|
Cenevre'den Genel Bir Görünüm ve Dev Fıskiye |
Cenevre, MÖ 120 yılında
Germen kavimlerine karşı Romalılar tarafından kurulmuş olup, İsviçre’nin en
büyük gölü olan Leman Gölü kıyısındadır.
Sırtını Alplere dayamış,
Zürih’ten sonra ülkenin ikinci büyük kentidir.
Cenevre’de genellikle Fransızca
konuşulmaktadır. Fransızcanın yanı sıra Almanca, İtalyancanın yanında, dünyanın
her yerinden buraya gelen bürokrat ve yöneticilerin İngilizce konuştuklarını belirtmeliyiz.
Cenevre’nin yüzölçümü çok büyük olmamasına karşın içinde çok büyük
değerler barındırmaktadır. Dünyanın orta ölçekli en güzel, temiz, rahat, sakin
şehirlerinden biridir.
4000 yıllık tarihin, kültürün, bilimin ve
doğa güzelliğinin buluştuğu, tadına doyulmayacak kadar güzel bir şehirdir.
Uluslararası kuruluşların merkezi olarak
bir dünya şehri haline gelmiştir. 365
günde 1000 civarında uluslararası toplantının Cenevre’de yapıldığını
öğrendiğimde bayağı şaşırmıştım.
Kentin hemen her yerinde her cinsten ve
her ulustan insanı meraklı gözlerle çevreyi
tanıma telaşı içinde görünce durumun
gerçek olduğunu anlamak mümkündü.
Boyunlarında resmi görevli olduklarına dair kimlik bilgilerini gösteren
yaka kartlarını telaştan mı yoksa
görevli oldukları bilinsin diye mi
taşıdıkları gerçeği bir başka yönüyle
gözler önüne seriyordu.
Çok önemli organizasyonları ev sahipliği
yapan Cenevre yılın her mevsiminde turistlerle, devlet adamlarıyla,
bürokratlarla, sanatçılarla dolup taşmaktadır.
Büyüleyen tarihi binaları, heykellerle dolup taşan uçsuz bucaksız parkları, müzeleri lüks mağazaları, saatleri,
çakıları, çikolataları, peynirleri ile ünlüdür. Ayrıca 140 metre yükselebilen fıskiyesi ve 6.500 çiçek
türünden yapılmış Çiçek Saati görenleri hayran bırakacak güzelliktedir.
Leman Gölü kıyısından kalkan gezi
tekneleri ile doğanın eşsiz güzelliğini görmek mümkün.
1980 yılının başlarında bir görev
nedeniyle gideceğim Cenevre’de bu saydığım güzelliklerle karşılaşacağım aklımın
köşesinden dahi geçmemişti.
İlk kez yurt dışına çıkıyordum. Devletin
bana verdiği kırmızı Diplomat Pasaportu
ve mütevazi miktardaki harcırahımla, Yeşilköy
Hava Limanında uçağın merdivenlerine tırmanırken heyecandan tir tir
titriyordum. Devletin verdiği bu harcırahla ucu ucuna ancak otelin ücretini
verebiliyorduk. Başka bir harcama
yapacak durumda değildik.
Cenevre hava alanına indiğimde Ankara’dan
tanıdığım bir Dışişleri Bakanlığı
görevlisi karşıladı. Doğruca Otel Terminus’a götürüp yerleştirdi. Otel çok ucuz
bir otel değildi, Ancak benden önce gelen ekibimizdeki diğer görevliler buraya
yerleştirilmişlerdi. Daha ucuz bir otele geçebilir miyiz diye sorduğumda,
Dışişleri Bakanlığı görevlileri iki nedenle bunun pek uygun olmayacağını
belirtiyorlardı. Birincisi güvenlik nedeniyle ekibin toplu olarak bir arada
bulunmasının yararlı olacağı, ikincisinin
ise Türk Delegasyonun daha ucuz
otellerde konaklaması, Ülkemizin imajına zarar verebilecek bir husus olarak gösteriliyordu.
|
Dünyaca Ünlü Çiçek Saatin Önünde |
O yıllarda Türkiye’de AVM’lerden söz
etmek mümkün olmadığı için, Cenevre’deki AVM’ler oldukça ilgimizi çekiyordu. Ne
zaman boş bir vakit bulsam kendimi en yakın AVM’ye atıyordum. Hiç bir şey
alamıyor olsam da o mekanlarda gördüğüm ürünler şaşkınlığımı artırıyordu.
