28 Eylül 2017 Perşembe

VARNA SERGİSİ, "AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI - AKSAV", İlhami NALBANTOĞLU

VARNA SERGİSİ
BULGARİSTAN’IN VARNA KENTİNDEKİ ULUSLARARASI SERGİDE ÜLKEMİZİ TEMSİL ETTİK…
Varna Sergisine Katılan Sanatçılar Toplu Halde
            Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı, 21-24.2017 tarihleri arasında Bulgaristan’ın Varna Kenti’nde “DID YOU KNOW?”konu başlıklı,  "MadeByArtist” kapsamında Pinelo Art Gallery İşbirliği ve Cem Aggelos Üstüner Koordinasyonunda   uluslararası sanat etkinliğine katıldı. Varna’nın en önemli Sanat Galerilerinden biri olan Boris Georgiev Kent Sanat Galerisi’nde gerçekleştirilen sergi büyük ilgi gördü. Serginin açılışında birer konuşma yapan Prof. Dr. TÜZÜN ve Prof. Dr. CHAKALOV, Türk ve Bulgar sanatçılarının bir araya gelerek dayanışma ruhu ile ortaya koydukları bu sanatsal   etkinliğin, iki ülke arasındaki bağların daha da güçlenmesine katkı sağladığı noktasında birleştiklerini dile getirdiler.Türkiye’den bu sergi için gelen ve Bulgaristan’dan katılan sanatçılara teşekkür edildi.Biz de bu etkinliğin gerçekleşmesinde  emeği geçen Prof. Dr. Melihat TÜZÜN ve Prof. Dr. Valeri CHAKALOV ve ekibinin gösterdiği zarafet ve incelik için sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.  Bu konuda bir karar verme aşamasındayken Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’nden  Prof.Dr. Mahmut Öztürk’ten Bulgaristan’ın Varna Sergisi çağrısını aldık. Hem mesafenin yakın olması hem de sürenin kısa olması daha cazip geldi. Hemen bu  öneriyi kabul edip hazırlıklara başladık. Varna’ya hareket İstanbul’dan gece saat 24.30’da gerçekleşti. Saat 04.00 civarında Sınır kapısındaydık, pasaport kontrol ve eserlerin gümrükten geçiş işlemleri rehberimiz Cem Üstüner’in deneyimleri sayesinde hiçbir engele takılmadan geçti. Artık bir an evvel Varna’ya ulaşmanın telaşı içindeydik.Etrafı yüksek ağaçlarla kaplı, sadece gökyüzünün göründüğü, ince dar yoldan Varna’ya doğru ilerliyorduk ki birden hava bulutlandı, gök gürledi, şimşek çaktı ve ardından şiddetli bir yağmur başladı. Tüm ekibi bir korkudur aldı. Oysa herkes denize gireceğiz diye yanında mayosuyla gelmişti. Ya hep böyle yağarsa diye ciddi ciddi telaşlandık. Otel yönetimi saat 12.00’den önce konukları kabul edemeyeceğini belirtince zaman geçirmek için lobideki geniş ve rahat koltuklara yayıldık. Kimileri eksik kalan uykularını burada tamamlamaya çalışıyordu.
İlhami Nalbantoğlu, Prof.Dr.Melihat Tüzün ve Bir İzleyici
Saati gelince valizlerimizi alıp odalarımıza yerleştik. Rehberimiz  Cem Üstüner, eserlerin galeriye asılacağı saati belirtti. O saatte galeride olacak şekilde programlanıp başımızı yastığa koyduk.  Belirtilen saatte galerideydik, serginin Küratörü Prof.Dr. Valeri Chakalov, bizden önce gelmiş, eserleri konularına göre ve hangi salonda sergileneceklerine göre ayırmıştı bile.
Prof. Dr. Chakalov ve ekibi seri bir biçimde eserleri yerlerine asıyorlardı. Rehberimiz Cem Üstüner, açılış töreninin saat 18.00’de yapılacağını belirtmişti. Daha birkaç saatimiz vardı, bu süreyi galerinin yakın çevresini tanımakla geçirelim istedik. İlk karşılaştığımız “Türk Döneri” yazısı bizi biraz olsun rahatlatmıştı. Bulgaristanda domuz etinin fazlaca tüketildiğini öğrenince buna karşı nasıl önlem alacağımız konusunda endişeliydik zira.
