20 Aralık 2018 Perşembe

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, KÜFREVİZADELER-I

KÜFREVİZADELER-I
Elli’li yılların ortalarında Ahlat Kaymakamı Mazlum Yegül, Erkizan Mahallesi’nin çehresini
Soldan Sağa,  Selim, Melih Cesim, Emre ve Sefa Küfrevi
değiştirecek, o günün koşullarına göre çok modern bir kent yapılanması faaliyetlerine girişmişti. Yeni açılan caddenin iki yanına dükkanlar, ortalara doğru bir kent meydanı ve Van Gölü’ne hakim bir tepede de Ahlat Parkı’nı yaptırıyordu. O sıralarda Ahlat’ta sürgünde bulunan Manisalı Şevket, Ahlat Parkı’nın peyzajını yapıyordu. Yamlar mevkiinden getirilen doğal çimlerden çiçek tarhları yapılıyordu.
      Parkın ortasına “Van Gölü’ şeklinde bir havuz yapılmış ortasına da bir fıskiye yerleştirilmişti. Bu yeni yapılanma Ahlat’ı çevre il ve ilçelerden farklı kılıyordu.
       Güzel bir sonbahar günüydü, öğlen saatlerinde yeşil bir pikap, Abdullah Nalbant Usta’nın, Mazlum Yegül Caddesi üzerindeki dükkanının önünde durdu. İnen yolcular, dükkanın önündeki küçük taburelere oturdular. Çevredeki çocuklardan biri, dükkanın arkasındaki boşlukta nalbantlık yapan Abdullah Usta’ya  “Misafiriniz geldi” diye haber verdi, yere yatırdığı öküzün nallarını çaktıktan sonra ellerini yıkayan Abdullah Nalbant Usta, misafirlerine hoş geldin demek için dükkanın önüne geldi. Alçak taburelerde oturanlardan kendi yaşında olan birinin büyük bir saygı ifadesi göstererek elini öptü, diğerleriyle de tokalaşıp, elini öptüğü insanın yanında, kendisi için ayrılan boş tabureye oturdu.
      Karşılıklı hal hatır sormalardan sonra, Abdullah Nalbant Usta, dükkanının hemen karşısındaki dükkanda çaycılık yapan Kahveci Osman’a yüksek sesle seslenerek misafirlere çay getirmesini söyledi.
Abdullah Nalbant Usta
Abdullah Nalbant Usta’nın misafirlerini gören dükkan komşuları, Bakkal Salih Gogo, hemen bitişiğindeki Kasap Musa Dayı, onun bitişiğindeki Sebzeci Abbas, tam karşı dükkandaki Bizim Berber İdris Bayındır, az ötedeki komşu Yunus’un Şevket ve diğer komşular, teker  teker gelip aziz misafirin elini öpüp, kendi dükkanlarının önünden getirdikleri taburelere oturarak sohbete  katılıyorlardı.
      Kahveci Osman, getirdiği çayları konuklara dağıtıyor, yeni gelenleri gördükten sonra gidip onlara da çay getiriyordu, o gelinceye kadar başka komşular gelip sohbete dahil oluyorlardı.
      Her ne kadar sohbet desek de aslında sohbetten çok farklı bir ortam vardı, ortadaki kişi konuşuyor, etraftakiler, huşu içinde onu dinliyorlardı. Hiçbir kimseden çık dahi çıkmıyordu. Çok seyrek de olsa arada çekinerek soru soranlar da yok değildi.
      Konuşan kişi, dünyada ve Türkiye’de olan bitenden, yeni gelişmelerden, insani değerlerden, iyilik yapmaktan, eğitimin öneminden, çocukların okutulmasından, hastalıklardan, yeni çıkan ilaçlardan, kendi seyahatlerinden, yolculuk sırasında karşılaştığı ilginç olaylardan söz ediyordu.
      Bir süre sonra konuklar kalktılar, sırasıyla herkesle tokalaşıp, pikaba binmek üzereyken  asıl konuk olan kişi birden bana doğru geldi, cebinden bir şey çıkarıp bana uzattı. Çekinerek aldığım şey şekerdi, utanarak elimde gizledim, konuklar pikapla uzaklaştıktan  sonra ilk işim kağıdını açıp yemek oldu. İlk kez yediğim bir şekerdi, çok hoşuma gitmiş, tadı damağımda kalmıştı.
