiyle ülke genelinde 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atanıyordu.. 7 numaralı bildiriyle de siyasi partilerin faaliyetlerinin yasaklanmış olduğu ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay  dışındaki  tüm derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş olduğu duyuruluyordu. Aynı bildiriyle, Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere polis teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığının emrine veriliyordu.
      Darbenin yapıldığı  gün Emniyet ve MİT üst düzey yöneticileri Genelkurmay Başkanlığına davet edilmiş ve TRT ile PTT Genel Müdürleriyle beraber tecrit ediliyorlardı.
      Cumhuriyetimizin kurulmasının  sonrasında  27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi yapılıyor, daha bunun tahribatı ve yaraları sarılmadan  12 Mart 1971 muhtırası veriliyordu.
      Bu muhtıra ile dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, sonradan Türk siyasi literatürüne girecek olan ünlü şapkasını alıp gidiyordu.
      Bu demokrasi kesintisi daha rayına oturmadan bu kez  Türk Silahlı Kuvvetleri, 12 Eylül 1980 tarihinde   hiç gözünü kırpmadan üçüncü  kez, Demokrasimizin kesintiye uğratılmasını marifetmiş gibi gururla açıklıyordu. Böylece Türk siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başlıyordu.
     Televizyonun başında bunları dinlerken, bir yandan da devletin işlerinin aksatılamayacağını, bazı önemli işleri kim olursa olsun, kim göreve gelirse gelsin yapılmasının zorunlu olduğunu düşünüyordum. Bir Başbakanlık çalışanı olarak benim de bir sorumluluğum olacağını düşünüyordum.
 Sokağa çıkma yasağı vardı, buna karşın hiç tereddüt etmeden işe gitmeye karar verdim.      Çankaya Hoşdere Caddesindeki evden çıkıp arka sokaklardan yürüyerek Başbakanlık Merkez Binasına geldim.
      Binanın önünde bir tank, namlusunu giriş kapısına çevirmiş öylece duruyordu. Çevrede askerler vardı, içeride ise müracaat memurları askerlere bazı şeyler anlatıyorlardı. Askerler beni görünce tedirgin oldular, müracaat memurları personel olduğumu belirtince içeri girmeme izin verdiler. Giriş katında bulunan Müsteşar Yardımcısı Hasan Celal Güzel’in odasına kendimi zor attım.
      Hasan Celal Güzel, al yanakları iyice kızarmış bir biçimde makamında üniformalı askerlere Başbakanlığın işleyişi ile ilgili bilgi veriyordu.
      Askerler, bürokrasiyi bilmedikleri için çalışan görevlilerin bilgilerine gereksinim duyduklarını,  kilit noktalarda çalışan personelle yardımlaşma içinde olmaya mecbur olduklarını biliyorlardı.
      Bu yüzden oldukça kibar davranıyorlardı. İçlerinde iyi eğitim almış, bilgili, donanımlı olanları vardı. Bunların bir kısmı Başbakanlık Merkez Teşkilatı’nın idari makamlarında yıllarca görev yaptılar.
      Hasan Celal Güzel’in makamında sadece sekreteri Timsal Hanım vardı.  Timsal Hanım, gece yarısı evlerinden alınarak buraya getirildiklerini anlattı. O saatten beri aç susuz çalıştıklarından söz etti. Timsal Hanım’ın odasında benden önce buraya gelen  İhsan Memiş adlı arkadaşımız vardı. O da benim gibi kendi inisiyatifi ile gelmeyi becermişti.
      Sekreterin odasında akşamın ilerleyen saatlerine kadar bekledik. Hasan Celal Güzel, görevi ile ilgili hassas bilgileri  aktardıktan sonra  o günün akşamında görevinden ayrılacaktı. Geç saatlere kadar orada bekledikten sonra, bize birer görev kağıdı çıkarıldı ve  Başbakanlığın araçlarıyla evlerimize döndük.
      Ertesi gün Cumartesiydi, göreve gelmemizi istediler, bizden aldıkları bilgilerle diğer arkadaşlarımızın da gelmesini sağladılar. Yoğun bir tanışma faslı sürüyordu. Subaylar bize oldukça kibar davranıyorlardı.
      Birkaç gün sonra Hasan Celal Güzel’in tayininin Ticaret Bakanlığına çıktığını, oradan da geçici görevle Diyarbakır’a gönderildiğini duymuştuk. Tereddüt etmeden istifasını vermiş, lojmandan çıkmak için kiralık ev arayışına girmişti.
      İlk günlerin heyecanını geride bırakan askerler takip eden günlerde her birimin başına geçip kontrolü ellerine alıyorlardı. Bir tek Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesine dokunmamışlardı.
      20 Eylül'de eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu Başbakan olarak görevlendirildi,  21 Eylül'de Ulusu’nun sunduğu Bakanlar Kurulu listesi Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylandı.
Turgut Özal
      Oramiral Bülent Ulusu Başkanlığında  kurulan yeni hükümet görevine başlamıştı. 24 Ocak Kararları ile köklü değişiklik yapan Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal, bu başarılı faaliyetleri sekteye uğramasın diye yeni kurulan hükümette Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığına getirilmişti.
      Başbakanlık Müsteşarlığına da siyasi partiler arasındaki dengenin sağlanması için Necdet Calp atanmıştı. Ne var ki Müsteşarın yerine tüm yetkileri bünyesinde toplayan  Müsteşar Yardımcısı Amiral Erdoğan Yazıcı her alanda tam yetkili kılınmıştı.
      Erdoğan Yazıcı,  pratik zekalı iş disiplini yüksek birisiydi. Ailesini İstanbul’da bırakmış, Ankara’da Karayolları misafirhanesinde  kalıyordu. Arada bir hafta sonu ailesini ziyarete gidiyordu.
      Aysen Güney adlı bir Başbakanlık çalışanını kendisine  sekreter yapmıştı. Askerlerden değişik rütbelerde birkaç danışmanı vardı. İş akışı ve bürokratik işlemlerde herhangi bir değişiklik yapılmadan aynen devam ediliyordu.
