KÜFREVİ AİLESİ
Elli’li yılların ortalarında Ahlat
Kaymakamı Mazlum Yegül, Merkez Mahalle olan Erkizan Mahallesi’nin çehresini
değiştirecek, o günün koşullarına göre çok modern bir kent yapılanması
faaliyetlerine girişmişti. Yeni açılan caddenin iki yanına dükkanlar, ortalara
doğru bir kent meydanı ve Van Gölü’ne hakim bir tepede de Ahlat Parkı’nı
yaptırıyordu. Parkın ortasına “Van Gölü’ şeklinde bir havuz yapılmış
ortasına da bir fıskiye yerleştirilmişti. Bu yeni yapılanma Ahlat’ı çevre il ve
ilçelerden farklı kılıyordu.
Güzel bir sonbahar günüydü, öğlen
saatlerinde tavanı beyaz, yeşil renkli bir pikap, Abdullah Nalbant Usta’nın,
Mazlum Yegül Caddesi üzerindeki dükkanının önünde durdu. İnen yolcular,
kaldırımda bulunan küçük kendirle
örülmüş taburelere oturdular.
|
Cesim Küfrevi |
Çevredeki çocuklardan biri, dükkanın
hemen arkasındaki boşlukta nalbantlık yapan Abdullah Usta’ya “ Usta
misafirleriniz geldi” diye haber verdi.
Yere yatırdığı öküzün nallarını çaktıktan sonra ellerini yıkayan
Abdullah Nalbant Usta, misafirlerine hoş geldin demek için dükkanın önüne
geldi.
Taburelerde oturanlardan kendi yaşında
olan birine büyük bir saygı ile yaklaşıp
“Hoş geldin Kurban” diyerek elini
öptü, diğerleriyle de tokalaşıp, hoş geldiniz dedikten sonra, elini öptüğü
zatın hemen yanında, kendisi için
ayrılan tabureye oturdu.
Karşılıklı hal hatır sormalardan sonra,
Abdullah Nalbant Usta, dükkanın hemen karşısındaki dükkanda çaycılık yapan
Kahveci Osman’a yüksek sesle seslenerek misafirlere çay getirmesini söyledi.
Abdullah Nalbant Usta’nın misafirlerini gören
dükkan komşuları, Bakkal Salih Gogo,
bitişiğindeki Kasap Musa Dayı, onun bitişiğindeki Sebzeci Abbas, tam
karşı dükkandaki Bizim Berber İdris Bayındır, az ötedeki komşu Yunus’un Şevket
ve diğer komşular, teker teker gelip
aziz misafirin elini öpüp, kendi dükkanlarının önünden getirdikleri taburelere
oturarak sohbete katılıyorlardı.
Kahveci Osman, getirdiği çayları
konuklara dağıtıyor, yeni gelenleri gördükten sonra gidip onlara da çay
getiriyordu, o gelinceye kadar başka komşular gelip sohbete dahil oluyorlardı.
Her ne kadar sohbet desek de aslında
sohbetten çok farklı bir ortam vardı, ortadaki kişi konuşuyor, etraftakiler,
huşu içinde onu dinliyorlardı. Hiçbir kimseden çık dahi çıkmıyordu. Çok seyrek
de olsa arada çekinerek soru soranlar da yok değildi.
Konuşan kişi, dünyada ve Türkiye’de olan
bitenden, yeni gelişmelerden, insani değerlerden, iyilik yapmaktan, eğitimin
öneminden, çocukların okutulmasından, hastalıklardan, yeni çıkan ilaçlardan,
kendi seyahatlerinden, yolculuk sırasında karşılaştığı ilginç olaylardan söz
ediyordu.
Bir süre sonra konuklar kalktılar,
sırasıyla herkesle tokalaşıp, pikaba binmek üzereyken, konuk olan kişi birden bana doğru geldi,
cebinden bir şey çıkarıp bana uzattı. Çekinerek aldığım şey bir şekerdi,
utanarak elimde gizledim, konuklar pikapla uzaklaştıktan sonra ilk işim kağıdını açıp yemek oldu. İlk
kez yediğim bir şekerdi, çok hoşuma gitmiş, tadı damağımda kalmıştı.
Aradan 10-15 gün kadar geçmişti, çarşının
diğer ucundan babamın dükkanına doğru gelirken, dükkanın önünde yeşil pikabın
durduğunu gördüm. Aynı kişilerin geldiğini
ve bana gene şeker verebileceğini düşünerek koşar adımlarla dükkanın
önüne geldim. Ortada oturan, kısa boylu, güler yüzlü kişi aynıydı ama
yanındakiler farklı kişilerdi. Gene komşular toplanmış, gene çaylar
söylenmişti.
