VEYİS BABACAN
60 ‘lı
yılların başında Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde eğitimime devam etmek için
|
Ayaktakiler Soldan Sağa
Orhan SEVİMLİ, Nahit KÖSE, Maksut ALÇİÇEK,
Mustafa SAYIN, İlhami NALBANTOĞLU, Veyis BABACAN,
Nebi ERTEKİN, Selami SANCAR
Oturanlar Soldan Sağa
Necmi KOCA, Necati AKBAŞ, Özer YILDIRIM,
Yaşar KÖSE, Nevzat BİLGİÇ
|
Diyarbakır’a geldiğimde, burada okuyan Ahlatlı gençlerin sayısı iki elin
parmak sayısını geçmiyordu. Yaş sırasına göre sıralayacak olursak, Azmi Ergezen,
Tuncer Aydoğan, Feyzullah Tekin, Ziya Gökalp Lisesi’nde, Mehmet Aksoy ile Veyis
Babacan Öğretmen Okulu’nda, isimlerini hatırlayamadığım biri Kırklarlı, diğeri
Sorlu iki ağabey de Tekniker Okulu’nda okuyorlardı. Bunların dışında Ercişli olduğu halde biz
Ahlatlılarla çok sıkı fıkı olan Basri Kürüm’de Diyarbakır Koleji’nde okuyordu.
Veyis Babacan’ı o dönemde tanımıştım.
Öğretmen Okulu’nun basket sahası olmadığı için Ziya Gökalp Lisesi’nin basket
sahasına antrenman yapmak için gelirdi. Ben basketten hiç anlamazdım, bana
ısrarla ona eşlik etmemi isterdi, benim alanım barfiks olduğu için hiç
yaklaşmazdım. Ama büyük bir zevkle onun tek başına basket antrenmanını sonuna
kadar zevkle izlerdim.
Geç yaşta baskete başlamış olmasına
karşın bu spora karşı büyük bir sevgisi ve bedensel bir uyumu olduğunu o
yaşlarda ben bile anlayabiliyordum. Basket sporuna çok yatkındı hareketlerinde
bir incelik, bir zarafet ve bir naiflik olduğunu görüyordum. Onun ileride iyi
bir sporcu olabileceğini düşünüyordum. Ne var ki koşulların buna izin
vermediğine tanık oldum. Tatil için Ahlat’a gittiğimizde de zaman zaman onun
Ahlat Ortaokulu’nun basket sahasında tek başına antrenman yaptığına tanık
oluyordum.
Sömestri tatili yaklaşıyordu, Ahlat’a
gidecektik, o sıralarda minibüsünü tamir için Diyarbakır’a gelen İrfan Akın,
birkaç gün bizi bekledi, tatil başlayınca hep birlikte minibüsle Diyarbakır’dan
yola çıktık. Basri Kürüm ve Adana Ziraat Meslek Okulu’nda okuyan Zeki Çınar da
bize katılmışlardı.
Tadına doyulmayacak eğlenceli bir
yolculukla Ahlata doğru yol alıyorduk. Tatvan’a geldiğimizde yollar tipiden
kapanmıştı. Bizim minibüsümüz de dahil olmak üzere tüm araçlar oldukları yere
sabitlenmişti. Akşam karanlığı basmıştı, gece araçta kalmamız mümkün değildi.
Başta minibüsçü İrfan Akın olmak üzere büyüklerimiz bir çıkar yol bulabilmek
için çırpınıyorlardı.
Tatvan’ın girişindeki benzincinin önünde
mahsur kalan minibüsten inerek, yaklaşık bir kilometre mesafede bulunan Osman
Ayber’in sahibi olduğu “Ayber Palas” oteline gitmek üzere
çantalarımızı da alarak boyumuzu aşan karların içinde düşe kalka yola koyulduk.
Otele geldiğimizde beklemediğimiz bir kalabalıkla karşılaştık, çeşitli yerlerde
mahsur kalan insanlar da bizim gibi oraya sığınmışlardı. Her yer tıklım tıklımdı,
adım atacak bir karışlık bile yer yoktu. Ortada kalmıştık, uykusuz, yorgun, bitkin ve açtık.
Tatvan’da yaşayan Ahlatlı hemşehrilerimiz
bu zor durumun farkındaydılar, Ayber Palas Oteli’ne gelmiş, burada mahsur kalan
insanları evlerine konuk etmek için bekliyorlardı. Bizim sayımız fazla olduğu
için tek bir yere gitmemiz uygun değildi. Bu sırada Veyis Babacan, yakın bir akrabasının evinin burada olduğunu,
kendisi ile birlikte üç kişiyi buraya götürebileceğini söyledi ve seçimi kendisi yaptı.
