YEDEK SUBAY OKULU
Ankara İktisadi
ve Ticari İlimler Akademisi’nden 28 Şubat 1972 tarihinde mezun olmuştum.
Diplomaların dönemin Milli Eğitim Bakanı Orhan Dengiz tarafından imzalanacağı
için hemen verilemeyeceğinin bildirilmesi üzerine bir çıkış belgesi elimize tutuşturdular.
Belgeyi alır almaz soluğu Başbakanlık
Personel Genel Müdürlüğü’nde aldım. Bir an evvel işleme koyup askerlik
işlemlerini yaptırmak istiyordum.
Bu işlemler kısa sürede tamamlandı ve
sınıf belirleme sınavına katılmak üzere Ankara Mamak Muhabere Okuluna çağrıldım.
İlk Günler |
Sınav günü inanılmaz bir kalabalık vardı,
ülkenin her yanından yedek subay adayları burada toplanmıştı. Sağda solda
tanıdık simalar ararken gözüm Bitlis Lisesi’nde öğretmenim olan Nihat Boydaş’a
takıldı.
Hemen yanına koştum, sarıldık, öpüştük,
hasret giderdik, anılarımızı tazeledik, ikimiz de bu tesadüften dolayı
memnunduk. Öğretmen öğrenci ilişkimize bu kez askerlik arkadaşlığı da eklenmiş
oluyordu.
Birkaç gün sonra sınav sonuçları
açıklandı. Nihat Boydaş, topçu sınıfına ayrılmış, Polatlı Topçu Yedek Subay
Okulu’na gidecekti. Ben ise tankçı sınıfına ayrılmış Etimesgut Tankçı Yedek
Subay Okulu’na gidecektim. Böylece Nihat Boydaş hocam ile bir kez daha
yollarımız ayrılıyordu.
Birkaç gün içinde hazırlıklarımı
tamamlayıp, elime aldığım asker çantası ile Kızılay’dan bindiğim otobüs ile
Etimesgut Yedek Subay Okulu’nun önündeki durakta indim.
Hiç bilmediğim yeni bir dünyaya doğru ilk
adımlarımı atıyordum. Karşıdaki Nizamiye binasına, nöbet tutan askerlere, girip
çıkan askerlerin sergiledikleri, disiplinin en kral örneklerine birkaç dakika
takılı kaldım.
İnanılmaz bir telaş ve heyecan içinde
ülkenin her yöresinden, her türlü insan, kimlik kontrolünden sonra, arkası
görünmeyen nizamiyeden içeriye oluk oluk akıyordu.
Nizamiyedeki görevliler, bu heyecanlı,
gergin gençleri, yüksek öğrenim görmüş olmaları nedeniyle daha özenli bir
üslupla bir sonraki aşamalara yönlendiriyorlardı.
Gelenlerin büyük bir bölümü saçlarını
kestirip dap-dazlak bir biçimde gelmişlerdi. Kimileri son ana kadar saçlarından
ayrılmayı kabullenemiyordu. Ben ise saçlarımı biraz kısaltmış, günün modası
olan uzun favorilerimi kesmekle
yetinmiştim.
Nizamiyeden geçen yedek subay adayları,
gazino adı verilen genişçe bir mekanda toplanıyorlardı.
Biriken adaylar partiler halende askeri
giysilerin dağıtıldığı depoya yönlendiriliyor, bedenlerine uygun elbiseleri ve
askeri postalları alıyorlardı.
Burada gerçek bir komedi yaşanıyordu.
Kimine dizine bile gelmeyen pantolon, kimine ayağının iki büyüklüğünde postal, kimine içinde boğulacağı bir parka
denk geliyordu. Böyle olunca inanılmaz bir değiş-tokuş piyasası oluşuyordu.
İrilerle kısalar elbise ve postallarını
birbirleriyle değiştirip kendilerine uygun bir kreasyon oluşturuyorlardı.
Kıyafet sorununu çözen adaylar, hemen
yanı başımızda ellerinde tıraş makinaları ile bekleyen erlerin insafsızca saç
kesme işlemlerine tabi tutuluyorlardı. Yeni görünümleri ile ortaya çıkan komik
tablo stres ve gerilimli adayların bozulan morallerini bir parça olsun
düzeltmeye yetiyordu.
İlk günü böyle atlatmış, ertesi gün
eğitim alanında toplanan adaylar yoklamadan sonra takımlara ayrılacaktı.
İsimleri okunan adaylar 40’ar kişilik takımlara ayrıldılar. Daha sonra bölüklerin
koğuşları belirlendi, ben ikinci takıma
düşmüştüm. Yatakhanede de ranzanın üst kısmı bana denk gelmişti.