            Açılış sırasında önce Prof. Dr. Valeri Chakalov konuştu. Türk sanatı ve aynı zamanda arkadaşı olan Sergi Kurul Başkanı Prof.Dr. Melihat Tüzün hakkındaki gözlemlerini dile getirdi. Türk ve Bulgar sanatçıları arasındaki bu iletişim ve işbirliğinin devamından ötürü duyduğu memnuniyeti dile getirdi. İleriki zamanlarda bu ilişkinin daha ileri boyutlara taşınacağı konusundaki umudundan söz etti.
Sergi Kurul Başkanı Prof. Dr.Melihat Tüzün ise, bu sanatsal etkinliğin gerçekleşmesinde Prof.Dr. Valeri Chakalov’un davetinden, katkılarından, desteğinden ve konukseverliğinden söz ederek kendisinin şahsında  emeği geçen  ekibine teşekkür etti. Sergi bir kokteyle açıldı, açılış afiş ve diğer iletişim araçlarıyla duyurulduğu için küçümsenemeyecek bir katılımla gerçekleşti. Türk ve Bulgar sanatçılar birbirleriyle tanışma fırsatı yakaladılar, iletişim kurdular, tekrar görüşme ve buluşma umutlarını dile getirdiler. Gelecekte olası bu buluşmanın adresinin Türkiye, özellikle İstanbul olmasında hemfikir olduklarını belirttiler.
Etkinliğin ilk ayağı gerçekleşmişti böylece, artık sıra Bulgar sanatseverlerinin değerlendirmele-rine kalmıştı. Zaman zaman galeriye gelip bu değerlendirmeleri de alıyorduk.
Sırada Bulgaristan ve Varna’yı tanıma faslı vardı. Uzun yıllar Sovyet Rejimi altında yaşam süren Varna, Bulgaristan’ın diğer kentleri gibi Rus mantalitesi kapsamında inşa edilmiş olduğunu belli ediyordu. Sanki üzerine sinen ağır Rus kokusunu hala atabilmiş değil gibiydi.
Varna Kent Meydanında Kitap Değiş-Tokuş Mekanı
Çerno More Oteli’nin konumundan lobisine, odasından balkonuna, banyosundan tuvaletine, kumarhanesinden resepsiyonuna Moskova’daymışız izlenimi veriyordu. Varna’nın cetvelle çizilmiş gibi düzgün cadde ve sokakları, geniş park ve yeşil alanları, uçsuz bucaksız kumsalları ve plajları, parklara monte edilmiş savaş araç ve gereçleri geçmişle ne ölçüde kaynaştıklarının ipuçlarını veriyordu.
Avrupa Birliğine girmekle yeni bir trend yakalayabileceği umulan Bulgaristan, başta milyonlarca gencini Avrupa kentlerine uğurlamanın etkisiyle nüfusunda önemli bir azalmanın sonucu nüfusunun artık 6,5 milyonlarda seyrettiği gerçeği ile karşı karşıyaydı. Bunun da ülke ekonomisine negatif olarak yansıması  kaçınılmazdı.
Tüm bunlara karşın renkli Varna’da gecelerinin aynı tempoda devam ediyor olması, buranın çekiciliğinin devam etmekte olduğunun kanıtıydı. Yaz aylarının turist akınına uğrayan Varna’sının 600.000 civarında olan nüfusunun milyonları aşması da bunun başka bir göstergesi.
Köklü Rus kültüründen kalan her köşe başındaki ya da her meydandaki birbirinden güzel heykeller, anıtlar kentin tarihi dokusunu gözler önüne seriyor.
Kent meydanındaki, çok güzel dizayn edilmiş kitap değiş-tokuş mekanı, Varna’nın diğer kentlere karşın kitap konusunda bir adım öne çıkmasını kanıtlar gibiydi. Hemen önündeki büyük sahnede, müzik alanında gençlere kendilerini kanıtlama fırsatı tanınması da en az kitap mekanı kadar iyi izlenim bırakıyordu.
