23 Mart 2018 Cuma

YUNAN CEPHESİ'NDE, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

YUNAN CEPHESİ’NDE!..
Etimesgut Zırhlı Birlikler Yedek Subay Okulu, Tank Taburunda görmüş olduğumuz altı ay
Meriç Nehri, Bir Yanı Türkiye, Diğer Yanı Yunanistan
süreli askeri eğitimin son günleri oldukça neşeli geçiyordu. Sıcak dostluklar kurmuş iyi arkadaşlar edinmiştik. Artık kur’a çekecek, her birimiz memleketimizin çeşitli bölgelerine dağılıp vatanı görevimizin geriye kalan 1,5 yılını tamamlayacaktık.  Birbirlerimizin adreslerini alıyor, özel yaşamımıza döndüğümüzde hiç olmazsa arada bir buluşmanın  planlarını yapıyorduk. 
Kur’a çekim günü gelmiş çatmıştı, büyükçe bir salonda toplanmış, nereyi çekeceğimizin heyecanı ile yerimizde duramıyorduk. Önce özel kur’alar çekildi, bazı arkadaşlarımız, özel torbadan çok özel yerleri çektiler.
Yaradan'a sığınıp, gözlerimi kapattım, elimi torbaya uzattım, kalbim küt küt atıyordu, elime gelen kağıdı çıkarıp görevli subaya uzattım, elimden alıp hızlıca açtı ve herkesin duyabileceği şekilde yüksek sesle okudu: Tekirdağ-Malkara Tank Taburu…
Vatanın her köşesi kutsaldır, kutsal görevimizi yapabilmemiz için yer ve mekanın birbirinden farkı yoktur. Birkaç günlük izin süresinden  sonra Malkara’nın yolunu tutuk, birliğimize teslim olup, Tank Taburu, 4. Bölük, Keşif Takım Komutanlığı görevine atanmış olduğumuzu öğrendikten sonra Malkara Orduevi’ne yerleştik.
4. Bölük Komutanı Yüzbaşı Nurettin Noyan Trakyalı bir subaydı, çok iyi bir insandı. Askerlik bitti, ilişkimiz bitmedi. Uzun yıllar görüştük, Albay rütbesine geldikten sonra tayini Ankara’ya çıkmıştı, sık sık görüşür askerlik anılarımızı tazelerdik.
Malkara, küçük ama şirin bir yerdi, Tabur ile Orduevi arasındaki mesafe çok kısa idi. Akşamları görevden çıkıp Orduevi’ne geliyor, eğitim elbiselerimizi çıkarıp, sivil kıyafetlerimizi giydikten sonra, kendimizi Malkara’nın küçük çarşısına atıyorduk. Güzel pastaneleri vardı, güzel kızları da…
Her şey tekdüze bir biçimde sürüp gidiyordu, rahat bir askerlik yapıyor sayılırdık ta ki “20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı” başlamasına dek.
O gün, hareket başlamış, Türk Askeri, Kıbrıs’a çıkmıştı. Yunanistan’ın bu çıkarmaya misilleme olarak deniz, hava ve kara sınırlarımızdan bir saldırıya geçme olasılığı oldukça yüksekti. Hükümetimizin aldığı önlemler gereği, Trakya’da bulunan tüm askeri birlikler sınırımıza konuşlandırılıyordu. Bu önlemler kapsamında bir akşam üstü   Malkara’dan sınırlarımıza doğru hareket ettik.  Birkaç saatlik bir sürenin sonunda “Yunan Savaş Uçakları”nın saldırısı olacak diye alarm verildi. Saldırı sırasında alınacak en önemli önlem, uçaksavarların namlularını havaya doğru çevirip tetikte olmak ve hedef küçültmek için yere yatmak. Komutanlar olarak askere “yat” emri verilmesine karşın, askeri bir türlü yere yatıramıyorduk. Herkes silahının namlusunu havaya doğru çevirip, canını vatanı için seve seve vereceğini haykırırcasına “Gelsinler de derslerini verelim” diyerek gözlerini dahi kırpmıyorlardı.
Tarihe kahramanlıkları ile geçmiş Türk Ulusu’nun bu karakteristik özelliğine ilk kez tanık olmak  komutanların göğsünü kabartıyor, gözlerini yaşartıyordu. Yunan ordusu böyle bir yanlışı yapamamış, hava saldırısında bulunma cesaretini gösterememişti. Gece yarısına doğru, tüm birliklerimizle İpsala Sınır Kapısı’nın hemen yanı başındaki bölgeye, Meriç Nehri’nin kıyısına sınır boyunca, piyade, topçu ve tank birlikleri tüm silahlarımızın namlularını Yunanistan’a doğru çevirerek yerleştik.
İlk işimiz  birliklerimizin karşı taraftan görünmemesi için kamuflaj faaliyetlerinde bulunmak oldu, kısa sürede tüm birliklerimiz kazılan çukurların içine çekilerek üzerleri arazinin rengine uygun bir biçimde ağaç dallarıyla kapatıldı.
Ferre Küpürü Yeşillikler İçinde Bir Doğa Parçası
Günler geçiyordu, Kıbrıs’ta önemli başarılar elde edilmiş, olay yavaş yavaş gerginliğini yitirmeye başlamıştı. Cephede askerimizin moral motivasyonu ve heyecanını yitirmemesi için sürekli eğitimler yapıyor, zaman zaman eğlenceler ve spor yarışmaları düzenliyorduk.
Bölge, İstanbul’da yerleşik II. Ordu’ya bağlı, Tekirdağ’da konuşlanan 8. Tümen’in kontrolündeydi. Bir gün akşam saatlerinde Tümen’den bir emir geldi; “Tank Taburu, Keşif Takımı Nöbet Değişimi için Ferre Küpürü’ne gidecek.”