Diğer takımlarda olduğu gibi ikinci
takımda da ülkenin her yerinden ve her meslekten, her kültürden adaylar vardı.
Her gün sabah ve öğleden sonra askeri eğitim yapıyor, akşamları da etüt denilen
nazari bilgilerin verildiği masa başı
eğitime tabi tutuluyorduk.
Bir süre sonra bu eğitimler artık rutin
olmaya başlamıştı. Herkes bir bahaneyle bu eğitimlerden kurtulmanın yollarını
aramaya kafa yoruyordu. Bunların başında
sağlık nedeniyle revire gidenler geliyordu. Kimi uyanıklar kendilerine eğitim
dışında değişik uğraşılar icat ediyorlardı.
Ben de bunlardan biriydim, güzel yazı
yazdığım için Yedek Subay Bölüğü’nün bu tür işlerini bana yaptırdıkları için eğitime çıkmıyordum.
Bu durumu gören bazı narin yapılı arkadaşlar bana gelip kendilerini yardımcı
olarak yanıma almalarını istiyorlardı.
Gündüzleri askeri eğitimden kurtulmuştum
ama akşamları etüt de sıkıcı olmaya başlamıştı. Bazı uyanık askerler
görünmeyecek bir bölümde tel örgülerde bir delik açmışlardı. Akşamları buradan
çıkıyor, yakınlardaki bir köftecide yemek yiyip geri geliyorlardı. Ben de arada
bir çıkıp hemen karşıdaki otobüs durağına
gidip otobüs bekliyordum.
Eğitim dönemi altı ay gibi kısa bir süre
olduğu için Ankara Emek Mahallesindeki bekar evimi boşaltmamıştım. Buradan
otobüse binip, Bahçeli son durakta iniyor, Emek’teki eve kadar yürüyor, evde
biraz durduktan sonra tekrar otobüse binip bölüğe geri dönüyordum.
Bir nevi
psikolojik rehabilitasyon yapıyor gibiydim. Amaçsız bir şekilde bir zaman
dilimini değerlendirmiş oluyordum kendimce…
Bölüğün
giriş bölümüne bir telefon ve bir ses yayın sistemi
kurulmuştu. Yedek Subay öğrencilerinin yakınları telefonlarla arayıp iletişim kuruyorlardı.
Arananlar oradaki ses sistemiyle anons edilerek telefona çağrılıyordu.
Genelde
şöyle anons yapılırdı. Örneğin; “İlhami Nalbantoğlu, telefonunuz var, lütfen
anons mahalline geliniz.” İsmi
söylenen koşarak telefonun başına geçip yakınlarıyla hasret gideriyorlardı. Bu
anonsların en çok çağırılanı bendim.
Başbakanlık Özel Kalemdeki kız arkadaşım istisnasız her gün bir sabah,
bir de öğleden sonra beni arar, anons ettirirdi, ben de koşa koşa gelir onunla
görüşürdüm. Adımın bu kadar sıklıkla anons edilmesi bazı çevrelerde kuşkuyla
karşılanıyordu.
Gelen
telefonların Başbakanlıktan geliyor olması, kimi yedek subay öğrencilerini
tedirgin ediyordu. Çünkü bazıları siyasi olaylara karışmış olmaları sebebiyle
devre kaybetmiş, bizlerden yaşça çok büyük olmalarına rağmen bizimle birlikte
eğitim görüyorlardı. Bunlar haliyle rahatsız oluyordu.
Bu
yüzden beni bir ajan ya da bir muhbir olarak değerlendiriyorlardı. Ne var ki
beni yakından tanıyan arkadaşlarım bu söylentilerin gerçekle örtüşmediğinin
farkındaydılar.
Birkaç
ayı geride bırakmıştık, bazı uyanık arkadaşlarımız mezuniyet dönemi için
şimdiden bir albüm yapma hazırlığına girilmesi gerektiğini belirtiyorlardı.
Buna komutanlarımızı da razı etmişlerdi. Zira bu albüm için özellikle İstanbul
iş dünyasından hatırı sayılır maddi destek sağlanabileceği görüşünü dile
getirip sıklıkla ailelerinin yaşadığı İstanbul’a gitme fırsatı yakalamışlardı.
Bu
nedenle bir “Albüm Komitesi” oluşturmuştuk. Doğal olarak ben de bu
Komitenin önemli çalışanlarından biriydim. Komite için genişçe bir alan bize
tahsis edilmişti. Komite üyeleri olarak
artık eğitimden muaf sayılıyorduk.