İlk günü artık geride bırakıyorduk ki bazı arkadaşların kumarhaneyi ziyaret etme arzuları kabardı. Grup psikolojisine ters düşmeme adına toplu halde ziyaretimizi gerçekleştirdik. İlk izlenimimiz müşterilerin çoğunluğunun Türklerden oluştuğu yönündeydi. Şanslarını deneyen arkadaşlarımızdan amorti niteliğinde kazananlar olmadı değil.
Ertesi gün serbest gündü, herkes kendi tercihleri doğrultusunda Varna cadde ve sokaklarını keşfe çıktı. Rehberimiz akşam yemeğinin organizasyon tarafından verileceği konusunda uyardı herkesi. Otelin lobisinde buluşup hep birlikte yemeğin yenileceği restorana doğru yola çıktık. Büyükçe bir mekandı, bize alt katta bir yer ayrılmıştı.
Kıvrak Bulgar ve Yunan müziği eşliğinde statik kalmaya dayanıklı olmayan arkadaşlarımız kendilerini yemek masaları ile duvar arasındaki dar boşluklara atmadan edemediler. Müziğin ve dansın ritmi arttıkça masalarda oturanların sayısı azalıyordu. Sonunda herkes halay benzeri bir oyunun içinde buldu kendini.
Hızını alamayanlar ve dar mekanda soluğu tükenenler kendilerini restoranın arka bahçesine attılar. Sohbet koşulaştıkça içerdekiler de onlara eşlik etti. Buranın da bir çekiciliği kalmayınca toplu olarak yeniden Çerno More’nin kumarhanesinde aldı soluğu. Herkes şansını test ediyordu.
Çerno More’nin terasında güzel bir kahvaltı salonu vardı. Varna’nın her yanını görebilmek mümkündü ve karşınızda da güzel Karadeniz manzarası. Zengin bir kahvaltı seçeneğine karşın, çay sıkıntısı hüküm sürüyordu. Çay yerine sunulan bitki çayları konukların damak zevkini karşılamıyordu. Sergi Kurul Başkanımız Prof.Dr.Melihat  Tüzün Hocamızın ricasıyla temin edilen Earl Grey poşetleri birkaç kişinin ancak çay özlemini giderebiliyordu.
            Domuz eti tuzağına düşmemek için yemek yenecek yerleri araştırırken “İstanbul Restoran” diye bir yere rastladık. İçeriye girdiğimizde bir bey masada oturuyordu. Türk olduğumuzu söyleyince bize yakınlık gösterdi. Türk mutfağının olmazsa olmazlarının hemen hemen tamamı burada vardı. Ancak yemeklerden çok bizim varlığımız buranın sahibi Hüseyin Bey’in dikkatini çekmişti.
           
İlhami Nalbantoğlu'nun Sergi Katılım Sertifikası
Varna’da olduğumuz günlerin sonuna geliyorduk, artık sergi salonundaki eserlerin toplanıp, ambalajlanıp otobüse yüklenmesi gerekiyordu. Bu işleri yaparken de Prof.Dr. Valeri Chakalov’u  hemen yanı başımızda bize yardım ediyor olarak görmek oldukça ince ve zarif bir davranış olarak belleklerimize kazınıyordu. Prof. Chakalov, bununla da yetinmiyor,  bize yolda ikram edilmek üzere bir kutu çikolata ve bir şişe şampanyayı rehberimiz Cem Üstüner’e vermeyi ihmal etmiyordu.
            Sonunda Türkiye’ye dönmek üzere Varna’ya ve Bulgar dostlara veda ederek ayrıldık. Artık otobüste birbirini tanıyan kimin ne yaptığını bilen bir grup vardı. Herkes kendi kriterleri doğrultusunda dolu dolu geçen bu dört günün kritiğini yapıyordu.
Prof. Valeri’nin ikramı olan çikolatalarımızı yiyip şampanyamızı açtıktan sonra  Sergi Kurul Başkanımız Prof. Dr. Melihat Tüzün,  otobüsümüzün ön kısmına gelerek bu etkinliğe katılan sanatçılara “Katılım Sertifikası” vereceğini açıkladı. Tek tek adlarımızı okuyarak sertifikalarımızı veriyordu, karnelerini alan çocuklar gibi şen ve neşeliydik.
