15 Eylül 2019 Pazar

İZMİR ERTERNASYONAL FUARI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


İZMİR ENTERNASYONAL FUARI
Ahlat’tan  başka bir yeri görmeden getirilip Diyarbakır gibi büyük bir kentin ortasına bırakılmam bir uyum sorunu yaşamama neden olmuştu. Diyarbakır’dan sonra Bitlis’te geçirdiğim günlerde ise büyük şehirde yaşamanın özlemi ile yanıp tutuşuyordum.
      60’lı yılların başıydı, bu özlem dayanılmaz bir hal alınca, Bitlis’ten kalkan bir otobüsle kendimi Diyarbakır’a attım. İlk işim tren istasyonuna gidip, ilk hareket edecek kara trenden bir Manisa bileti almak oldu.
      O dönemde, karayolu ulaşımı emekleme dönemini yaşıyordu, havayolu ise sadece ekonomik olanakları yüksek kesimlere hizmet veriyordu. Geniş kitlelerin ulaşım aracı  ise zorunlu olarak  kara trendi.
      Kara tren, Doğu’nun en ucundan kalkar, Batı’nın son noktasına yolcu ve yük taşırdı. Mesafeler uzun olunca süre de onunla paralel olarak uzar giderdi
     
Fuarın İlk Yılları
Kurtalan Ekspresi de bunlardan biriydi.  Aynı güzergahta bir posta treni, bir de yük ve nakliye treni vardı. Posta treni Ekspres trenin bir buçuk günde gittiği mesafeyi üç günde, yük treni ise bir haftada ancak giderdi.
      Ben ise ilk gidene bilet almıştım, bu da posta treniydi, her istasyonda durur,  posta alış verişini tamamlar öyle yoluna devam ederdi.
      Hareket saati gelmeden gidip kompartımanlardan birine oturup trenin kalkmasını bekledim. Kalkış saati yaklaşınca yavaş yavaş yolcular gelip, kendilerine uygun yerleri seçerek oturuyorlardı.
      Benim olduğum kompartımana birkaç asker gelip yerleştiler, hemen hemen aynı yaşlarda olduğumuz için kolay anlaşıyorduk, böylece neşeli bir yolculuk başlıyordu.
      Yol boyunca yeni yerler görüyor, muhteşem doğa manzaraları seyrediyorduk. Yolculuğun en heyecanlı yanı, trenin durduğu istasyonlardaki büfelerden yiyecek ve içecek alma telaşıydı.
      Kimi yerlerde, tren tam kalkmak üzereyken kendimizi zor atıyorduk içeri. Çünkü treni kaçırmak, oldukça meşakkatli işler açabilirdi başımıza. Bu riski göze alamadığımız için telaş ve panik içinde alış verip yapıp yerimize dönüyorduk.
      Bu hareketlilik aynı zamanda oturmaktan uyuşan ayaklarımıza da iyi geliyordu. Sıkıldığımızda koridora çıkıp, dışarıyı seyrediyorduk.
      Trenin tünele girdiği zamanlarda ortalığı kesif bir kömür kokusu ve duman kaplıyordu. Trenin aydınlatma lambalarını yakmak da kimsenin aklına gelmiyor olmalı ki, o anlarda zifiri karanlık bir ortam oluşuyordu.
      Sivas, Ankara, Eskişehir gibi büyük istasyonlarda uzun süreli duraklamalar oluyordu, o anlarda  trenden iniyor, çevreyi geziyor, trenin uzun uzun çaldığı düdük sesiyle yerimize dönüyorduk.
      O dönemde bu tren yolculuğu benim için büyük bir deneyim oluyordu, birçok yeni şey görüyor ve öğreniyordum.
      Yaklaşık olarak üç güne yakın bir süre sona ermiş, Manisa topraklarına girmiştik. Benim heyecanım ise dayanılmaz bir boyut kazanmıştı. Hiç bilmediğim bir yere gidiyor, hiç görmediğin bir akrabamı arıyordum. Elimde sadece eski bir adres vardı. Bu adresle aradığım yere ulaşmam oldukça zor görünüyordu. Nihayet Manisa tren istasyonunda yol arkadaşım askerlerle vedalaşıp elimi kolumu sallayarak trenden indim.