Çalışmalarımız gerçekten çok
başarılı oldu, bol miktarda ekonomik destek sağlayıp çok
kaliteli bir albüm çıkarmıştık. Hatta bununla yetinmeyip bu albüme bir de plak
eklemiştik. Ayrıca bölüğün ihtiyacı olan bazı araç ve gerecin bağışlanması
komutanları ziyadesiyle memnun etmişti.
Albüm Komitesi Soldan Sağa: Yalçın, İlhami, Ataman ve Bülent |
Sona
doğru yaklaşınca, kendimizi iyice albüme vermiştik. Albüm ekibi olarak sık sık
dışarıya çıkma fırsatı yakalamıştık. Evi İstanbul’da olanlar ipin ucunu iyice
kaçırmışlardı. Canları çekince ancak bölüğe uğruyorlardı.
Bu arada
Yedek Subay Bölüğü’nden mezun olacaklara verilecek diplomaların yazılmasına
sıra gelmişti. Birkaç gün de bu işle uğraşmıştım. Elime tutuşturulan listedeki
isimleri diplomaların üzerine güzel bir kaligrafi ile özenle yazıp, Bölük ilgilerine teslim
etmişim.
Derken
kura çekimi gelip çatmıştı, herkes çok heyecanla nereyi çekeceğini merak
ediyordu. Aramızda çok iyi eğitim almış yetenekli arkadaşlarımız vardı.
Bunların büyük olasılıkla “özel kur’a” ile Genel Kurmay Başkanlığı’na ya
da Milli Savunma Bakanlığına alınacağını biliyorduk.
Ben de
bu kadar Bölüğün işlerini yapıyorum, bu kadar popüler olmuşum, belki bana da
bir özel kur’a çıkar diye bir beklenti içine girmiştim ama çok da umutlu
değildim.
Kur’a
günü Alay Komutanlığının büyük salonunda toplanmıştık. Sahneye kur’a ekibi
yerleşmişti. Öncelik özel kur’aların çekimi idi. Tahmin ettiğimiz gibi oldu,
özel arkadaşlarımız birer birer ayıklandı.
Bu
sırada TRT’de spikerlik yapan Yüce
Katırcıoğlu isimli arkadaşımıza da özel kur’a çıkınca, Polis Radyosu’nda
spikerlik yapan Nihat Dündar adlı arkadaşımız bu duruma itiraz etti, ben de
spikerim diye. Uzun süren bir tartışma yaşandı, neticede her ikisi de spikerdi,
çoğunluk burada bir haksızlığın yapıldığı düşüncesindeydi ancak jüri bu itirazı
kabul etmedi.
Sıra
diğer kuraların çekilmesine gelmişti, böylece benim özel kur’a beklentim
de suya düşmüştü. Hadi özel kur’a
çıkmadı bari hiç olmazsa Ankara çıksın diye umutlanıyordum. Bu hayalim de suya
düştü, torbadan çektiğim kağıdın üzerinde “Tekirdağ Malkara Tank Taburu” yazıyordu.
Tank Taburunun ilk ve tek bıyıklı Subayı |
Boynumu
büküp, gidip bir kenara oturarak bekledim, bakalım arkadaşlarımdan buraya
düşecek biri olacak mıydı? Bu umudum da
gerçekleşmedi, kaderime razı oldum.
Kura
çekenlerden kimileri memleketlerine yakın yerleri çekince sevinçten havalara
uçuyor, kimileri hiç beklemedikleri yerleri çekince üzgün bir vaziyette bir
kenara çekiliyorlardı.
Birkaç
gün sonra törenle diplomalarımızı alıp arkadaşlarımızla vedalaşarak ve
birbirlerimizin iletişim bilgilerini alarak Etimesgut Yedeksubay Okuluna veda
ettik.
Artık
bizi ailelerimiz bekliyordu. Herkes en kestirme yoldan ailesine kavuşmak için
yollara düşerken ben de bir an evvel Ahlat’a gitmek için sabırsızlanıyordum.
Ahlat’a varınca Yedek Subay elbisesi ile
babamın elini öperken, döktüğü mutluluk gözyaşları, benim hayattaki en büyük
gurur kaynağım oldu. Birkaç gün orada kaldım, eş, dost, arkadaş ve akrabalar,
kutluyor, tebrik ediyorlardı. Bu duygu dolu günler fazla sürmedi, ailemle vedalaştıktan sonra Malkara Tank
Taburundaki görevime başlamak üzere yola koyuldum.
Buradan
da 1974 20 Temmuz Barış Harekatı
nedeniyle Yunanistan sınırına gidecektim.