YUNAN CEPHESİ’NDE!..
Etimesgut Zırhlı Birlikler Yedek Subay Okulu, Tank
Taburunda görmüş olduğumuz altı ay
süreli askeri eğitimin son günleri oldukça
neşeli geçiyordu. Sıcak dostluklar kurmuş iyi arkadaşlar edinmiştik. Artık
kur’a çekecek, her birimiz memleketimizin çeşitli bölgelerine dağılıp vatanı
görevimizin geriye kalan 1,5 yılını tamamlayacaktık. Birbirlerimizin adreslerini alıyor, özel
yaşamımıza döndüğümüzde hiç olmazsa arada bir buluşmanın planlarını yapıyorduk.
Meriç Nehri, Bir Yanı Türkiye, Diğer Yanı Yunanistan |
Kur’a çekim günü gelmiş çatmıştı, büyükçe bir salonda
toplanmış, nereyi çekeceğimizin heyecanı ile yerimizde duramıyorduk. Önce özel
kur’alar çekildi, bazı arkadaşlarımız, özel torbadan çok özel yerleri çektiler.
Yaradan'a sığınıp, gözlerimi kapattım, elimi torbaya
uzattım, kalbim küt küt atıyordu, elime gelen kağıdı çıkarıp görevli subaya
uzattım, elimden alıp hızlıca açtı ve herkesin duyabileceği şekilde yüksek
sesle okudu: Tekirdağ-Malkara Tank
Taburu…
Vatanın her köşesi kutsaldır, kutsal görevimizi
yapabilmemiz için yer ve mekanın birbirinden farkı yoktur. Birkaç günlük izin
süresinden sonra Malkara’nın yolunu
tutuk, birliğimize teslim olup, Tank Taburu, 4. Bölük, Keşif Takım Komutanlığı
görevine atanmış olduğumuzu öğrendikten sonra Malkara Orduevi’ne yerleştik.
4. Bölük Komutanı Yüzbaşı Nurettin Noyan Trakyalı bir
subaydı, çok iyi bir insandı. Askerlik bitti, ilişkimiz bitmedi. Uzun yıllar
görüştük, Albay rütbesine geldikten sonra tayini Ankara’ya çıkmıştı, sık sık
görüşür askerlik anılarımızı tazelerdik.
Malkara, küçük ama şirin bir yerdi, Tabur ile Orduevi
arasındaki mesafe çok kısa idi. Akşamları görevden çıkıp Orduevi’ne geliyor,
eğitim elbiselerimizi çıkarıp, sivil kıyafetlerimizi giydikten sonra, kendimizi
Malkara’nın küçük çarşısına atıyorduk. Güzel pastaneleri vardı, güzel kızları
da…
Her şey tekdüze bir biçimde sürüp gidiyordu, rahat bir
askerlik yapıyor sayılırdık ta ki “20
Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı” başlamasına dek.
O gün, hareket başlamış, Türk Askeri, Kıbrıs’a
çıkmıştı. Yunanistan’ın bu çıkarmaya misilleme olarak deniz, hava ve kara sınırlarımızdan
bir saldırıya geçme olasılığı oldukça yüksekti. Hükümetimizin aldığı önlemler
gereği, Trakya’da bulunan tüm askeri birlikler sınırımıza konuşlandırılıyordu.
Bu önlemler kapsamında bir akşam üstü
Malkara’dan sınırlarımıza doğru hareket ettik. Birkaç saatlik bir sürenin sonunda “Yunan Savaş Uçakları”nın saldırısı
olacak diye alarm verildi. Saldırı sırasında alınacak en önemli önlem,
uçaksavarların namlularını havaya doğru çevirip tetikte olmak ve hedef
küçültmek için yere yatmak. Komutanlar olarak askere “yat” emri verilmesine karşın, askeri bir türlü yere
yatıramıyorduk. Herkes silahının namlusunu havaya doğru çevirip, canını vatanı
için seve seve vereceğini haykırırcasına “Gelsinler
de derslerini verelim” diyerek gözlerini dahi kırpmıyorlardı.