      Aaa..! O da ne? Yürüyemiyorum! Ben gidiyorum, yol da gidiyor!.. Başım dönüyor…
      Bir yere oturdum, beklemeye başladım, yolun gitmesi de durdu, başımın dönmesi de…
      Bu şekilde bir yere gidemeyeceğimi anlayınca, çevreye bir göz gezdirdim, yakınlarda bir otel yazısı gördüm. Duvarlara tutunarak otele kadar zar zor yürüdüm.
      Otel görevlisi halimi görünce, bir tuhaflık olduğunu anladı, ona kısa bir açıklama yaptıktan sonra, verdiği odaya girdim, aynaya baktım, bu ben değildim, gözlerime inanamadım.
      Evet ben değildim, benim zenci versiyonum olabilirdi. Orada anladım şu “Kara Tren” lafının nereden kaynaklandığını. Hani o içeriye dolan kömür kokusu ve duman var ya, işte o beni bu hale getirmiş.
      Mavi gömleğim de siyaha bürünmüş, bu gömlekle de dolaşılmaz ki, yıkasam mı acaba diye düşündüm, en azından siyahı giderdi.
      Zaten zor ayakta duruyorum, başladım lavaboda soğuk suyla gömleğimi yıkamaya. Kendimce iyi olduğunu sandığım gömleğimi, sıktım, bir sandalyenin üzerine güzelce astım ve kendimi yatağa attım. Gözlerimi açtığımda, ne kadar süredir uyuduğumu bilmiyordum, ama kendimi iyi hissettiğim belli oluyordu. Gömleğime şöyle bir göz attım, kurumuştu, ama  siyah desenli bir gömlek olmuştu.
      Yapılacak bir şey yoktu, üzerime giydim, yüzümü güzelce yıkadım, otel görevlisinin yanına gittim, borcumu öderken, görevli 24 saattir uyuduğumu söyleyince durumun vahametini anladım.
      Açlıktan adım atacak takatim kalmamıştı, yakınlarda bir şeyler atıştıracak bir yer bulup bu sorunu da çözdükten sonra, cebimdeki adresi çıkarıp, sora sora Bağdat bile bulunur misali yollara düştüm.
      Göktaşlı Mahallesi, Murat Caddesi’ndeki adreste bulamadım, buradan taşındığını söylediler, nereye taşındığını Allah’tan biliyorlardı, yeni adresi alıp yeniden yola koyuldum.
Son Yıllarda İzmir Enternasyonal Fuarı
      Bu adresi de bulmuştum, ancak aradığım kişi oradan da ayrılmış, Manisa şehirlerarası otobüs terminalinin karşısındaki yerde olduğunu söylediler. Bir süre aradıktan sonra cadde üzerinde bir apartmanın bodrum katında buldum.
      Caddeden beş altı basamakla alt kata iniliyordu, indim aşağıya,  orta yaşlarda birisi loş bir ortamda önünde masada bir şeyler yapıyordu.
      Ürkek ve çekingen tavırlarımı görünce o bana sordu, buyur evladım bir sıkıntın mı var?
      -Evet Hasan Çamak’ı arıyorum.
      -Beni niye arıyorsun, dişin mi ağrıyor?
      -Hayır ben Abdullah Nalbant’ın oğluyum, sizi ziyarete geldim. Gözlerine de duyduklarına da inanamıyordu. Bir yanlışlık mı var diye ısrarla sordu.
      -Sen Abdullah’ın oğlu musun, beni nerden buldun, babanla mı geldiniz, niye beni arıyorsunuz? Gibi anlamsız sorular soruyordu, şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak.
      -Hayır ben yalnız geldim sizi ziyarete. Üstüme başıma bakıyor, bir türlü ikna olmuyordu. Perişan halimden bir tuhaflığın olduğunu hissetmişti.
      -Peki babanın haberi var mı buraya geldiğinden diye sorunca, verdiğim “hayır” yanıtından durumu kavraması zor olmadı. Deneyimli ve bilge tavrıyla durumu kavramıştı. Artık inisiyatif onun kontrolüne geçiyordu. Ortada bir kriz vardı ve o krize el koymuştu.
      Ogün ailesi Manisa Meteoroloji Müdürü Kazım Bey’in Ailesini ziyarete gitmişler, beni de o perişan halimle alıp Kazım Bey’lere götürdü.
      Birkaç gün sonra izimi takip eden babam, önce Bursa’ya gitmiş, bulamayınca Manisa’ya gelerek beni bulmuştu. Gergin başlayan gün, babam ile Hasan Amcamın kapalı kapılar ardında yaptıkları uzun görüşmelerin ardından, karar açıklanmıştı.