Rehberimiz Cem Bey, bir sürprizinin olacağını  ve NESSEBAR diye  güzel bir yere uğrayacağımızı açıkladı. 
Yunanlılardan, Bulgarlara kalan bu adacık, geniş bir yolla karaya bağlanmış. Çoğu Osmanlıdan kalma tarihi eserle dolup taşıyor. Bunların korunup gelecek kuşaklara taşınması için UNESCO’ya başvurup yardım istemişler. UNESCO, burayı Dünya Kültür Mirası Listesine alıp elinden geldiğince güzelleştirip süslemiş, ortaya biblo gibi, şirin mi şirin bir turistik mekân çıkıvermiş. Bunun sonucu olarak da Dünyanın hemen hemen her yerinden oluk oluk insanların buraya gelmelerini sağlamış. Burada çok sayıda  iş yapan Türk esnafın olması, Türk turistlerin daha fazla ziyareti için neden  teşkil etmiş. Bu güzel yeri ziyaretimizin ardından son durağımız İstanbul’a doğru yola çıktık. Üstlendiğimiz misyonu başarı ile yerine getirmiş olmanın  mutluğu içinde Ülkemize dönüyorduk…

11 Eylül 2017 Pazartesi

BİTLİS'TE BEŞ MİNAREYE DEĞİL, BEŞ MEDRESEYE BAKMALIYIZ!... "AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI BAŞKANI, Gazeteci, Araştırmacı - Yazar, İlhami NALBANTOĞLU

BİTLİS’TE BEŞ MİNAREYE DEĞİL BEŞ MEDRESEYE BAKMALIYIZ!..                                                                                                                                                   İlhami NALBANTOĞLU
Bitlis'te İhlasiye Medresesi
            Beş Minare diye bir uydurma efsane ile yıllardır topluma yanlış bir mesaj verilmekte ve buna kimsenin dur dediğine de rastlanmamaktadır.  Çünkü Bitlis’te Camisi yıkılmış ve minaresi yalnız kalmış bir tablo dramatik bir mizansene konu olabilir belki ama Bitlis’in karakteristik özelliğini minarelerinden çok, bilim, eğitim ve kültürel zenginlik alanında bünyesinde barındırdığı dönemin bilim, kültür ve medeniyet merkezi anlamına gelen medreselerinin üstlenmiş oldukları misyon, beş tane estetikten nasibini almamış bed  görünümlü minare silüetinin yan yana getirilerek bir imaj oluşturmak, Bitlis’in tarihi misyonuyla ne örtüşüyor ne de bağdaşıyor. Bu nedenle  uyduruk minare efsanesi  ile işin kolayına kaçmak yerine medrese gerçeğine bakarak işin özüne dönmek çok daha büyük bir önem taşımaktadır.
           Bitlis gibi nüfusu yüz binler civarında olan bir kültür kentinde beş tane medresenin bulunması, nüfusları milyonları aşan günümüz büyük kentleri ile kıyaslandığında Bitlis’te bilime, eğitime, uygarlığa verilen önemi gözler önüne sermektedir.
      Geçmişi bu denli zengin olan Bitlis’te günümüzde durumun ne olduğunu sorduğumuzda “Tarihsel Gerçek” diye bir yanıt vermenin sağlıklı bir yaklaşım olduğu söylenemez.
         Bilim insanları tarih için değişik tanımlar kullanırlar. Bunlardan birisinde de şöyle denir; “Tarih geçmişin tarağı, geleceğin aynasıdır.”  Veciz bir anlatımla çok manalar içermektedir bu tanımlama. Be bir tanımlama doğrultusunda kültürel mirasımıza tarihsel geçmiş gözü ile bakmanın tutarsızlığı açıkça görülmektedir. O halde bize düşen, onur kaynağımız olan geçmişimizden bazı sentezler çıkarıp geleceğe yönelik tasarılarımızı bu çizgide projelendirmek olacaktır. Bu düşünceden hareketle Bitlis’in tarihsel geçmişine kısaca bir göz atmanın yaralı olacağı muhakkaktır.