Tarihe kahramanlıkları ile geçmiş Türk Ulusu’nun bu
karakteristik özelliğine ilk kez tanık olmak
komutanların göğsünü kabartıyor, gözlerini yaşartıyordu. Yunan ordusu
böyle bir yanlışı yapamamış, hava saldırısında bulunma cesaretini
gösterememişti. Gece yarısına doğru, tüm birliklerimizle İpsala Sınır
Kapısı’nın hemen yanı başındaki bölgeye, Meriç Nehri’nin kıyısına sınır
boyunca, piyade, topçu ve tank birlikleri tüm silahlarımızın namlularını
Yunanistan’a doğru çevirerek yerleştik.
İlk işimiz
birliklerimizin karşı taraftan görünmemesi için kamuflaj faaliyetlerinde
bulunmak oldu, kısa sürede tüm birliklerimiz kazılan çukurların içine çekilerek
üzerleri arazinin rengine uygun bir biçimde ağaç dallarıyla kapatıldı.
Ferre Küpürü Yeşillikler İçinde Bir Doğa Parçası |
Günler geçiyordu, Kıbrıs’ta önemli başarılar elde
edilmiş, olay yavaş yavaş gerginliğini yitirmeye başlamıştı. Cephede
askerimizin moral motivasyonu ve heyecanını yitirmemesi için sürekli eğitimler
yapıyor, zaman zaman eğlenceler ve spor yarışmaları düzenliyorduk.
Bölge, İstanbul’da yerleşik II. Ordu’ya bağlı,
Tekirdağ’da konuşlanan 8. Tümen’in kontrolündeydi. Bir gün akşam saatlerinde
Tümen’den bir emir geldi; “Tank Taburu,
Keşif Takımı Nöbet Değişimi için Ferre Küpürü’ne gidecek.”
Akşam sularında hazırlıklar başladı, gece yarısına
doğru cephedeki mevzilerden çıkıp arkadaşlarımızla vedalaşarak yola çıktık.
Keşif Takımı, bir Asteğmen, iki Onbaşı, 28 Er’den
oluşuyordu. Araç olarak da bir Reo büyük kamyon, personel ve araç-gereç
taşıyıcısı, 4 adet de üstü açık jeep…
“Ferre
Küpürü” ne gidiyoruz, gitmesine de bu
“Ferre Küpürü” neresi?..
Büyük Kumandan Mustafa Kemal’in “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri” komutuyla Yunanlıların Ege’ye dökülmesinin ardından,
büyük Devlet Adamı Atatürk, Türk-Yunan devletleri arasında imzaladığı “Barış Anlaşması” sonrası, iki ülke arasındaki kara sınırı Meriç
Nehri’nin yatağı olarak
belirlenmiş. Meriç Nehri, azgın mı
azgın, taşmaya görsün, taştı mı, önünde ne var ne yok silip süpürüp Ege
Denizi’ne döküyor. Bölgede tarımla
uğraşan her iki toplumun halkını da büyük zarara sokuyor. Bu böyle olmaz,
Meriç’i dizginlemek gerek.
Türk ve Yunan Hükümetleri ortak bir karar alıp Meriç
Nehri’nin yatağını dümdüz hale getiriyorlar. Menderesler çizerek durgunken
nazlı nazlı akan Meriç, artık düz bir vaziyette akıyor. Her iki taraf da
Meriç’e paralel olarak bir set yapıyorlar, böylece Meriç taştığında setleri
aşamıyor ve tarım arazileri de sular seller altında kalmıyor.
Ne var ki, her şey bu kadarla bitmiyor, yeni bir
sorun ortaya çıkıyor. Türk-Yunan sınırı
fiili olarak değiştirilmiş olmasına karşın prösedür gereği tamamlanamamış.
Çünkü, sınır görüşmeleri devam ederken Türkiye’de 1960 İhtlali oluyor ve
görüşmeler kesiliyor.
Hal böyle olunca; fiili durumla resmi durum birbiriyle
örtüşmüyor Meriç’in öte yanında Türk Toprağı, Meriç’in Türk tarafında da Yunan
toprağı kalıyor. “Ferre Küpürü” işte
Meriç Nehri’nin ötesinde kalan Türk toprağı. Buraya Meriç Nehri üzerinden çelik
halata bağlı bir salla geçiliyor. Sal, geceleri güvenlik nedeniyle Türk
tarafında bağlı kalıyor, gündüzleri salla oraya geçen Türk köylüleri oradan
büyük miktarda ayçiçeği ve pirinç mahsulü alıyorlar…
Keşif Takımı olarak, Türkiye’nin, Yunanistan sınırları
içindeki toprağını Yunanistan’dan korumak için kutsal bir görevi yerine
getirmek üzere yola çıkıyoruz…
O gün ay’ın işi varmış, çıkamamıştı, zifiri bir
karanlık göğü kaplamıştı, kara bulutlar da düşmanın tarafında yer almıştı.