      Birkaç gün Manisa’da kaldıktan sonra Ahlat’a dönülecekti. Bu birkaç günü iyi değerlendirebilmek için amcamın oğlu Süleyman ile beni İzmir Enternasyonal Fuarı’na gezmeye gönderdiler.
      60’lı yılların başında İzmir Enternasyonal Fuarı, Türkiye’nin dünyaya açılan ve tüm dünya ülkeleri tarafından ilgiyle izlenen en önemli vitriniydi.
      O yıllarda, böylesine muhteşem bir organizasyonunu görebilme şansına sahip olduğum için mutluyum. Ufkumun açılması, bilgi ve görgümün artırılması için ne denli yararlı bir ziyaret olduğunu belirtmeliyim.
      Bu fuarda, Amerika ile Rusya’nın o dönemde ne denli büyük bir rekabet içinde olduklarının somut örneklerini görebilme şansını yakalamıştım.
      Yıllar sonra, geçmiş günlerin bir değerlendirmesini yaparken, bu muhteşem projenin mimarının Mustafa Kemal Atatürk olduğu gerçeği ile karşılaştım. Bir kez daha O’na olan hayranlığımı iliklerimde hissettim.
      İzmir Enternasyonal Fuarı’nın, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün talimatıyla 1923 yılı başlarında  toplanan 'İzmir İktisat Kongresi' sırasında, yurt içinde üretilen malların sergilenmesi ve dış ülkelere satışının yapılabilmesini sağlamak için bir tanıtım organizasyonun gerçekleştirilmesi fikri ile ortaya çıktığını öğrendim.
      Bu fikir doğrultusunda,  Mustafa Kemal ATATÜRK öncelikli olarak İzmirli tüccarları kastederek şöyle diyordu: “Bu şehirde fuarlar kurun, sergiler açın” diyerek  bir yol haritası ortaya koyuyordu. Bunun üzerine  İzmirli tüccarlardan birinin binasında, imal edilen her şeyin teşhirinin yapılacağı 'Yerli Mallar Sergisi' açılması talimatını vermişti.  
      Böylece, yurdun her tarafından gelen ziraat, sanayi, tüccar ve esnaf gruplarının birbirlerini ve mallarını tanımalarının yolu açıldı. İzmir'in kurtuluş günü olan '9 Eylül' adını alan yerli malları sergilerinin ilki 1927 yılının Eylül ayında açıldı.
      Bu etkinliğe  çok sayıda resmi ve özel kuruluş yanında birçok yabancı firma da katılım sağlamış. Başarılı sonuçlar vermesi üzerine ertesi yıl daha büyük ve kapsamlı bir katılımla ikincisi gerçekleştirilmiş.  Büyük bir ilgi ile karşılaşılınca daha geniş bir alan edinme ihtiyacı ortaya çıkmış.
      Daha sonra,   1936  yılının ilk günü  Kültürpark adı verilerek büyük bir törenle açılmış,  1 Eylül 1936 günü ise   “Arsıulusal İzmir Fuarı” adıyla ileride  adı “İzmir Enternasyonal Fuarı” olacak olan Türkiye’nin en önemli dışa açılım projesi başlamış.
      Bu açılış törenine, Mısır, Yunanistan ve Sovyetler Birliği'nden 48 kuruluş katılmış. 32 vilayet pavyonunun bulunduğu açılışta, 45 yerli firma yer almış.
      İzmir Enternasyonal Fuarı, 2. Dünya Savaşı  nedeniyle  1942 yılında açılamamış, ancak halkın bu alandaki ihtiyacı düşünülerek, 'Kültürpark Eğlenceleri' adı altında organizasyon düzenlenmiş. Savaşın bütün hızıyla devam ettiği 1943 yılında kapılarını açan fuara, savaşta olan ülkeler bile katılmış..
      1960 ile 1970'li yıllarda İzmir Enternasyonal Fuarı'nda Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) uzay teknolojilerini sergiledi. Bu yıllarda, ulusal sanayi malları ve ürünleri uluslararası pazara gösterilirken, Almanya ve İngiltere ürettiği son model otomobilleri görücüye çıkarıyordu.
      Ben, 60’lı yılların başında tanık olduğum bu uygarlık seramonisinin neden bir süre sonra kesintiye uğratıldığını anlamakta zorlanıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ilaminal71@gmail.com