       Ben de doğal olarak önceki dönemde yaptığım ekonomik işlerle ilgili görevime devam ediyordum. Önceki dönemlerde olduğu gibi Müsteşar Yardımcısı Amiral Erdoğan Yazıcı ile direkt temas kurabilen az sayıda bürokrattan biriydim.
      Amiral Erdoğan Yazıcı, sosyal yönü olmayan, işinden başka şeylerle ilgilenmeyen birisi idi. Sabahları her gün aynı saatte gelip, işinin başına geçen ve her gün aynı saatte işten çıkıp Karayolları konukevine dönen birisiydi.
      Ordudan emekli olduktan sonra İstanbul Kadıköy’de yaşamını sürdürüyordu. Yaşamının en önemli unsurları eşi, iki kızı ve Wolswagen arabasıydı.
      Emeklilik yaşamına devam ederken Başbakanlık görevine atanan Oramiral Bülent Ulusu’nun önerisini geri çeviremediği için bu görevi kabul ettiğini zaman zaman dile getirirdi.
      Çalıştığı sürenin sonuna kadar iyi ve sağlıklı bir amir-memur ilişkimiz oldu. Görevi yeni kurulan Özal Hükümeti’nin kurulmasıyla sona ermişti. Yakın çalışma arkadaşları olarak onu İstanbul’a uğurlarken o soğuk ve sert görünümlü insanın gözlerinin buğulanmasına buğulu gözlerimizle eşlik ediyorduk.
      Bir gün İstanbul’da Kadıköy’ün dar sokaklarında gezinirken bir anda karşı karşıya geldik. Her ikimiz de şaşkındık, ummadık bir karşılaşma olmuştu. Şaşkınlığımızı atınca selamlaşıp sohbet ettik.
      Spor kıyafetleri ile görünmekten memnun kalmadığını belli eder gibiydi. Daha sonra görüşmemiz konusunda ısrar ediyordu. Kendisini kıramayacağımı, ne var ki birkaç saat sonra Ankara’ya döneceğimi belirtince, karşılaşmış olmaktan duyduğu memnuniyeti belirtiyordu.
      12 Eylül’ü gerçekleştiren askerler, yavaş yavaş görevi sivil idareye bırakıyordu. Yapılan seçimler sonrasında Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Turgut Özal, kurduğu siyasi parti ile seçimleri kazanınca, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından Hükümeti kurmakla görevlendirildi.
     13 Aralık 1983 tarihinde Özal Hükümeti kuruldu, hemen ardından geçmiş dönemin Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hasan Celal Güzel, ertesi gün Başbakanlık Müsteşarlığına atandı.
      Geçmiş dönemin acı yaşanmışlıkları nedeniyle bu görevi kabul etmiyordu, ne var ki Özal’ın baskısına dayanacak bir durumda değildi.
      Göreve başladığı gün, eski  çalışma arkadaşları tarafından  büyük bir coşkuyla karşılandı.
      12 Eylül 1980 tarihinde Demokrasimize vurulan darbe,  13 Aralık 1983 tarihinde Özal Hükümeti’nin kurulmasıyla yeniden yoluna devam etmeye başlıyordu

26 Kasım 2019 Salı

CENEVRE KONFERANSI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

CENEVRE KONFERANSI
Yetmişli yılların ikinci yarısında Türkiye çok çalkantılı günler geçiriyordu. Kurulan hükümetler fazla dayanamıyor, yerlerine yeni hükümetler geliyordu. Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit sık aralıklarla Başbakanlığı al gülüm ver gülüm yapıyorlardı.
      Son olarak  dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk hükümeti kurma görevini Isparta Milletvekili Süleyman Demirel’e vermişti.
      Yeni kurulan altıncı Demirel Hükümeti, 25 Kasım 1979 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden güvenoyu alarak göreve başladı.
      Daha önce 5 kez hükümet kurmuş olan Demirel, geçmişten edindiği deneyimlerden  yararlanarak bu kez  başarının ekonomiden geçtiğini  biliyordu. Bu nedenle bir dönem Dünya Bankası’nda görev yapmış, donanımlı bir ekonomist olan Turgut Özal’ı Başbakanlık Müsteşarlığına getirmişti. Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini de vekaleten  ona vermişti.
Cenevre'nin Genel Görünüşü
      Turgut Özal’da tıpkı Başbakan gibi işe yıldırım hızıyla girişti. Kısa sürede ekibini oluşturuyordu, ilk etapta Başbakanlık Merkez Teşkilatı üst görevlerine atamalar yapıyor, adı sanı yeni duyulan genç insanlar yönetim kadrolarını dolduruyorlardı.
      Hasan Celal Güzel’de bunlardan biriydi, bir dönem Zirai Donatım Kurumu’nda görev yapmış daha sonra da Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevine getirilmişti. Özal’ın çalışma temposuna yetişmeye çalışıyordu. Aynı Özal gibi o da konuları bürokratik işlemlere boğmak yerine direkt uzmanlarıyla görüşerek sonuçlandırıyordu.
      Bu çalışma metodu sebebiyle ekonomik konularda Resmi Gazetede yayımlanacak tebliğ, sirküler, yönetmelik ve duyuruları görevim gereği olarak bana incelettiriyor, benim üstümdeki bürokratların bilgisine gerek görmeden yayımlama talimatını  veriyordu. 
      Böylece  işim gereği kendisiyle direkt görüşerek hızlı  ve pratik bir çalışma temposu yakalamıştık.
     Başbakan Özal, ekonomiye olduğu gibi, bürokrasiye de bazı yenilikler getiriyordu. Köhne bir yapısı olan hizmet binasını çağın koşullarına göre daha modern bir yapıya kavuşturuyor, Başbakanlık çalışanlarını da bilgi ve görgülerini artırmak amacıyla  sırayla yurt dışına gönderilmesi talimatını veriyordu.
       Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hasan Celal Güzel, Başbakandan aldığı bu talimat üzerine yurt dışına gönderilecek kişilerin liste başına beni koymuştu. Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen ve İsviçre’nin Cenevre kentinde yapılacağı belirtilen,  Uluslararası  İşbirliği Teşkilatı (İLO) toplantısı ile ilgili Bakanlar Kurulu Kararı’nın eki listeye benim adımın yazılması  talimatını vermişti.