      Aradan 10-15 gün kadar geçmişti, çarşının diğer ucundan babamın dükkanına doğru gelirken, dükkanın önünde yeşil pikabın durduğunu gördüm. Aynı kişilerin geldiğini  ve bana gene şeker verebileceklerini düşünerek koşar adımlarla dükkanın önüne geldim. Ortada oturan, kısa boylu, güler yüzlü kişi aynıydı ama yanındakiler farklı kişilerdi. Gene komşular toplanmış, çaylar söylenmişti. Ortadaki kişi gene konuşuyor etraftakiler dinliyorlardı. Usulca yaklaştım, kenardan olup bitenleri seyrediyordum. Bir süre sonra gene kalkıp etraftakilerle vedalaşıp pikaba bineceklerken gene bana o sıcak elden bir şeker uzatılmıştı. Ve ben gene bir şekerden çok mutlu olmuştum.
      Bu kez belleğime kaydetmiştim, o güler yüzlü, sevecen ve her seferinde bir şekerle minik kalbimde kendine bir yer edinen kişiyi. Bu kez pikabının plakasını bile ezberlemiştim. 13 AC 65
Cesim Küfrevi
      Bir ayda ya da iki ayda bir bu buluşma gerçekleşiyordu, her seferinde bir şeker benim vazgeçilmezim olmuştu. Bu yüzden yaşım büyüdükçe ilgim de o derece büyüyordu. Hatta sorgulama aşamasına bile gelmiştim. Artık bazı şeyleri babama sorarak öğrenmeye başlamıştım, Cesim Küfrevi’ydi.
      Cesim Küfrevi, Ailesi’nin en büyüğü olan tarihe iz bırakan Muhammed  Küfrevi’nin 4. Kuşaktan torunudur.
      Muhammed Küfrevi,  1775 Yılında Siirt’in   Küfra köyünde  dünyaya geldi. Babası Medine’den hicret eden Şeyh Yusuf İzzeddin El Bağdadi’dir. Annesi ise Seyyide Halide Hanımdır. Muhammed Küfrevi 6 yaşında hafızlığını tamamlamış ilk icazeti babasından alarak başladığı ilmi tahsilini değişik medreselerde sürdürmüştür.
      Muhammed Küfrevi’yi medrese eğitimi sırasında diğer arkadaşlarından ayrıcalıklı kılan ve onun öne çıkmasını sağlayan olay şöyle anlatılır.
      Eğitim gördüğü medresenin bazı ihtiyaçları çevredeki komşular tarafından karşılanmaktadır. Bunlardan birisi de aydınlanma için kullanılan gaz lambalarına konulan  gazyağıdır. Medrese öğrencileri sırasıyla komşu evleri dolaşıp gazyağı temin ederek  medreseye getiriyorlardı. Sıra Muhammed Küfrevi’ye geldiğinde şişeyi alıp  komşulara gitmek yerine hemen yakındaki çeşmenin başına gidip,  önce abdest aldığını, sonra da iki rekat namaz kıldıktan sonra, yanında  götürdüğü şişeyi suya daldırıp, ağzına kadar doldurduğu ve medresenin yolunu tuttuğu arkadaşları tarafından görülür. Buna inanmakta zorlanan medrese arkadaşları, ikinci nöbet sırasında takip ederler ve gerçeğin böyle olduğuna tanık olurlar. Bu kez çeşme suyunun gazdan daha berrak bir alevle yandığına inanamazlar. Durumu Tekke sorumlusuna anlatırlar. O da konuyu Muhammed Küfrevi’nin hocasına iletir. Hoca durumu Muhammed Küfrevi’ye söyler. Muhammed Küfrevi; “Hocam bu  doğru olamaz, bu fakir ve acizden böyle bir şey mümkün   olabilir mi?” diyerek tevazu gösterir. Fakat Hocası durumu kavramıştır, konuyu uzatmaz ve şöyle der: “Evladım, benim sana verebileceğim bir ders kalmamıştır, sen gönlündeki yere gelmişsin artık.”  diyerek acziyetini belirtir.
      Buradan ayrılan Muhammed Küfrevi,  Seyyid Taha’nın  adlı hocasının yanında  eğitimine kaldığı yerden devam eder.
      Muhammed Küfrevi, evlilik  çağına gelince ailesi onu değerli bir şahsiyetin kızı olan Baziğa  Hanım ile evlendirir. Bu evlilikten  Abdullah ve Abdurrahman adlarında iki oğlu olur. Abdullah küçük yaşta hastalanarak vefat eder. Daha sonraları eşini de kaybeder. Bu sırada Hocası Seyyid Taha, artık Bitlis’e gitmenin zamanının  geldiğini işaret ederek  onu Bitlis’e yönlendirir.