Türkiye’de görmediğim çift hoperlörlü bir
radyo-teyp görmüştüm. Gümüş renginde, ışıl ışıl parlıyordu, bir türlü gözümü
ondan alamıyordum Bütçem onu almaya yetmiyordu, başında durup dakikalarca
inceliyor, kurcalıyordum.
Bir anda alarm zilleri çalmaya başladı,
ne olduğunu anlayamadım, yerimden kımıldamadan bekliyordum. Bir süre sonra
güvenlik görevlileri etrafımı sardılar. Şaşkın şaşkın onlara bakıyordum.
Benim
şaşkınca onlara baktığımı görünce onlar da şaşırdılar, benim tehlikeli ya da
şüpheli bir hareketimin olmadığını ve soğukkanlı olarak onlara baktığımı
görünce, çok mahcup oldular. Bana hiçbir
şey söylemeden etrafımdan çekilip uzaklaştılar.
Üstelik günümüzdeki teknolojik gelişmeler
olmadığı için tüm ürünleri bir zincirle birbirlerine bağlamışlardı. Zincirle
bağlı bir ürünü çalabilecek biri olmadığımı anlamışlardı sanırım.
Bir şey yapmamıştım ama, bir ürünün
başında gereğinden fazla bekleyerek kuşkulu bir ortam yaratmıştım herhalde.
Sakin ve soğukkanlı bir biçimde orayı terk ettim ve bir daha da o mağazaya uğramadım.
Cenevre’nin kenar mahallelerinden birinde
bir Türk Lokantası olduğunu öğrenmiştik. Bir gün, Heyette bulunan Çalışma
Bakanlığı temsilcisi Ahmet Kapısız Bey ile bu lokantayı bulmak için yıllara
düştük. Sora sora bulduk, küçük ve şirin bir yerdi. Mönüde “Pastırmalı Kuru Fasülye” vardı. Ben Türkiye’de bu yemeği hiç
tatmamıştım, adını bile ilk kez duymuştum. Merak ediyordum, yanında pilav ve
turşu da vardı.
Otele döndüğümüzde durumu biraz abartarak
Heyetteki diğer arkadaşlara anlattık. Ertesi gün, herkes bu lokantanın yolunu
tutmuş, döndüklerinde çok beğendiklerini
ballandıra ballandıra anlatmışlardı.
Yemek konusu en çok canımızı sıkan
husustu. O yıllarda Türkiye’de olmayan hamburger en kolay ulaştığımız, en
ekonomik yiyecekti. Ne var ki, her gün hamburger yemekten de bıkkınlık gelmeye
başlamıştı. O zamanlarda da tavuklu mönüleri tercih ediyorduk.
Cenevre’nin fevkalade güzel bir iklimi
vardı. O dönemde henüz “Küresel Isınma”
belası ile tanışık değildik. Cenevre’nin zümrüt gibi yemyeşil alanları beni
hayran bırakmıştı. Nasıl yeşil olmasın ki, 15-20 dakikada bir hızlı bir biçimde
yağmur bulutları semayı kaplıyor, birden sağanak yağmur başlıyordu.
Herkes saçak altlarına sığınıyor ve çok
geçmedin yağmur bulutları yerini güneşe bırakıyordu. Bu durum 1-2 saat sonra
aynen tekrar ediyordu. Bu kadar yağmur alan bir kentte, hiçbir su birikintisi,
taşma ya da ıslaklık görmek mümkün değildi. Bu yüzden kentin cadde ve sokakları
pırıl pırıldı. Yerlerde bir çöp, ya da bir izmarit görmek mümkün değildi.
İsviçre’nin bir “Polis Devleti” olduğuna dair bilgiler alıyordum. Polis devleti
denince kentin her yanının polisle sarılmış olabileceğini sanıyordum. Bu
düşünceyle çevremde bu durumu gözlemeye başlamıştım. Cenevre’de bulunduğum süre
içinde, kent merkezinde hiçbir polis ile karşılaşmadım, hiçbir karakol görmediğimi belirtmek isterim.
Bir binanın önünde polis motosikletine
benzer bir araç duruyordu, buranın bir polis karakolu olabileceğini
düşünüyordum. Dikkatle izledim, hiçbir tabela ya da yazı yoktu ve camlar aynalı
olduğu için içerisi de görünmüyordu. Kesin bir kanıya varamadan oradan
ayrıldım.
Saat ve ziynet eşyası satan lüks
mağazaların görkemli vitrinlerinin korunması için kepenklerinin olmadığını
hayretle görmüş, bir anlam verememiştim. Sonradan öğrendim ki; kalın vitrin camlarının içinde gözle
görünmeyecek kadar ince bir elektronik şerit vardı. Bu şeride bir temas olması
halinde anında polis alarmı devreye giriyormuş. Bu konuda ise polis son derece
seri hareket ederek olaya müdahale
ediyormuş.