Aziz misafir gene konuşuyor etraftakiler
dinliyorlardı. Usulca yaklaştım, kenardan olup bitenleri seyrediyordum. Bir
süre sonra gene kalkıp etraftakilerle vedalaşıp pikaba bineceklerken gene bana
o sıcak elden bir şeker uzatılmıştı. Ve ben gene bu şekerden çok mutlu
olmuştum.
Bu kez belleğime kaydetmiştim, o güler
yüzlü, sevecen ve her seferinde bir şekerle minik kalbimde kendine bir yer
edinen kişiyi. Bu kez pikabının plakasını bile ezberlemiştim. 13 AC 65 plakalı yeşil pikap bir daha
ne zaman gelir diye yolunu gözler olmuştum.
Bir
ayda ya da iki ayda bir bu buluşma gerçekleşiyordu, her seferinde bir şeker
benim vazgeçilmezim olmuştu. Bu yüzden yaşım büyüdükçe ilgim de o derece artıyordu.
Hatta sorgulama aşamasına bile gelmiştim. Artık bazı şeyleri babama sorarak
öğrenme aşamasındaydım. Bu benim
gönlümü fetheden kişinin adının Cesim Küfrevi
olduğunu, Bitilis’te oturduğunu öğrenmiştim.
Cesim Küfrevi, Ailesi’nin en büyüğü olan
tarihe iz bırakan, bölgenin çok sevilen ve sayılan şahsiyetlerinden
Muhammed Küfrevi’nin 4. Kuşaktan
torunudur.
Cesim Küfrevi’nin Ahlat’tan her geçişinde
Abdullah Nalbant Usta’nın dükkanının önünde mola vermesi, Abdullah Nalbant
Ustaya verdiği değerin bir gösterisiydi. Kimi zamanlar da evde ağırlanırdı,
Cesim Küfrevi.
|
Tahsin Yaşar Öztürk ile |
Geleceği önceden haber alınınca, evde bir
telaştır başlardı. Annem, çeşitli yemekler hazırlar, bu yemekler arasında mutlaka “Kıymalı su böreği” yer alırdı. Aziz misafirimiz su böreğini çok
sevdiğini, annemin yaptığı böreğin başkalarından çok farklı olduğunu öve öve
bitiremezdi.
Biz çocuklar onun etrafında pervane olurduk, hepimizin
payına mutlaka bir hediye düşerdi.
Bu sıcak ilişki yıllar boyu sürdü, bu
arada ben Ahlat Orta Okulu’nu bitirmiştim, liseye devam edecektim, ancak
Ahlat’ta lise yoktu. Diyarbakır
Ziya
Gökalp Lisesi’nde eğitime başlamıştım.
İlk kez evden ayrıldığım için
Diyarbakır’daki günlerin sıkıntılı geçiyordu. Ahlat’tan sonra, o dönem “Şarkın Parisi” olarak tanımlanan kente
uyum sağlamakta zorlanıyordum.
Bir gün parasız pulsuz bir vaziyette
Diyarbakır sokaklarında amaçsız bir
biçimde dolaşırken Cesim Kürevi’nin yeşil pikabını İskender Paşa Camii’nin
önünde gördüm. Namaz kılıyor olabileceğini düşünerek beklemeye başladım. Birkaç
dakika sonra geldi, beni beklerken
görünce çok şaşırdı, durumu anlattım çok memnun oldu. Bir isteğimin olup
olmadığını sordu, teşekkür edip elini
öperken her zaman olduğu gibi ayrılırken gene cebime bir şey tıkıştırdı.
Utancımdan bir şey diyemeden ayrıldım, biraz
uzaklaştıktan sonra cebimi kontrol edince 15 lira olduğunu gördüm. 60’lı
yılların başında bu paranın bir öğrenci için ne kadar önemli olduğunu
parasızlık çekenler iyi bilirler.
Bir süre sonra liseye Bitlis’te devam
etmeye başlamıştım. Bitlis’e her gidişimde babam, Küfrevi Ailesi’ne verilmek
üzere mutlaka bir hediye elime tutuşturuyordu. Bu hediye, kimi zaman bahçemizde
yetişen bir sepet Ahlat’ın ünlü kayısısı veya kirazı, kimi zaman fındık, kimi zaman da babamın bahçemizdeki
güllerden yaptığı gül reçeli oluyordu.
Her yıl yeni mahsülden yapılan döğme ya da bulgurun Küfrevi
Ailesi’ne gönderilmesi de gelenek halini almıştı. Her hediye götürdüğümde
anneme verilmek üzere mutlaka bir karşılığı da oluyordu.
