HASAN CELAL GÜZEL-IV
|
Hasan Celal Güzel ile Bir Sergi Açılışında |
Hasan Celal Güzel, bir gün
beni o dönemin Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Yardımcısı Ekrem
Pakdemirli’ye gönderdi. Telefonda da her zaman olduğu gibi “Daire Başkanımı gönderiyorum.”
demişti. Pakdemirli beni kapıda
karşıladı, inanılmaz bir sıcaklık ve nezaket gösteriyordu. Görüşmemiz gereken
konudan çok benim Daire Başkanlığımla ilgilenmişti. Sorular soruyor, aldığı
yanıtlardan sonra bana övgüler düzüyordu.
Bu genç yaşta, Başbakanlık
gibi bir kuruluşta Daire Başkanı olabilmemin ne denli bir başarı olduğunu
anlatıyordu. Görüşmeyi tamamlayıp Başbakanlığa döndüm, Özel Kalem’e geldim,
Semra Hanım yerinde yoktu, biraz bekledim, ortalarda soracağım kimsecikler de
yoktu. Üstlendiğim görevi en iyi bir biçimde tamamlamak için Müsteşarlık
Makamının kapısını tıklatıp içeriye girdim. Hasan Bey, koltuğunda oturuyor,
hemen yanı başında Semra Hanım, biraz yakınca kahkahalar içinde birbirleriyle
konuşuyorlar. Birden soğuk bir rüzgar esti, Hasan Bey’in al yanakları
kıpkırmızıya döndü, Semra Hanım ise pişkinliğe vurdu. İşimi bitirip hemen
çıktım. Çıkmasına çıktım da baltayı taşa
vurduğumu anlamıştım. Yanılmamışım bu benim dönüm noktam oldu.
Hasan Celal Güzel, o sıralar
medyaya yansıyan bir de Hande Mumcu
meselesi ile uğraşıyordu. Bu da canını fena halde sıkmış olmalıydı. Artık o
eski Hasan Celal Güzel değildi. Gözlerindeki ışıltı yok olmuştu, boş bakıyordu.
İş gereği yapılan görüşmeleri kısa tutuyor, meşhur esprilerini artık
yapmıyordu. Benim popülerliğim de yerini terk edilmişliğe bırakıyordu.
Artık odamdan çıkmıyor, gelen
işleri bir çırpıda yapıyor, zamanımın çoğunu kara kara düşünerek geçiriyordum.
Bu düşünceler ve bu sıkıntılı ortam masamdaki kağıtların üzerine küçük küçük
çizgilerle bir şeyler karalamaya itti. Bir süre sonra baktım ki karaladığım
şeylerden bazı anlamlar çıkıyor. Artık daha anlamlı şeyler çizerek boş
zamanlarımı böylece değerlendirmeye başladım.
Bir gün kendimi iyice
kaptırmış, bir grafik tasarım üzerinde yoğunlaşmıştım, tam o sırada telefon
çaldı, Semra Hanım “Müsteşar sizi
çağırıyor”dedi. Heyecandan çizdiğim şeyi masaya bırakmadan elimde
götürmüşüm. İçeri girdiğimde bana
görevle ilgili herhangi bir şey söylemeden “elindeki
nedir?” diye sordu. Masasının üzerine bıraktım, aldı baktı, “Bunu sen mi yaptın?” dedi, evet yanıtını alınca şaşkınlığını gizlemedi, “böyle bir yeteneğin mi varmış, başka
yaptıkların da var mı?” evet deyince, görmek istediğini belirtti, ben
çıktım. Bana görev vermemişti, ne için çağırdığını da anlamam mümkün olmadı.
Bu tarz çalışmalarım iyice
yoğunlaşmıştı, yaptığım eserlerin sayısı 30’u geçmişti. Artık bir sergi açma
düşüncesi içerisindeydim. Vakıfbank
Çankaya’da yeni bin şube açmıştı. Bu şubenin diğerlerinden farkı bir sanat
galerisinin de olmasıydı. Üstelik
evimize çok yakındı, yeni açıldığı için henüz sergi açılmamıştı. Bu hem
benim ilk kişisel sergim hem de bu
Şubenin ilk sergisi olacaktı.