Bir gün, yağmurdan korunmak için bir
saçak altına sığınmıştım. Bir anda yanımda üstü başı pek düzgün olmayan biri
belirdi. Kıyafetinden Türk olabileceği düşüncesiyle Fransızca nereli olduğunu sordum. Soruma yarım yamalak
Türkçesiyle yanıt vererek Lübnanlı
olduğunu söyledi. Az da olsa Türkçe biliyor olması ilgimi çekmişti. Konuşmaya
başladık, ne iş yaptığını, ne kadar süredir burada olduğunu sordum. Güven
vermeyen yanıtlar veriyordu, anlamakta zorlanıyordum.
|
Cenevre'nin Heykellerle Bezenmiş Uçsuz Bucaksız Parklarından Biri |
Birden cebinden bir bizim Ülkemizde çokça
kullanılan ve benim bildiğim bir “Tütün
Tabakası” çıkardı, açıp bana içindeki
sarı kehribar gibi “Bitlis Tütünü”nü gösterdi. Bilmiyormuş
gibi davranarak bunun ne olduğunu sorduğumda verdiği cevap çok ilginçti.
Tabakanın içindeki tütünün “esrar” olduğunu söyledi. Ben o yaşıma
kadar esrar nedir görmemiştim ama, “Bitlis
Tütünü”nü’ çok iyi biliyordum. Bana tütünü esrar diye yutturması bir tuzak
mıydı yoksa, gerçekten öyle mi sanıyordu, anlamam mümkün olmadı.
Bir süre konuştuktan sonra bana, “Ben şimdi gidiyorum, yarın burada aynı
saatte buluşalım, bir yerlere gideriz,
orada ilginç şeyler var.” dedi, ayrıldık. Ertesi gün aynı saatte, aynı yeri
başka bir açıdan görecek şekilde uzaktan gözetlemeye başladım. Kimsecikler
ortalarda yoktu, bir süre bekleyip oradan ayrıldım.
O gün için fazla bir önem arz etmeyen bu
olayın bir tesadüf olamayacağı kanısına vardım. Bunun bir istihbari
yönünün olabileceği aşağı yukarı belli
oluyordu. Ancak, bu girişimin kimin tarafından yapılabileceği konusunda
bir kanıya varamadım.
Cenevre’de dikkatimi çeken şeylerden
birisi de Leman Gölü’nün altına yapılan kapalı otopark olmuştu. Gölün
çevresinde dolaşırken, araçların tünel görüntüsü veren bir geniş bir girişten girdikleri dikkatimi
çekmişti. Önce bunu tünel zannettim, meraklı gözlerle yaklaştım, girişte bir
bariyer olduğunu gördüm. Sonra karşı duvarda otoparkın katlarını gösteren
panoyu görünce, anladım buranın bir yeraltı otopark olduğunu.
Gölün altına otoparkın yapılabileceği bir teknolojiden
haberdar olmadığım için hayretle karşılaşmıştım.
Cenevre sokak ve caddelerini gezerken
elimde o gün için en iyilerden olan
Minolta marka bir fotoğraf makinası vardı. Her yerin, her şeyin resmini
çekiyordum. Bir gün nasıl olduysa fotoğraf makinesinin kapağı kendiliğinden
açılmış ve bütün fotoğraflar ışık almış.
Çektiğim bütün resimlerin üzerinde hafif ir ışık hüzmesi, çok canım
sıkıldı. Aynı resimleri bir kez daha yeniden çekmem maalesef mümkün olamadı.
Ankara’ya
döndüğümde, ağaçlarda ve
bitkilerde gördüğüm yeşil rengin Cenevre’de gördüğüm canlı, diri, ve parlak
yeşil renkten çok farklı olduğunu
gördüm. Bunun nedenini anlamak zor değildi. Cenevre’deki yeşil doğanın bahşettiği
bereketli yağmurlarla tüm yeşillikler birkaç saatte bir yıkanırken, Ankara’daki
yeşil ise, doğalgazı olmadığı için zorunlu olarak kullanılan kömürün doğaya
saldığı is ve tozun bir yağmur gibi yeşilin
üzerine yağmasının sonucuydu.
Bu durum aynı zamanda gelişmiş bir ülke
ile gelişmekte olan bir ülke kentleri
arasındaki farkın bir göstergesiydi.
Ankara’ya döndükten sonra yolumun bir gün
tekrar Cenevre’ye düşeceği hayaliyle yıllarca avundum. 40 yıl oldu, umudumu
kaybetmedim…