            Bitlis, Asya ile Batı Anadolu arasında doğal bir geçit yerinde bulunmaktadır. Önemli bir geçit yerinde kurulu bulunması tarihin her döneminde önemini korumasına neden olmuştur. Stratejik açıdan pek çok kavim için ele geçirilmesi gerekli görülen yerler arasında olmuştur daima. Bu bakımdan pek çok mücadeleye sahne olmak durumunda kalmıştır.
            Bitlis Çayı’nın derin vadisinde kurulu bulunan Bitlis Kentindeki bütün yapılaşma yamaçlarda şekillenmiştir. Dar bir alan içinde kurulu bulunan Bitlis’te çetin doğa koşulları hüküm sürmektedir.
            1071 tarihinden itibaren Türklerin Anadolu’yu yurt edinmeleriyle birlikte, Bitlis Selçuklulara bağlı olan Mervanilerin yönetimine geçmiştir. 1084 tarihinde Dilmaçoğlu Mehmet Bey tarafından kurulan Atabeyleri Hanedanlığı, 1192 Yılına kadar Bitlis’te yönetime hakim olmuştur. 1192 Yılında  Ahlat Atabeyleri “Erman-Şahlar” yönetimine girmiştir.
            Osmanlı döneminde merkezi hükümetin otoritesi burada yerleşmiş, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında önemini korumuş, II.Abdülhamit döneminde dana da önem kazanmış olan Bitlis, 1916 Yılındaki Rus işgali sırasında ağır tahrip ve  zarara hedef olmaktan kendini koruyamamıştır. Bu yıkım ve tahribata karşın günümüze kalan kültürel mirasımızın zenginliği Bitlis’in önemini yeni kuşaklara aktarmak için en değerli belgeler olarak dikkati çekmektedir.
Bitlis Eren Üniversitesi Rektörlük Binası
            Bitlis’teki kültürel mirasımızın, cami, medrese, imaret, tekke, zaviye, türbe, kümbet, han, hamam ve kervansaray olarak yoğunlaştığı dikkati çekmektedir.  Sekiz civarında medresenin Bitlis’te bulunması, burada bilime, eğitime, uygarlığa verilen önemin bir göstergesidir. 15’ten fazla cami ve mescidin bulunması, dine ve sanata verilen önemi belirtmekle birlikte  engebeli arazisinin buna neden olduğu anlaşılmaktadır. 15’ten fazla türbe ise, burada yaşayan önemli şahsiyetlerin çokluğunu göstermektedir.  Hanlar, hamamlar ve kervansaraylar ise Bitlis’in ne denli önemli bir ticaret merkezi olduğunun kanıtıdır.
            Böylesine engin bir kültürel geçmişe sahip olan Bitlis’in, üzerinde  durulmaya değer zenginliğinin ne kadar yoğun olduğu görülmektedir. Bu nedenle Bitlis’in bilim ve uygarlık açısından öneminin tartışılmayacak kadar açık olduğuna inandığımız medreseler konusu üzerinde durmadan geçemeyiz. Ortaçağ İslam döneminden Tanzimat devrine kadar Bitlis’te egitim, bilim ve kültür hizmetlerini yürüten günümüz üniversite kuruluşlarının karşıtı olan medreseler şunlardır.
Bitlis Eren Üniversitesi
            1.Gök Medrese (İhlasiye Medresesi)
            2.Şerefiye Medresesi
            3.Gazi Bey Medresesi
            4.Yusufiye Medresesi
            5.İdrisiye Medresesi
            6.Hacı Beyleh Medresesi 
            7.Sükriye Medresesi
            8.Hatibiye Medresesi
            Şimdi yeniden tarihçilerin tanımlamasına dönelim. Ne demişlerdi tarih için, geçmişin tarağı, geleceğin aynası. İşte geçmiş bu, nüfusa oranla çok yoğun bir eğitim ve öğretim kuruluşları ile bunların zengin kadroları.
Bu bakış açısı içinde, önce günümüze sonra da geleceğe bakmanın doğru olacağı açıktır. Günümüzde geçmişin bu görkemli potansiyelinden izler taşıdığımızı söylemek sağlıklı bir yaklaşım olmayacaktır. İşte bu nedenledir ki  yeni arayışlar içine girilmesi gerekmektedir.