Durumu Hasan Celal Bey’e
anlatınca çok ilgilendi, açılışı artık siz yaparsınız dedim, memnun olacağını
belirtti. Hazırlıklar tamamlandı, açılış günü geldi çattı. Açılış saati
18.00’di. Banka, Çankaya’da, Hoşdere Caddesinin en sonundaydı, Atakule’nin
hemen karşısında. Trafik yönünden oldukça kalabalık bir yerdi. Üstelik trafiğin
en yoğun olduğu bir saatte açılış yapılacaktı.
Başta, Başbakanlık Müsteşarı
Hasan Celal Güzel olmak üzere, Devlet Bakanları Kazım Oskay, Abdullah Tenekeci, Sudi Türel, Milli Eğitim Bakanı Vehbi
Dinçerler, Adnan Kahveci, Emniyet Genel Müdürü Saffet Arıkan Bedük, Sayıştay
Başkanı, Vakıfbank Genel Müdürü ve birçok üst düzey bürokrat bir anda serginin
açılışına gelince, trafik arap saçına döndü, cadde kilitlendi, Trafik Polisleri
kan ter içinde yolu açmaya çalıştılar. Bu izdiham ve sergiye katılım öylesine
görkemli oldu ki ertesi gün ulusal basının tüm yayın organlarının birinci
sayfada yer aldı.
Hasan Celal Güzel Bey, açılış
konuşmasını yaptı, çok hareketli bir kokteyl verildi. O dönem yasaklı olan
Süleyman Demirel’den çok görkemli ve anlamlı büyük bir çelenk geldi. Bu çelenk
salonun en görünen yerine yerleştirildi, meraklı izleyiciler etrafını sardı.
Hasan Bey, bana “Beni kayınpederin ile tanıştırsana, çok
merak ediyorum.” dedi, memnuniyetle diyerek kayınpederim Cesim Küfrevi’nin
yanına yaklaşıp tanışma seramonisini gerçekleştirdikten sonra, kulağıma
eğilerek, “Sakallı, sarıklı biri sanıyordum,
yanılmışım.” dedi. Modern ve şık giyimli kayınpederimin yanından
ayrıldıktan sonra, dilim döndüğünce Küfrevi Ailesi’nin Osmanlı Döneminden beri
her daim Devletimizin yanında yer aldıklarını, büyük Devlet Adamı
Cumhuriyetimizin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ile özel bir ilişkilerinin
olduğunu, bu ailenin hem Osmanlı Döneminde hem de Cumhuriyet Döneminde Devlete
olan yararlılıklarından dolayı ödüllendirildiğini anlattım.
Bu sergi benim sanat
kariyerimin ilk basamağını oluşturuyordu, çeşitli gazetelerdin röportaj
önerileri geliyor, aynı sergiyi başka kentlerde ve galerilerde tekrar sergileme
önerileri alıyordum. Kültür Bakanlığı, bu sergiden iki eserimi satın alarak
özel koleksiyonuna koymuştu. Daha sonraları yurtdışında Almanya-Berlin,
İran-Tebriz, Bulgaristan-Varna sergileri ile yurtiçinde pek çok yerde sergiler
açabilme fırsatının kapılarını aralamıştım.
1987 Yılının ilk aylarında
Milletvekili seçimleri yapılacaktı, aday olacak bürokratların müracaat
süresinin son günüydü, saat 17.00’de süre doluyordu. Saat 14.00 sularında Adnan
Kahveci beni çağırdı, odasına gittim çok heyecanlıydı, bana “Turgut Bey milletvekilliği adaylığı için müracaat etmeni istiyor, geç
kalma hemen müracaatını yap.” dedi. Şoktaydım, odamda ne yapacağımı
düşünürken Semra Hanım telefon etti, “Müsteşar seni istiyor.” dedi, koşarak
gittim. Ayakta beni bekliyordu; “Turgut
Bey aday olmanı istiyor, vakit daraldı koş müracaatını yap, gel sonra
konuşuruz.” dedi. Her olasılığa karşı önceden hazırladığım belgeleri elime
alarak Necatibey Caddesi’ndeki başvuru adresine gidip işlemleri tamamladıktan
sonra Başbakanlığa döndüm. Benim gibi başkaları da vardı, Hasan Bey’in odası
ana baba günüydü, kimilerine “Başbakan
uygun görmedi”, kimilerine; “Seninle
ilgili Başbakan bir şey söylemedi.”, kimilerine; “Seninle ilgili olarak bir şey soramadım.” şeklinde yanıt
veriyordu. Biraz bekledim baktım bana sıra gelmeyecek oradan ayrıldım.