      Uluslararası İşbirliği Teşkilatı’nın 1-30 Haziran 1980 tarihleri arasındaki bu toplantısına Türkiye’den, Kamu, İşveren ve İşçi Sendikalarından yaklaşık 30 kişilik bir heyet katılıyordu.
      İşlemler kısa sürede tamamlandı, Dışişleri Bakanlığı’ndan adıma çıkarılan “Kırmızı Pasaport” elime tutuşturuldu, biletler ve harcırahlar alındı.
      İlk kez uçağa binecek, ilk kez yurt dışına çıkacaktım, hem de kırmızı pasaportla, çok heyecanlıydı. Bu olanağın ilk sırasının bana verilmesi de ayrıca gurur vericiydi.
      Atatürk havaalanından uçağa binip, Cenevre hava alanında indiğimizde heyeti Dışişleri Bakanlığı görevlileri karşıladı. Otele yerleştikten sonra, Dışişleri’nden görevli arkadaşlar Cenevre’de kısa bir gezinti yaparak kentin önemli yerlerini gösterdiler.
      Cenevre, Leman Gölü kıyısında yeşillikler içinde cadde ve sokakları oldukça düzgün, tarihi ve modern binalarla donatılmış, her döneme ait heykellerle bezenmiş, içinde sincapların cirit attığı büyük parkları  olan ve tarihi kalesi ile oldukça güzel bir kentti.
      Leman Gölü’nün altına yapılmış otopark ile camla kaplı büyük binalar  ilgimi çeken şeylerin başında geliyordu. Cenevre’nin iklimini de çok farklı bulmuştum. O yıllarda, Ankara’da  henüz doğal gaz kullanılmadığı için çok kirli bir hava soluyorduk. Kimi günler 25 metre önümüzü göremediğimiz anlar yaşıyorduk. Ankara’nın bu kirli havasından sonra, Cenevre’nin ışıl ışıl, pırıl pırıl bol oksijenli, bol yağmurlu, bol güneşli havası beni kendine hayran bırakmıştı.
Kamran  İNAN Eşi ile
      Günün hemen her saati semayı yağmur bulutları kaplıyor, çok geçmeden bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. 10-15 dakikayı geçmeyen yağmurun ardından güneş güler yüzünü gösteriyor, bir anda ortamı dayanılmaz güzellikte kılıyordu.
      Yağan yağmurun ardından geride ne bir damla  su birikintisi  ne de yağmurdan biz iz kalıyordu. Ankara’daki karaya çalan yeşil alanlar Cenevre’de canlı ve insanın ruhuna dokunan bir yeşil her yanı kaplıyordu.
      Dışişleri görevlileri, toplantının programı ve detayları   hakkında kısaca bizi bilgilendirdiler.
      Türk Heyeti’nin başkanlığını o dönemde Birleşmiş Milletler Türkiye Daimi Delegesi olarak görev yapan Kamran İnan yapıyordu.
      İlk toplantı,  Kamran İnan’ın başkanlığında Birleşmiş Milletler Türkiye Daimi Delegeliği binasında yapıldı. Heyet üyeleri birbirleriyle tanıştı, Heyet’te dönemin Türk-İş Başkanı Şevket Ayaz ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Talha Altınbaşak, Dışişleri ve Çalışma bakanlıkları İş ve İşçi Bulma Kurumu temsilcileri vardı.
      Açılış, Cenevre’deki Birleşmiş Milletler binasının görkemli salonunda yapıldı. Salonun oturma düzeni alfabetik sıraya göre düzenlenmişti. Bu sıralamaya göre Türk Delegasyonu tam kadro olarak  en ön sıraya yerleşerek kalabalık bir katılım sağlamıştı.
      Ülkemiz 1919 yılında kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü’ne 1932 yılında üye olmuştu. Türkiye, 187 üyesi bulunan  Uluslararası Çalışma Örgütü ile imzaladığı sözleşmeyi zaman  zaman ihlal ettiğine dair ciddi eleştirilere maruz kalıyordu. Bu toplantıda da bu tür eleştirilere maruz kalacağı bilindiği için, Heyet Başkanı Kamran İnan’ın iyi bir hatip, iyi bir diplomat ve ikna kabiliyetinin yüksek olması Heyet üyelerini biraz olsun rahatlatıyordu.
      Türkiye’nin Uluslararası Çalışma Örgütü’nün sözleşmelerini en fazla ihlal eden ülkelerin başında  yer alması, Heyet Başkanı Kamran İnan’da işini zorlaştırıyordu.
      Bu denli ciddi bir konuda Hükümetimizin donanımlı kadrolarla sorunun çözümü için gerekli adımları atmamış olması, Kamran İnan’ın ciddi eleştirilerine maruz kalıyordu.
      Başta Heyet Başkanımız Kamran İnan  olmak üzere, tüm oturumlara hiç fire vermeden katılım sağlanıyordu. Alt oturumlar değişik salonlarda yapılmaya başlayınca guruplara ayrılmıştık.
      Ben ve Çalışma Bakanlığının temsilcisi Çalışma Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Kapısız Bey  aynı çalışma guruba düşmüştük.
      Benim az Fransızcam yeterli olmadığı için beni Ahmet Kapısız Bey bilgilendiriyordu. Bu işbirliği bizi yakınlaştırdı. Uyumlu bir arkadaşlık bağı oldu aramızda. Böyle olunca da resmi görevin dışında kalan zamanı  birlikte paylaşıyorduk.
      Ahmet Kapısız Bey’in daha önce yurt dışı deneyimi ve iyi derecede İngilizcesi  olduğu için bir sıkıntı çekmiyordum.
      O yıllarda Türkiye, AVM denilen devasa alış-veriş merkezleriyle henüz tanışık değildi.
      Cenevre’de ise kentin dışında çok sayıda AVM vardı. Kent içinden otobüsle buralara ulaşmak zor değildi. Hemen her akşam, kendimizi bir AVM’ye atıyorduk. Bu ortamlarda çektiğimiz tek sıkıntı yemek konusuydu. Sıklıkla hamburgerle karnımızı doyuruyor, arada bir de çeşitli tavuk yemekleri ile yetiniyorduk.