Savaş ortamı nedeniyle bölgede zaten karartma uygulanıyordu. Araçlarımızın
farlarını açamazdık, düşmana “buradayız”
demek anlamına gelirdi. Önümüzdeki “klavuz”
aracın “stop” lambalarını yakın
mesafeden takip ederek “kağnı”
arabası hızında düşman ülke sınırları
içindeki Türk toprağına sızmaya çalışıyorduk…
Çok geçmedi, kimden yana olduklarını kestiremediğimiz
kara bulutlar huzursuzlanmaya başlamışlardı. Huzursuzluk giderek artarak
sonunda bünyelerinde taşıdıkları ne kadar su varsa kazanla döker gibi üstümüze
bıraktılar. Üstü açık jeeplerin içinde, elbiseleri ile banyo küvetine girmiş
gibi olmuştuk. Kara bulutlar şimşekleri ile zifiri karanlığı yarıp ha bire
tehditlerini savuruyorlardı. Türk Askeri’nin kahramanlıklarını
bilmiyormuşçasına.
Bu kabus gün ışıkları ağarıncaya kadar devam etmişti,
etrafımızı görmeye başlayınca, konvoyumuzun da hızı artmıştı. Bir süre sonra
ilk durağımıza gelmiştik. Nerede olduğunu bilmediğimiz bir askeri binaya
alındık. Orada kocaman bir soba vardı. Sobanın çevresinde toplanıp ıslak
elbiselerimizi çamaşırlarımızı kuruttuktan sonra yeni görev yerimize doğru yola
koyulduk.
Konvoy, Meriç Nehri’nin kenarındaki bir boşlukta
durdu. Biraz soluklandıktan sonra nehrin üzerindeki salla karşıya geçip çevreyi
tanımaya çalıştık.
Artık “Ferre
Küpürü”ndeydik, Yunanistan ile aramızda Meriç Nehri’nin kurumuş eski
yatağı, Muhteşem Meriç |
İlk geceyi çok zor geçirdiğimiz için,
askerimiz uykusuzdu, bir an evvel uyumak
istiyorduk. Ne var ki, düşmanla aramızda bir sınırın olmayışı, heyecanın dozunu
yüksek tutuyordu. Buna bir de Meriç Nehri’ndeki sazanların sıçrayarak
çıkardıkları sesler, acaba düşman tankları mı geliyor, diye bir tedirginliğe
neden olunca, ikinci geceyi de zorunlu olarak uykusuz geçirdik.
İlk günlerin heyecanını atlattıktan sonra,
yakın çevreyi tanıdıkça “Ferre Küpürü”nü
sevmeye başlamıştık. Cennet’ten bir parçaydı sanki, yeşillikler içinde ve koca
bir nehrin kenarında… Bir kilometre kadar ileride “Ferre Köyü” vardı. Köyden tren geçiyordu, uzaktan görüyorduk.
Yunan köylüler gelip kendilerine ait
bostanları ve tarlaları ekip biçiyorlardı. Hasat mevsimi olduğu için
karpuzları, kavunları, araçlarına koyup götürüyorlardı.
Yunan askerleri arada bir akşamları gelip
bizim hemen yanı başımızdaki ağaçların altına oturarak çilingir sofralarını
kurup uzoları ile demleniyorlardı. Askerlerimize fazla yaklaşmamalarını
herhangi bir şey alıp vermemelerini tembihliyorduk. Buna rağmen bir gün
askerlerimizden birinin elinde bir Yunan sigarası paketi gördük,
soruşturduğumuzda zaman zaman Türk ve
Yunan askerleri arasında bir diyalogun olduğunu öğrendik. Bu diyalog bize
insanlığın düşmanlıktan daha önce geldiğini gösteren bir örnek oldu.
“Fere
Küpürü’nde bir süre daha
kaldık, bu süre savaşmak için değil, tatil yapmak için burada bulunduğumuz
izlenimi verdi. Süremiz dolunca, araç-gerecimizi toplayıp, yerimizi bizden
sonra nöbeti devralacak başka
Mehmetçiklere bıraktık.