Ben, Zeki Çınar, Basri Kürüm ve Veyis
Babacan çantalarımızı yüklenip Ayber Palas’tan çıkarak karlara düşe kalka
İskele Mahallesi’ne doğru yola çıktık. Veyis Babacan’ın akrabası olan bir eve
gelmiştik. İçeriye girdiğimizde, bizi
sobası gürül gürül yanan bir odaya aldılar. bizim için hayal bile
edemeyeceğimiz bir ortamdaydık. Her birimiz kendimizi bir köşeye atmıştık,
gerisini hatırlamıyorum. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, yaşlıca bir
teyze beni uyandırıyordu. Gözlerimi açtığımda, arkadaşlarımda gözlerini
ovuşturuyorlardı, teyze onları da uyandırmıştı. Teyzenin ifadesine göre,
dördümüz birden sayıklıyormuşuz, ama en çok benim sesim çıkıyormuş ve ne
dediğim anlaşılamıyormuş.
Aç susuz yattığımız için gönülleri razı
olmamış, teyzenin yaptığı sıcak çorbayı içmek için bizi uyandırdıklarını
söylediler. Uyandığımızda dışarısı kapkaranlıktı, saatin kaç olduğunu sormak
aklımın ucundan dahi geçmiyordu, içtiğimiz sıcak çorba uyku ilacı etkisi
yaratmıştı ve yeniden derin bir uykuya dalmıştık.
Sabah uyandığımızda güzel bir kahvaltı
sofrası bizi bekliyordu, otlu peynir ve sıcak çay, yumuşak pideyle dünyanın en
lezzetli yiyeceğiymiş gibi geliyordu bize. İsimlerini dahi bilmediğim bu
insanların bu davranışları karşısında bir teşekkürden başka bir şey gelmiyordu
elimizden. Bu borcu buradan bir kez daha
teşekkür ederek belki
ödeyebiliriz diye düşünüyorum.
Öğlene doğru haber geldi, yol açılmış,
İrfan Akın bizi bekliyormuş, yeniden çantalarımızı yüklenip yola koyulduk.
Başka evlerde konaklayan diğer arkadaşlarımızda gelmişlerdi, hep birlikte
minibüse binerek Ahlat’a doğru yola koyulduk.
Ahlat’a doğru gelirken, Ahlat-Tatvan
yolunun farklı olduğunu görünce şoförümüz İrfan Akın yeni açılan yoldan bizi
götürdüğünü anlattı. İlk kez gördüğümüz için merakla izliyorduk. Van Gölü’nün
kıyısını takip ediyordu bu yeni yol. Bir koy’un önünden geçerken, bu muhteşem
doğa güzelliği karşısında düşüncelerimi belirtmiştim, Veyis Babacan’ın benim görüşümü onaylaması, bende estetik duyguların gelecek vaat
ettiğini belirtmesi bana iyi gelmişti.
Ahlat’a vardığımızda ailelerimiz bizleri
bekliyordu. Yaşamımızın ilk yıllarında böyle coşkuyla karşılanmak hoşumuza
gidiyordu. Bu karşılama benim karnemdeki 10 zayıfı babama izah edebilmem için de ortamı
yumuşatıyordu, bunun gündemde olması diğerinin önünü kısmen de olsa
kapatıyordu.
O yıllarda Ahlat’ta bir gelenek vardı,
üniversite öğrencileri her yıl bir müsamere verirlerdi. Bunun konusu genellikle
kahramanlık üzerine olurdu. Gerçi ben üniversite’de değildim ama, o yıllarda
Ahlat’ta lise olmaması ve benim de Ahlat
dışında eğitim görmem o kategoriye girmeme neden oluyordu.
Müsamerenin hangi tarihte, hangi saatte, nerede yapılacağı ve konusunun
ne olduğuna dair Feyzullah Tekin tarafından hazırlanan afişler Ahlat
Çarşısı’nın belirli yerlerine asılmıştı. Feyzullah Tekin’in usta ellerinden
çıkan bu seçkin afişler benim yazı sanatına olan ilgimi su yüzüne çıkarıyordu.
Bu afişlerden çok etkilenmiştim, adeta ruhumu okşamıştı. Açıkçası çok
etkilenmiş ve çok şey öğrenmiştim. Acaba ben de bir gün böyle şeyler yapabilir
miyim diye kafa yormuştum. Yıllar sonra Ahlat Kültür Haftası’nı
gerçekleştirirken çok daha iyilerini yaparak içimdeki uhdeyi gerçekleştirmenin
onurunu yaşamıştım.
Hazırlanan oyun Türk-Yunan savaşında
şanlı ordumuzun kahramanlıklarını anlatıyordu. Oyunun iki kahramanı vardı, Türk
ve Yunan kumandalarıydı bunlar. Türk Kumandan Tuncer Aydoğan, Yunan kumandan
Azmi Ergezen. Veyis Babacan Yunan askeri, ben ise Türk askeriydim. Azmi
Ergezen’in krepon kağıtlarından yaptığı üniforması ve bireysel performansı
tiyatral yeteneğini bir adım öne çıkarıyordu. Tuncer Aydoğan, ciddi ve vakur
bir Türk kumandanıydı.