      Çalışma Bakanlığı görevlileri arasında önceden Cenevre’ye gelmiş olanlar Cenevre’de bir Türk restoranı olduğunu ve burada çok lezzetli “kuru fasulye” yapıldığını söylediler.  Ahmet Kapısız Bey’le kentin uzak bir köşesinde olan bu restorana gitmek için yola koyulduk. Biraz dolaştıktan sonra bulabildik.
      Kuru fasulyeden ziyade, yabancı bir ülkede  Türk mutfağının baş tacı bir yemeğin yapılıyor olmasından çok duygulandık.  Pastırmalı kuru fasulye ile ilk kez burada tanışmıştım, buradan çok memnun kaldık. Dönünce oteldeki diğer arkadaşlara ballandıra ballandıra anlatarak iştahlarını kabarttık.
Ertesi gün gitmek için sabırsızlanıyorlardı.
      İşveren Sendikaları Konfederasyonu  ekibinin arasında Cenevre'ye birkaç kez gelmiş bir görevli vardı. Ekonomik durumu iyi olmalı ki çok lüks kırmızı bir spor araba kiralamıştı.  Vızır vızır her tarafı geziyordu. Bizler, Devletimizin verdiği harcırah ile kıt kanaat geçinirken bu arkadaşın bu hızlı yaşantısı dikkatimizi çekiyordu.
      Gündüzleri toplantılara katılıyor, ardından görmediğimiz yerleri keşfe çıkıyorduk. Bir keresinde bindiğimiz otobüsle farkında olmadan Fransa’ya geçmiştik. Sınırda herhangi bir kontrole tabi olmadığımız için şaşırmıştık. Gittiğimiz yerin  ünlü Fransız  parfümlerinin satış merkezi olduğunu sonradan öğrendik. Gelmişken sevdiklerimize parfüm almayı ihmal etmedik.
     
İlhami NALBANTOĞLU
Cenevre’de toplantılar devam ederken Ankara’dan yakın arkadaşım Süleyman Kedicioğlu geldi, gidip Cenevre Havaalanında karşıladım. Birlikte Terminus Oteli’ne geldik. Boş oda yoktu, ben tek odada kalıyordum, başka otele gitmesin diye odamızı paylaştık. Birlikte gezmeye başladık, ben toplantılara gittiğim zamanlarda tek başına beni beklemekten sıkılıyordu.
       Ben de artık Cenevre’yi ezberlemiştim, Avrupa’ya gelmişken hiç olmazsa birkaç önemli yeri daha görebilir miyiz diye düşünüyordum. Süleyman’ın Zürih’te bir arkadaşı vardı, ısrarla hadi Zürih’e gidelim diye tutturdu.
      Heyet Başkanımızın izni olmadan ayrılmam doğru olmazdı, Kamran Bey’e izin için gittiğimde bana “Hemşerim ben seni gezdirecektim, nereye gidiyorsun” diye sitem etti, teşekkür edip ayrıldım.
      Süleyman ile birlikte Cenevre’den Zürih uçağına bindik, bizi alanda arkadaşı karşıladı. Boynunda asılı bir fotoğraf makinesi ile gazeteci kisvesine bürünmüş bu arkadaşın ilginç  fizyonomisi dikkatimi çekmişti. Bizi alıp bekar evine götürdü, eşyalarımızı oraya bırakıp çıktık. Zürih’i yüksekten gören bir tepenin başındaki lüks bir mekana gittik.  İnanılmaz bir kalabalığın içinde yer bulabilmek için dakikalarca bir masanın boşalmasını bekledik.
      Zürih’in  tarihi özelliği Cenevre’den daha baskındı. Her taraf tarihi eserlerle doluydu, daha kalabalık, daha hareketli bir kent olduğu belli oluyordu. Oradan Münih’e gelip, Ankara’ya döndüm.

31 Ekim 2019 Perşembe

TİFTİK KALPAKLI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


TİFTİK KALPAKLI
Liseden mezun olduğum yıl üniversite sınavlarını kazanamadığımdan bir yıl beklemem gerekiyordu. Bu bir yılı boş geçirmemek için Ernis Alparslan Öğretmen Okulu bitirme sınavlarına girmek üzere başvurdum. Fark ders sınavları yaklaşık yirmi gün kadar sürmüştü.
Van Gölü Ekspresi
      Okul idaresi bizim gibi olanlara sadece okulda yatma olanağı sağlamıştı. Yemeğimizi ise okulun kantininden aldığımız ekmek peynirle yapıyorduk. Sınavlar bitti, Ahlat’a döndüm ve sonuçları beklemeye başladım.
      Yaklaşık bir ay kadar sonra mezun olduğumuza dair yazı geldi. Okul idaresi aynı zamanda  Milli Eğitim Bakanlığı’na  sonuçları bildirmişti. Bir de olası atama için hangi illerde görev yapmak istediğimize dair bir form iliştirilmişti.
      Bu formu doldururken bayağı sıkıntı çektim. Çünkü  genel kanım Ahlat’tan gideyim de neresi olursa olsun şeklindeydi. Bu düşünceyle  adımın baş harfi ile başlayan üç ilin adlarını sıraladım. İstanbul, İzmir ve İzmit ve yeniden başladım beklemeye.
      Ne kadar bekledim bilmiyorum, bir gün elime bir sarı zarf tutuşturuldu, heyecanla zarfı yırtarcasına açtım, istekte bulunduğum yerlerin hiçbiri çıkmamıştı. Bolu İli, Mengen İlçesi, İlyaslar Köyü öğretmenliğine atanmıştım.
      Şubat ayının ortalarıydı, o yıl Türkiye şiddetli bir kış mevsimi yaşıyordu. Karayolları amansız bir mücadele veriyordu, kardan kapanan yolları açmak için. O gün de bayağı kar yağmıştı, Osman Teker’in minibüsünü tıklım tıklım doldurmuştuk. Sömestr tatilini geçirmek için Ahlat’a gelen üniversite öğrencileri de Ankara ve İstanbul’daki okullarına dönüyorlardı.