Bir gün Cesim Küfrevi ile Bitlis
Belediyesi önünde karşılaştık, halimi hatırımı sorduktan sonra nerede kaldığımı
sordu. Birkaç arkadaşla birlikte bir evde kaldığımı söyleyince, kalabalıkta
ders çalışamazsınız diye benim bir arkadaşımı da yanıma alarak evlerinin
bitişiğindeki boş eve taşınmamı istedi.
Çocukluk ve okul arkadaşım Tahsin Yaşar
Öztürk ile birlikte bekar evindeki eşyalarımızı toplayarak gösterilen boş eve
taşındık. Gerçekten de burada rahat etmiştik, arada bir hizmetçilerle gönderilen yemek ve yiyecekler bize ilaç gibi
geliyordu. Birkaç kez de iftar sofralarını bizimle paylaşmışlardı.
Küfrevi Ailesi, kış aylarını İstanbul’da
geçiriyordu, bu dönemlerde Bitlis’te ise metrelerce kar yağıyordu. Böyle olunca
boş evin de bazı yapılması zorunlu işleri oluyordu. Evde sürekli kalan hizmetli
Temir Efendi bu işlerin üstesinden gelmekte zorlanıyordu. Orada kaldığım süre
boyunca Temir Efendi’nin yapamayacağı resmi ya da bazı özel işlemleri yapmakta
ona yardımcı oluyor, yaklaşık 15-20 günde bir durumu yazdığım mektuplarla
İstanbul’a bildiriyordum.
|
Bitlis Lisesi'nde, Mensur Tunç, ben ve Tuna Öktem |
Lise bittikten sonra, Öğretmen Okulu fark
derslerini vermek için Erciş’e gitmiştim. Bir gün Cesim Küfrevi’nin yeşil
pikabını gördüm. Yanına gittiğimde, tıpkı Ahlat’ta olduğu gibi burada da
insanlar çevresini sarmış anlattıklarını dinliyorlardı. Beni görünce hemen
yanına çağırdı. Konuşmasını kesip hatırımı sordu, durumu anlattım hemen
çevresindeki insanlarla vedalaşarak ayrıldı.
Birlikte yeşil cipine bindik Öğretmen
Okulu’nun bulunduğu Ernis’e kadar gittik. Burada beni Okul Müdürü Vahit
Gazioğlu ile tanıştırdı ve bana yardımcı olmasını rica etti. Daha sonra
vedalaşarak ayrıldık, Muradiye’ye doğru devam ettiler, yanındaki yol
arkadaşlarıyla birlikte.
Bir süre sonra artık Ankara’ya gelmiştim,
her bayramda kendi yaptığım tebrik
kartları ile bayramlarını kutluyor, minnettarlığımı ve saygımı belirtiyordum.
Daha sonraları vatani görevimi yaparken tayinim Tekirdağ’ın Malkara İlçesine
çıkmıştı. Malkara’ya giderken İstanbul’daki evlerini ziyaret etmiş elini
öpmüştüm. Askerlik sonrası Ankara’ya dönmüş Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar
Genel Müdürlüğündeki görevime başlamıştım.
Bu kez ziyaret faslı Cesim Küfrevi Beye
geçmişti. Ankara’ya her yolu düştüğünde beni ziyarete geliyor, kıymetli
hediyeleriyle beni mahcup ediyordu. Başbakanlığa geldiği zamanlarda, tıpkı
yıllar evvel Ahlat’ta insanları başına topladığı gibi çalışma arkadaşlarımı
odaya topluyor, onlara kıymetli hediyeler sunarak beni onurlandırıyordu.
Bir
gün bir yakınımın vefatı nedeniyle taziye
ziyaretinde bulunmak için İstanbul’a gitmiştim, Cesim Küfrevi Bey’e telefon
ederek İstanbul’da olduğumu
bildirdiğimde beni Üsküdar’daki evlerine davet etti. İlk kez evlerini
görecektim, çok heyecanlıydım. Ailenin tüm bireyleri beni sıcak karşıladılar.
Ziyaret olağan süresini aşmaya başlamıştı. Sık sık izin istemeye yelteniyordum,
her seferinde daha erken diye geçiştiriliyordu. Sonra benim onlara yapıp
bayramlarda gönderdiğim tüm bayram kartlarını önüme serdiler. Bu kartları
atmayıp saklamaları beni çok şaşırtmış,
bir o kadar da mutlu etmişti.
Kaderin cilvesine bakınız ki, 5-6
yaşlarındayken Ahlat’ta başlayan ve zamanla büyüyüp gelişen bu sıcak ilişkinin
sonucunda, Cesim Küfrevi Bey’in vefatının ardından naaşının Bitlis’teki
Dedesinin yanına defni Kararnamesinin kaleme alınışını Allah bana lütfederek
onurlandırmıştı.