Oyun gereği Yunan askerlerini esir
almıştık, ben ve diğer Türk askeri Hayati Yar, Yunan askeri rolündeki Veyis
Babacan’ı esir almış karakola götürürken hırpalıyorduk. Hayati Yar, oyunda
aksesuvar olarak kullandığımız mantar tabancasını Veyis Babacan’a sıkacağı
yerde benim gözümün tam ortasına sıkmıştı. Gözümden akan suları silmem rol
gereği mümkün değildi. Gözümün acısıyla esir aldığımız düşman askerinin karnına
can havliyle nasıl yumruklar vurduğumun farkında değildim.
Sahne bittikten, soyunma odasına
geldikten sonra, Veyis Babacan’ın acılar
içinde kıvrandığını gördüm, diğer
arkadaşlarda ona acısını dindirmek için yardımcı olmaya çalışıyorlardı, ne
olduğumu sorduğumda bana hiç kimse yanıt vermedi. Ben de gözümden akan yaştan dolayı fazla
üstelemedim. Sonradan öğrendim ki benim can havliyle Veyis Babacan’ın karnına rol yapmak yerine ciddi
olarak attığım yumruklardan dolayı fenalık geçiriyormuş.
Yaptığımdan çok utandım, esas bu
yumrukları yiyen, bu acıyı çeken ve beni üzmemek için tek bir kelime dahi
söylemeyen Veyis Babacan’ın gösterdiği
bu asil duruşundan utandım.
Program gereği, oyun arasındaki boşluğu
doldurmak için bir kahramanlık şiiri okuyacaktım. Sorumluluk gereği, gözümden
yaşlar akıyor diyerek bir mazeret uydurmadan, gözümden yaşlar akarken şiirimi
okuyup, soyunma odasına döndüm.
Okullar tatil olmuş, Ahlat’a dönmüştük,
benim Ziya Gökalp maceram hüsranla sonuçlanmıştı. Ne var ki okul dışı
yeteneklerim yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
Bir gün babamın dükkanının önünde morali
yerle bir olmuş bir vaziyette otururken Belediye hoperlöründen benim adım anons
edildi ve belediyeye gelmem istendi. O moral bozukluğu içinde, aranılan biri
olmam, hem de herkesin duyacağı bir biçimde aranmam moralimi düzeltmişti. Yerimden kalktım hemen yakındaki
belediye binasına gittim. Dönemin Belediye Başkanı Sıktı Sayın odasında beni
bekliyordu. “Ahlat Şenlikleri”
etkinliklerinin yapılacağını, bunun için bir ekip kurulacağını ve bu ekipte
benim de olmam gerektiğini söyledi. Ekipte kimlerin olduğunu sorduğumda, Selami Sancar, Coşkun Önder, Sebahattin Öktem
ve Veyis Babacan.
Böylece Veyis Babacan ile bir kez daha
yollarımız kesişiyordu. Yetenekli birisiydi, o dönemin öğretmen okulları
öğrencilerini yaşamın her türlü gereksinimine yetecek bir donanımla
yetiştiriyordu. Veyis Babacan’da iyi bir sporculuğunun yanında iyi bir
folklorcuydu, daha da ötesi yüreği insan sevgisiyle dolu zarif ve naif insani
özelliği ile dikkati çekiyordu.
Veyis Babacan ve ekip arkadaşlarımızla “Ahlat Şenlikleri”nin gerçekleşmesinde
önemli başarılara imza attık. “Ahlat
Şenlikleri” dönemin Kaymakamı Hüseyin Avni Uzun’un başlattığı bir kültürel
etkinlikti. Yapıldığı dönemde Ahlat’ın popüleritesine tavan yaptırmıştı.
Bölgede tek olan bu kültürel etkinlik
uzunca bir aradan sonra “Ahlat
Kültür Haftası” olarak yeniden
başlatıldı ve bilimsel etkinlikleriyle, yayımladığı kitaplar ile Ahlat’ın evrensel platformlarda ünlenmesine
katkı sağladı. Veyis Babacan, mesleğinde iyi
ve başarılı bir öğretmen olarak uzun yıllar eğitim ordumuzun hizmetinde
oldu. Pek çok başarılı öğrenci yetiştirdi.
Veyis Babacan, tüm bu başarılarının
arasına şiirle ilgilenmek gibi bir yeteneğini de ekledi. Yazdığı şiirleri zaman
zaman Ahlat Gazetesi’nde yayımlanmak üzere bana gönderdi.
Veyis Babacan’ı saygıyla anıyor, sağlıklı
bir yaşam ve mutlu bir ömür diliyoruz…