       Tatvan’a doğru hareket ederken yolun açık mı kapalı mı olduğundan pek emin değildik, ancak gitmek mecburiyetinde olduğumuzun bilincindeydik. Maceralı bir yolculuktan sonra Osman Teker bizi Tatvan tren istasyonunda indirdi. Zaman bir hayli ilerlemişti, tren hareket etmiyordu. Çünkü tren yolunun da daha açılmadığına dair konuşmalar yapılıyordu. Buna karşın itiş kakış, gürültü patırtı, bağırış çağırışlarla trenin boş ve soğuktan buz kesmiş kompartımanlarına doluştuk.
      Benim hışımla ve destursuzca biraz da kabaca girdiğim kompartımanda camın önüne oturmuş, elinde kitabı, başında tiftik kalpağıyla yaşlıca bir bey şaşkınlıkla ve hayretle “ne oluyor acaba?” dermişcesine bana bakıyordu. Göz göze geldik, bir an bakıştık, biraz toparlanarak boş bir yere oturdum. Arkamdan diğer arkadaşlar da gelip boş yerleri doldurdular.
      Tiftik kalpaklı beyin  gözlerini bir an olsun  ayırmadığı elindeki kitabını okumaya devam etmesi ve asil duruşu biz gençleri sükunete davet eder gibiydi.
     
İlhami Nalbantoğlu
Ne kadar bekledik bilmiyorum, bir süre sonra tren çalışmaya başladı ve bu kez dolu ve soğuk odalara sıcak hava dolmaya  ve bir süre sonra da ağır ağır hareket etmeye başladı. Üzerimizdeki gerginlik ve telaş bir nebze de olsa yerini daha sakin bir ortama bırakmıştı.
      Artık, yaklaşık olarak iki gün sürecek bir yolculuğa başlamıştık. Bu süre içinde bir arada oturacak, birbirimizle tanışacak, yiyecek ve içeceklerimizi paylaşacak, bol bol da sohbet edecektik.
      Ne var ki, tiftik kalpaklı adam, başını bir türlü kitabından kaldırıp bizimle diyaloğa girmiyordu. Bizim de zaten çok umurumuzda değildi, ancak ben okuduğu kitabı merak etmeye başlamıştım. Bu kadar önemli ne olabilir diye şiddetli bir merak sarmıştı içimi.
      Bir ara okuduğu kitabı sayfalarını kapatmadan açık bir vaziyette ters olarak bırakıp tuvalet için odadan çıktı. Ben bunu fırsat bilerek hemen kitabı alıp açık olan sayfayı bir göz atınca kitabın Türkçe olmadığını gördüm. Fakat hangi dilde olduğunu anlamadan tekrar aynı biçimde yerine koydum. Böylece merakım daha da artmıştı.
      Trene bineli epeyi bir zaman geçmişti, artık bir şeyler atıştırmanın zamanı gelmişti. Yavaş yavaş azıklarımızı ortaya çıkarmaya başladık. Camın önündeki minik sehpaya yerleştirmeye başladık ve ardından da tiftik kalpaklı adama buyurmaz mısınız diyerek soframıza davet ettik. Hiç beklemiyormuş gibi bir tavırla başını kitabından kaldırarak teşekkür etti ve devam etti, “durun çocuklar ben de trene binmeden pastaneden bir şeyler aldım size ikram edeyim.” diyerek çantasından bir kutu çıkararak bize doğru uzattı. Kimse elini uzatmayınca bu kez ısrar etti, kırmadık, tekrar kitabına döndü.
      Trene binerken ki soğuk hava bir nebze de olsa yerini daha ılık bir havaya bıraktı. Bir ara arkadaşlarım koridora çıkmışlardı, ikimiz yalnız kalmıştık, bunu fırsat bilerek benimle konuşmaya ve bana sorular sormaya başladı, tiftik kalpaklı adam.
      Adımı, nereli olduğumu, nereye niçin gittiğimi  bunların yanıtı verince, bana yaz tatilinde ne yapıyorsun diye sordu. Henüz bir düşüncemin olmadığını söyleyince, tatil süresince ek bir işte çalışmak ister misin deyince,  iş bulabilirsem elbette çalışırım diye yanıtladım.
      Cebinden kağıt kalem çıkardı ve adresini yazarak bana uzattı,  bu adrese gelebilirsin dedi. Verdiği kağıtta  Cemalettin Kartarcıoğlu adının yazılı olduğunu gördüm. Bir yandan da anlatıyordu “Ankara’da harita müteahhitliği yapıyorum, Ahlat’ın İmar Planı Haritası’nın yapımı için gelmiştim, kış birden bastırınca çalışamadığımız için Ankara’ya dönüyorum.” Yolculuk sürüyordu.
      Tren Ankara Garı’na girmek üzereydi, burada inecekler çantalarını hazırlıyorlardı, ben ve tiftik kalpaklı adam da inecekler arasındaydık. Bana nereye gideceğimi sordu. Bolu’ya gideceğimi söyledim, nereden bineceksin diye sorunca bilmiyorum, sorarak bulacağım dedim.
      -Ben de o tarafa gideceğim, gel ben seni oraya bırakırım, deyince ister istemez kabul ettim.  Trenden birlikte indik, Ankara’yı ilk kez görüyordum, Başkentin ihtişamı karşısında şaşkına dönmüştüm.
      Ankara Garı’ndan çıkıp, bir taksiye bindik bir sokağın önünde taksiyi durdurdu, inmeden arabanın içinden işaretle bana göstererek,  bak burası Rüzgarlı Sokak, Bolu’ya gidecek otobüsler buradan kalkar. Gazanfer Bilge Otobüsleri var, her 15 dakikada bir hareket ederler, bak karşıda görünüyor. Hadi güle güle, diyerek beni uğurladı.
       Taksiden inip tarif edilen yere geldiğimde bir otobüsün muavinin “hadi İstanbul, hadi İstanbul” diye bağırdığını gördüm. Yaklaşıp sordum, Bolu’dan geçer mi? Evet yanıtını alınca, hemen kendimi otobüse atıp boş koltuklardan birine oturdum.