      Bitlis’e gelen Muhammed  Küfrevi, Kızılmescit Mahallesi’nde bir ev kiralayarak burada dergahını açar. Bitlis’te büyük bir ilgi ile karşılanır.  Erkekler kadar Bitlisli hanımların da ilgisini çeker, bunun için vefat eden eşinin bıraktığı boşluğun  ortadan kaldırılması için dileklerini dile getirirler.   Yaşamının en olgun dönemindedir. Artık 50’li yaşlarına gelmiştir, eşinin ve oğlunun yokluğunun verdiği boşluğun  evlenmek suretiyle doldurulması önerilerine  tebessümle karşılık vererek “Allahu Teala miyesser ederse” der ve konuyu geçiştirir. Ancak baskılara fazla direnç gösteremez ve  bir süre sonra aynı mahallede ikamet eden  Bitlis Eşrafından Emin Efendi’nin Fatima adlı kız kardeşi ile ikinci evliliğini yapar.
      Bu evlilikten dört erkek çocuğu olur.  Abdulhadi, Abdulbari, Abdulhalik ve Abdulbaki ismindeki oğulları da  babalarının denetiminde ilmi eğitimlerini alıp, babalarının izinde hizmetlerine devam ederler.
      Muhammed Küfrevi, yaşamı boyunca  başta Osmanlı Devlet adamları olmak üzere  çevrede vatan hizmetinde bulunan idari ve askeri şahsiyetlerle iyi ilişkiler içinde bulunmuş ve derin izler bırakmıştır. Muhammed Küfrevi’nin bu tavrı, kendisinden sonraki kuşaklar tarafından da önemsenmiş, benimsenmiş ve bir ata tavsiyesi olarak geleneksel hale getirilmiştir.
      Muhammed Küfrevi, yaşadığı dönem içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahlarından II. Abdulhamit  ile aralarında yakın bir dostluk bağı vardı.  Muhammed Küfrevi, 123 yıllık uzun  ve çevresine ışık saçan bir ömürle, binlerce müridine hizmet etmiş, üç yüzden fazla halife yetiştirmiş bir kişi olarak 1898 Yılında Yaradan’ının yanına intikal etmiştir.  Vefatının ardından aynı yıl II Abdulhamit,  Muhammed Küfrevi’ye olan saygı ve sadakatini perçinlemek için   bir türbe yapılması emrini vermiştir.
Küfrevi Türbesi
      Küfrevi Türbesi, Padişah’ın özel olarak görevlendirdiği İtalyan Mimar Alberto tarafından inşa edilmiştir.  Mimari tarzı bakımından bölgede benzerlerine rastlanmamaktadır. Tamamen İtalyan mimari tarzı ile inşa edilen türbenin Bizans eserlerindeki sütun yapısı ve vitraylar dikkati çekmektedir. Türbenin iki kanatlı giriş kapısı, altın ve gümüş süslemelerle bezenmiştir. Çok değerli kısımlarının Rus işgali sırasında Moskova’ya götürüldüğüne dair söylemler bulunmaktadır. Türbenin iç kısmında, giriş kapısının hemen üstünde Muhammed Küfrevi’nin yaşlılık dönemlinde Camiye götürülmesini sağlamak amacıyla yaptırılan “tahtırevan” orijinal şekli ile korunmaktadır.
      Sekizgen gövdeli türbede her yüz, hafif bir dışbükey biçimlenme göstermektedir.  Doğu yüz dışındaki köşelere dar başlıklı, silindirik bir sütünce yerleştirilmiştir. Sütüncelerin taşıdığı kuşak bütün gövdeyi dolanmaktadır. Kubbe eteğindeki saçak kornişi ve  pencerelerdeki silme vitray düzenlemeleri ile hareketli bir görünüm oluşturmaktadır.
      Yapı, asıl türbe mekanı ile bunun doğusunda uzanan dört kubbeli revaktan oluşmaktadır. Kubbe ile örtülen ana yapının doğusunda kare planlı ve kubbeli giriş mekanı yer almaktadır.
      Bu türbede, Muhammed Küfrevi’nin yanı sıra muhterem eşleri Fatima Hanım, oğulları Abdülhadi, Abdülbari ve Abdülbaki Efendiler, Torunu Nesim Efendi, Torununun çocukları Cesim Efendi ve Vesim Efendi, bir diğeri ise Cesim Efendi’nin muhterem eşleri Naciye Hanım’ın kabirleri yer almaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ilaminal71@gmail.com