Haber anında duyuldu, ertesi
gün tebrik etmek için gelenler mi, ekonomik
destekte bulunmak isteyenler mi, yanımda yer almak isteyenler mi, gelip
de beni bulamayıp saygı dolu ifadelerle not bırakanlar mı, şaşılacak bir
yoğunluk başladı. Bununla beraber, kıskananlar mı, çekemeyenler mi negatif ve
pozitif yaklaşımlar mı, hepsi gırla gidiyordu.
Kesinleşmiş listelerin
açıklanacağı günün akşamı saat 23.00 sularında Başbakanlık Konutu’na gittim,
ana baba günüydü. Başbakanla görüşmek mümkün değildi. Özel Kalem Müdürü Hüseyin
Aksoy ile görüştüm, her şey normal görünüyordu. Bitlis Milletvekilleri aday
listesinin başında Kamran İnan, ikinci
sırada Faik Tarımcıoğlu, üçüncü sırada ise benim adım vardı. Sabahleyin
listeler açıklanınca üçüncü sıraya benim yerime Muhyettin Mutlu’nun adı
yazılmıştı. Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum.
Kamu görevlerinden ayrılıp da
listelere giremeyenler teker teker görevlerine dönmeye başlamışlardı. Ben ise
listeye giremediğim halde görevime dönemiyordum. Hatta kimileri
yatırdıkları güvence paralarını bile
alıyorlardı. Hasan Celal Güzel’e
yakın olmamdan en çok rahatsız olanlardan biri Müsteşar Yardımcısı İsmail
Akınaltuğ idi. İsmail Akınaltuğ, sadece kendisine ait olan bir yorumla seçimler
sona ermeden beni görevime döndürmüyordu. İşik kötü tarafı, Anayasa Mahkemesi
seçimleri üç geriye öteledi mi, böyle olunca benim göreve dönmem üç geriye
atıldı.
Bu üç ay benim için oldukça
zor geçti, psikolojim bozuldu, ekonomik durumum sarsıldı, itibarım ayaklar
altına serildi.
Depresyona girmiştim,
listeler açıklanmadan etrafımda dönenlerden kimsecikler kalmamıştı, itilmiş bir
kenara atılmıştım. Hasan Celal Güzel’e yakınken bana diş bileyenler ellerine
geçen bu fırsattan azami ölçüde yararlanıyorlardı.
Seçimlerin ardından Hasan
Celal Güzel Milli Eğitim Bakanı olmuştu. Doğal olarak tebrik etmek için
gitmiştim. Neşesi yerindeydi, etrafa gülücükler dağıtıyordu, Daire Başkanım
diye etrafa gönderdiği kişinin ortalarda kaldığı umurunda bile değildi. Çok
iddialı gelmişti, kafasında birçok yenilikler yapma projeleri vardı.
Aradan epeyi bir zaman
geçtikten sonra, nereden estiyse bir gün beni çağırdı, durumumu sordu, kötümser
bir tablo ile karşılaşınca bana:
-İstersen Milli Eğitim
Bakanlığına gel. dedi.
-Ne olarak geleceğim? dedim.
-Bakanlık Müşaviri. dedi.
-Benim şu anda bulunduğum
kadro “Bakanlık Müşaviri”
kadrosundan daha güvenli. Yarın siz buradan ayrılınca bu kadroyu da elimden
alabilirler. O zaman Başbakanlıktaki kadromdan da olurum. Benim gelebilmem için
en az bir Genel Müdürlük kadrosu vermeniz lazım. dedim.
Böyle bir olasılığın
gerçekleşmeyeceğini ben de biliyordum. Hiç değilse ne istediğimi dile getirme
fırsatını bulmuştum. Böylece ona olan güvenimi de yitirmiştim. Aramızdaki
bağlar tümden kopmuştu.
Aradan çok zaman geçmişti. Bir
seferinde çok geniş katılımlı bir toplantıda karşılaşmıştık, Tesadüf bu ya, çok
kalabalık olan toplantı salonunda
sandalyelerimiz sırt sırta gelecek şekilde oturuyorduk. İkimizde arkamıza dönüp bir
merhaba verme gereksinimi duymamıştık. Toplantı bitince birbirimizi görmezden
gelerek salondan çıkmıştık. devam edecek...