      Çok yorgundum, uyumadan muavine sıkıca tembihledim, beni Bolu’ya gelince uyandır diye. Hemen uyumuşum. Uykunun en tatlı yerinde bir el beni sarsarak uyandırdı, kalk Bolu’ya geldik.
      Palas pandıras otobüsten adeta itilircesine aşağıya indim. Gecenin köründe neredeyim bilmiyorum, ne yapacağımı da. Küçük bir yazıhane varmış oraya sokuldum, görevliye sordum Mengen’e nereden gidiliyor diye.
      Adam şaşkın şaşkın yüzüme baktı ve sordu, nereden geliyorsun, Ankara’dan deyince şaşkınlığı iyice arttı. Mengen’e zaten Ankara’dan gidiliyormuş, çünkü oraya daha yakın. Bolu Mengen arası otobüs yokmuş ki…
      Bir gün sonra ancak Mengen’e dönebildim, İlyaslar Köyü’nü sorduğumda biri bana “onların kahvesi var, oraya git sana gösterirler.”  Kahveyi arayıp buldum  “Ben İlyaslar İlkokulu’nun öğretmeniyim” deyince kahveci bana “Sen İlhami Nalbant mısın?” diye sorunca şaşkınlıktan dilimi yutacaktım. Etrafımı sardılar, bu kadar çok  öğretmen istediklerini görünce çok duygulandım.
      “Biraz bekle Muhtarın oğlu Deli Memet gelir, seni kaç gündür burada bekliyor, adını Bakanlıktan öğrenmiş.”
      İlyaslar köylüleri beni bir öğretmen olarak bağırlarına bastılar, orada çok kısa bir süre kalmama rağmen, yıllar boyu onlarla ilişkim kesilmedi. Her zaman beni aradılar sordular, onlara minnettarım.
      Yüksek öğrenimimi tamamlamak kararlığında olduğum için yarım sömestrilik öğretmenliğimi istifa ederek sonlandırıp Ankara’ya döndüm. Bir önce bir işe girip çalışarak okumaktan başka bir seçeneğimin olmadığının bilincindeydim.
      Çok değil birkaç ay evvel bir tren yolculuğunda elime tutuşturulan kağıttaki adresin peşindeydim. Ankara’nın Ulus Semtindeki Anafartalar Caddesi üzerindeki Vakıf İş Hanı’nın en üst katını gösteriyordu kağıttaki adres.
Başkent Ankara
      Bol güneş alan bir ofisti, birkaç masa karşılıklı yerleştirilmişti. Masalarda yoğun çalışmaların yapıldığı,  çalışanların içeri gireni çıkanı fark edememelerinden anlaşılıyordu. Bir an bekledikten sonra biri başını kaldırıp beni fark etti, Cemalettin Bey’i arıyorum deyince, yan masada adını duyunca başını kaldıran Cemalettin Bey’le  tıpkı Tatvanda trene bindiğim andaki gibi göz göze geldik.
      Beni tanıdı, bekliyormuş gibi bir hali vardı, orada çalışanlarla tanıştırdı, beklemediğim ve alışık olmadığım sıcaklıkla bir baba şefkati edasıyla ve çok kibar bir tavırla bana oturabileceğim bir yer gösterdi.
      Para durumumu,  nerede kaldığımı, herhangi bir şeye ihtiyacımın olup olmadığını sordu ve ekledi; “Birkaç gün buraya gelip gidebilirsin, daha sonra ekibimiz Bilecik’te çalışıyor, sen de orada göreve başlayacaksın.”  Söyleyecek bir şeyim yoktu, bir an önce Bilecik’e gitme heyecanı sarmıştı içimi.
      Bilecik’teki ekibin Bilecikli çalışanları beni karşıladılar ve ekip için tutulmuş kiralık bir eve götürdüler. Ekibin başı Kamil Bey, arazideki işinden akşama doğru eve geldi. Tanıştık bana görevimle ilgili detayları anlattı. 
      Harita konusunda hiçbir deneyimim olmadığı için birkaç gün ekiple birlikte araziye çıkıp, hiçbir iş yapmadan çalışmaları izlememi daha sonra işe başlamamı söyledi. Cemalettin Bey’in etkisi olmalı ki bana çok kibar davranıyordu.
      Birkaç ay Bilecik’in içinde ekip arkadaşlarım ile yoğun bir biçimde çalışarak işin arazi bölümünü bitip Ankara’ya döndüğümüzde, Cemalettin Bey’in gözleri yeni bir cevher bulmuş gibi ışıl ışıldı. Bana çok kibar davranıyor, becerimi her ortamda dile getiriyordu.
      Harita işinde bir de haritanın hesap ve çizim evresi vardı. Bu işlemlerin tümüne birden “Tersimat” adı veriliyordu. Cemalettin Bey, benim bir an bile boş kalmamı istemiyordu ve beni Kızılay Konur Sokak 10 numaradaki “Taylan Tersimat Bürosu”na gönderdi.
      Buranın sahibi, Bekir Taylan, aslen Ürgüplü gerçek bir beyefendi ve  en az Cemalettin Bey kadar kibar ve zarif bir insandı. Beni ailesi ile tanıştırdı.
      Cemalettin Bey ve Bekir Bey, benim lise ile üniversite arasındaki ara eğitim sürecimin gerçek öğretmenleriydi. Öğrendiğim pek çok şeyi bu iki değerli insana borçluyum. Minnettarım.

15 Eylül 2019 Pazar

İZMİR ERTERNASYONAL FUARI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


İZMİR ENTERNASYONAL FUARI
Ahlat’tan  başka bir yeri görmeden getirilip Diyarbakır gibi büyük bir kentin ortasına bırakılmam bir uyum sorunu yaşamama neden olmuştu. Diyarbakır’dan sonra Bitlis’te geçirdiğim günlerde ise büyük şehirde yaşamanın özlemi ile yanıp tutuşuyordum.
      60’lı yılların başıydı, bu özlem dayanılmaz bir hal alınca, Bitlis’ten kalkan bir otobüsle kendimi Diyarbakır’a attım. İlk işim tren istasyonuna gidip, ilk hareket edecek kara trenden bir Manisa bileti almak oldu.
      O dönemde, karayolu ulaşımı emekleme dönemini yaşıyordu, havayolu ise sadece ekonomik olanakları yüksek kesimlere hizmet veriyordu. Geniş kitlelerin ulaşım aracı  ise zorunlu olarak  kara trendi.
      Kara tren, Doğu’nun en ucundan kalkar, Batı’nın son noktasına yolcu ve yük taşırdı. Mesafeler uzun olunca süre de onunla paralel olarak uzar giderdi
     
Fuarın İlk Yılları
Kurtalan Ekspresi de bunlardan biriydi.  Aynı güzergahta bir posta treni, bir de yük ve nakliye treni vardı. Posta treni Ekspres trenin bir buçuk günde gittiği mesafeyi üç günde, yük treni ise bir haftada ancak giderdi.
      Ben ise ilk gidene bilet almıştım, bu da posta treniydi, her istasyonda durur,  posta alış verişini tamamlar öyle yoluna devam ederdi.
      Hareket saati gelmeden gidip kompartımanlardan birine oturup trenin kalkmasını bekledim. Kalkış saati yaklaşınca yavaş yavaş yolcular gelip, kendilerine uygun yerleri seçerek oturuyorlardı.
      Benim olduğum kompartımana birkaç asker gelip yerleştiler, hemen hemen aynı yaşlarda olduğumuz için kolay anlaşıyorduk, böylece neşeli bir yolculuk başlıyordu.
      Yol boyunca yeni yerler görüyor, muhteşem doğa manzaraları seyrediyorduk. Yolculuğun en heyecanlı yanı, trenin durduğu istasyonlardaki büfelerden yiyecek ve içecek alma telaşıydı.
      Kimi yerlerde, tren tam kalkmak üzereyken kendimizi zor atıyorduk içeri. Çünkü treni kaçırmak, oldukça meşakkatli işler açabilirdi başımıza. Bu riski göze alamadığımız için telaş ve panik içinde alış verip yapıp yerimize dönüyorduk.
      Bu hareketlilik aynı zamanda oturmaktan uyuşan ayaklarımıza da iyi geliyordu. Sıkıldığımızda koridora çıkıp, dışarıyı seyrediyorduk.
      Trenin tünele girdiği zamanlarda ortalığı kesif bir kömür kokusu ve duman kaplıyordu. Trenin aydınlatma lambalarını yakmak da kimsenin aklına gelmiyor olmalı ki, o anlarda zifiri karanlık bir ortam oluşuyordu.
      Sivas, Ankara, Eskişehir gibi büyük istasyonlarda uzun süreli duraklamalar oluyordu, o anlarda  trenden iniyor, çevreyi geziyor, trenin uzun uzun çaldığı düdük sesiyle yerimize dönüyorduk.
      O dönemde bu tren yolculuğu benim için büyük bir deneyim oluyordu, birçok yeni şey görüyor ve öğreniyordum.
      Yaklaşık olarak üç güne yakın bir süre sona ermiş, Manisa topraklarına girmiştik. Benim heyecanım ise dayanılmaz bir boyut kazanmıştı. Hiç bilmediğim bir yere gidiyor, hiç görmediğin bir akrabamı arıyordum. Elimde sadece eski bir adres vardı. Bu adresle aradığım yere ulaşmam oldukça zor görünüyordu. Nihayet Manisa tren istasyonunda yol arkadaşım askerlerle vedalaşıp elimi kolumu sallayarak trenden indim.
      Aaa..! O da ne? Yürüyemiyorum! Ben gidiyorum, yol da gidiyor!.. Başım dönüyor…
      Bir yere oturdum, beklemeye başladım, yolun gitmesi de durdu, başımın dönmesi de…
      Bu şekilde bir yere gidemeyeceğimi anlayınca, çevreye bir göz gezdirdim, yakınlarda bir otel yazısı gördüm. Duvarlara tutunarak otele kadar zar zor yürüdüm.
      Otel görevlisi halimi görünce, bir tuhaflık olduğunu anladı, ona kısa bir açıklama yaptıktan sonra, verdiği odaya girdim, aynaya baktım, bu ben değildim, gözlerime inanamadım.
      Evet ben değildim, benim zenci versiyonum olabilirdi. Orada anladım şu “Kara Tren” lafının nereden kaynaklandığını. Hani o içeriye dolan kömür kokusu ve duman var ya, işte o beni bu hale getirmiş.
      Mavi gömleğim de siyaha bürünmüş, bu gömlekle de dolaşılmaz ki, yıkasam mı acaba diye düşündüm, en azından siyahı giderdi.
      Zaten zor ayakta duruyorum, başladım lavaboda soğuk suyla gömleğimi yıkamaya. Kendimce iyi olduğunu sandığım gömleğimi, sıktım, bir sandalyenin üzerine güzelce astım ve kendimi yatağa attım. Gözlerimi açtığımda, ne kadar süredir uyuduğumu bilmiyordum, ama kendimi iyi hissettiğim belli oluyordu. Gömleğime şöyle bir göz attım, kurumuştu, ama  siyah desenli bir gömlek olmuştu.
      Yapılacak bir şey yoktu, üzerime giydim, yüzümü güzelce yıkadım, otel görevlisinin yanına gittim, borcumu öderken, görevli 24 saattir uyuduğumu söyleyince durumun vahametini anladım.
      Açlıktan adım atacak takatim kalmamıştı, yakınlarda bir şeyler atıştıracak bir yer bulup bu sorunu da çözdükten sonra, cebimdeki adresi çıkarıp, sora sora Bağdat bile bulunur misali yollara düştüm.
      Göktaşlı Mahallesi, Murat Caddesi’ndeki adreste bulamadım, buradan taşındığını söylediler, nereye taşındığını Allah’tan biliyorlardı, yeni adresi alıp yeniden yola koyuldum.
Son Yıllarda İzmir Enternasyonal Fuarı
      Bu adresi de bulmuştum, ancak aradığım kişi oradan da ayrılmış, Manisa şehirlerarası otobüs terminalinin karşısındaki yerde olduğunu söylediler. Bir süre aradıktan sonra cadde üzerinde bir apartmanın bodrum katında buldum.
      Caddeden beş altı basamakla alt kata iniliyordu, indim aşağıya,  orta yaşlarda birisi loş bir ortamda önünde masada bir şeyler yapıyordu.
      Ürkek ve çekingen tavırlarımı görünce o bana sordu, buyur evladım bir sıkıntın mı var?
      -Evet Hasan Çamak’ı arıyorum.
      -Beni niye arıyorsun, dişin mi ağrıyor?
      -Hayır ben Abdullah Nalbant’ın oğluyum, sizi ziyarete geldim. Gözlerine de duyduklarına da inanamıyordu. Bir yanlışlık mı var diye ısrarla sordu.
      -Sen Abdullah’ın oğlu musun, beni nerden buldun, babanla mı geldiniz, niye beni arıyorsunuz? Gibi anlamsız sorular soruyordu, şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak.
      -Hayır ben yalnız geldim sizi ziyarete. Üstüme başıma bakıyor, bir türlü ikna olmuyordu. Perişan halimden bir tuhaflığın olduğunu hissetmişti.
      -Peki babanın haberi var mı buraya geldiğinden diye sorunca, verdiğim “hayır” yanıtından durumu kavraması zor olmadı. Deneyimli ve bilge tavrıyla durumu kavramıştı. Artık inisiyatif onun kontrolüne geçiyordu. Ortada bir kriz vardı ve o krize el koymuştu.
      Ogün ailesi Manisa Meteoroloji Müdürü Kazım Bey’in Ailesini ziyarete gitmişler, beni de o perişan halimle alıp Kazım Bey’lere götürdü.
      Birkaç gün sonra izimi takip eden babam, önce Bursa’ya gitmiş, bulamayınca Manisa’ya gelerek beni bulmuştu. Gergin başlayan gün, babam ile Hasan Amcamın kapalı kapılar ardında yaptıkları uzun görüşmelerin ardından, karar açıklanmıştı.
      Birkaç gün Manisa’da kaldıktan sonra Ahlat’a dönülecekti. Bu birkaç günü iyi değerlendirebilmek için amcamın oğlu Süleyman ile beni İzmir Enternasyonal Fuarı’na gezmeye gönderdiler.
      60’lı yılların başında İzmir Enternasyonal Fuarı, Türkiye’nin dünyaya açılan ve tüm dünya ülkeleri tarafından ilgiyle izlenen en önemli vitriniydi.
      O yıllarda, böylesine muhteşem bir organizasyonunu görebilme şansına sahip olduğum için mutluyum. Ufkumun açılması, bilgi ve görgümün artırılması için ne denli yararlı bir ziyaret olduğunu belirtmeliyim.
      Bu fuarda, Amerika ile Rusya’nın o dönemde ne denli büyük bir rekabet içinde olduklarının somut örneklerini görebilme şansını yakalamıştım.
      Yıllar sonra, geçmiş günlerin bir değerlendirmesini yaparken, bu muhteşem projenin mimarının Mustafa Kemal Atatürk olduğu gerçeği ile karşılaştım. Bir kez daha O’na olan hayranlığımı iliklerimde hissettim.
      İzmir Enternasyonal Fuarı’nın, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün talimatıyla 1923 yılı başlarında  toplanan 'İzmir İktisat Kongresi' sırasında, yurt içinde üretilen malların sergilenmesi ve dış ülkelere satışının yapılabilmesini sağlamak için bir tanıtım organizasyonun gerçekleştirilmesi fikri ile ortaya çıktığını öğrendim.
      Bu fikir doğrultusunda,  Mustafa Kemal ATATÜRK öncelikli olarak İzmirli tüccarları kastederek şöyle diyordu: “Bu şehirde fuarlar kurun, sergiler açın” diyerek  bir yol haritası ortaya koyuyordu. Bunun üzerine  İzmirli tüccarlardan birinin binasında, imal edilen her şeyin teşhirinin yapılacağı 'Yerli Mallar Sergisi' açılması talimatını vermişti.  
      Böylece, yurdun her tarafından gelen ziraat, sanayi, tüccar ve esnaf gruplarının birbirlerini ve mallarını tanımalarının yolu açıldı. İzmir'in kurtuluş günü olan '9 Eylül' adını alan yerli malları sergilerinin ilki 1927 yılının Eylül ayında açıldı.
      Bu etkinliğe  çok sayıda resmi ve özel kuruluş yanında birçok yabancı firma da katılım sağlamış. Başarılı sonuçlar vermesi üzerine ertesi yıl daha büyük ve kapsamlı bir katılımla ikincisi gerçekleştirilmiş.  Büyük bir ilgi ile karşılaşılınca daha geniş bir alan edinme ihtiyacı ortaya çıkmış.
      Daha sonra,   1936  yılının ilk günü  Kültürpark adı verilerek büyük bir törenle açılmış,  1 Eylül 1936 günü ise   “Arsıulusal İzmir Fuarı” adıyla ileride  adı “İzmir Enternasyonal Fuarı” olacak olan Türkiye’nin en önemli dışa açılım projesi başlamış.
      Bu açılış törenine, Mısır, Yunanistan ve Sovyetler Birliği'nden 48 kuruluş katılmış. 32 vilayet pavyonunun bulunduğu açılışta, 45 yerli firma yer almış.
      İzmir Enternasyonal Fuarı, 2. Dünya Savaşı  nedeniyle  1942 yılında açılamamış, ancak halkın bu alandaki ihtiyacı düşünülerek, 'Kültürpark Eğlenceleri' adı altında organizasyon düzenlenmiş. Savaşın bütün hızıyla devam ettiği 1943 yılında kapılarını açan fuara, savaşta olan ülkeler bile katılmış..
      1960 ile 1970'li yıllarda İzmir Enternasyonal Fuarı'nda Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) uzay teknolojilerini sergiledi. Bu yıllarda, ulusal sanayi malları ve ürünleri uluslararası pazara gösterilirken, Almanya ve İngiltere ürettiği son model otomobilleri görücüye çıkarıyordu.
      Ben, 60’lı yılların başında tanık olduğum bu uygarlık seramonisinin neden bir süre sonra kesintiye uğratıldığını anlamakta zorlanıyorum.