Akşam sularında hazırlıklar başladı, gece yarısına doğru cephedeki mevzilerden çıkıp arkadaşlarımızla vedalaşarak yola çıktık.
Keşif Takımı, bir Asteğmen, iki Onbaşı, 28 Er’den oluşuyordu. Araç olarak da bir Reo büyük kamyon, personel ve araç-gereç taşıyıcısı, 4 adet de  üstü açık jeep…
“Ferre Küpürü” ne gidiyoruz, gitmesine de bu “Ferre Küpürü” neresi?..
Büyük Kumandan Mustafa Kemal’in “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri” komutuyla  Yunanlıların Ege’ye dökülmesinin ardından, büyük Devlet Adamı Atatürk, Türk-Yunan devletleri arasında imzaladığı “Barış Anlaşması” sonrası,  iki ülke arasındaki kara sınırı Meriç Nehri’nin yatağı  olarak belirlenmiş.  Meriç Nehri, azgın mı azgın, taşmaya görsün, taştı mı, önünde ne var ne yok silip süpürüp Ege Denizi’ne döküyor. Bölgede  tarımla uğraşan her iki toplumun halkını da büyük zarara sokuyor. Bu böyle olmaz, Meriç’i dizginlemek gerek.
Türk ve Yunan Hükümetleri ortak bir karar alıp Meriç Nehri’nin yatağını dümdüz hale getiriyorlar. Menderesler çizerek durgunken nazlı nazlı akan Meriç, artık düz bir vaziyette akıyor. Her iki taraf da Meriç’e paralel olarak bir set yapıyorlar, böylece Meriç taştığında setleri aşamıyor ve tarım arazileri de sular seller altında kalmıyor.
            Ne var ki, her şey bu kadarla bitmiyor, yeni bir sorun ortaya çıkıyor.  Türk-Yunan sınırı fiili olarak değiştirilmiş olmasına karşın prösedür gereği tamamlanamamış. Çünkü, sınır görüşmeleri devam ederken Türkiye’de 1960 İhtlali oluyor ve görüşmeler kesiliyor.
Hal böyle olunca; fiili durumla resmi durum birbiriyle örtüşmüyor Meriç’in öte yanında Türk Toprağı, Meriç’in Türk tarafında da Yunan toprağı kalıyor. “Ferre Küpürü” işte Meriç Nehri’nin ötesinde kalan Türk toprağı. Buraya Meriç Nehri üzerinden çelik halata bağlı bir salla geçiliyor. Sal, geceleri güvenlik nedeniyle Türk tarafında bağlı kalıyor, gündüzleri salla oraya geçen Türk köylüleri oradan büyük miktarda ayçiçeği ve pirinç mahsulü alıyorlar…
Keşif Takımı olarak, Türkiye’nin, Yunanistan sınırları içindeki toprağını Yunanistan’dan korumak için kutsal bir görevi yerine getirmek üzere yola çıkıyoruz…
O gün ay’ın işi varmış, çıkamamıştı, zifiri bir karanlık göğü kaplamıştı, kara bulutlar da düşmanın tarafında yer almıştı. Savaş ortamı nedeniyle bölgede zaten karartma uygulanıyordu. Araçlarımızın farlarını açamazdık, düşmana “buradayız” demek anlamına gelirdi. Önümüzdeki “klavuz” aracın “stop” lambalarını yakın mesafeden takip ederek “kağnı” arabası hızında düşman  ülke sınırları içindeki Türk toprağına sızmaya çalışıyorduk…
Çok geçmedi, kimden yana olduklarını kestiremediğimiz kara bulutlar huzursuzlanmaya başlamışlardı. Huzursuzluk giderek artarak sonunda bünyelerinde taşıdıkları ne kadar su varsa kazanla döker gibi üstümüze bıraktılar. Üstü açık jeeplerin içinde, elbiseleri ile banyo küvetine girmiş gibi olmuştuk. Kara bulutlar şimşekleri ile zifiri karanlığı yarıp ha bire tehditlerini savuruyorlardı. Türk Askeri’nin kahramanlıklarını bilmiyormuşçasına.
Bu kabus gün ışıkları ağarıncaya kadar devam etmişti, etrafımızı görmeye başlayınca, konvoyumuzun da hızı artmıştı. Bir süre sonra ilk durağımıza gelmiştik. Nerede olduğunu bilmediğimiz bir askeri binaya alındık. Orada kocaman bir soba vardı. Sobanın çevresinde toplanıp ıslak elbiselerimizi çamaşırlarımızı kuruttuktan sonra yeni görev yerimize doğru yola koyulduk.
Konvoy, Meriç Nehri’nin kenarındaki bir boşlukta durdu. Biraz soluklandıktan sonra nehrin üzerindeki salla karşıya geçip çevreyi tanımaya çalıştık.
             Artık “Ferre Küpürü”ndeydik, Yunanistan ile aramızda Meriç Nehri’nin kurumuş eski yatağı,
Muhteşem Meriç
Türkiye ile aramızda ise gümbür gümbür akan koca Meriç Nehri vardı. Meriç Nehrini geçmek her babayiğidin harcı değildi, üzerindeki salla ancak geçilebiliyordu. Sal, geceleri güvenlik nedeniyle Türkiye tarafına kilitleniyordu. Yani biz “Keşif Takımı” olarak Yunanistan ile aramızda hiçbir engelin olmadığı bir toprak parçası üzerindeydik. Çevreyi inceledikten sonra, kendimize göre bir yerleşim planı yaptık. Çadırlarımızı kurup kamuflajlarını yaptık, nöbet yerlerini belirledik. Yemeklerimiz Tümen Karargahı’ndan geldiği için biraz zaman kaybı oluyordu, kendimizi ona da alıştırdık. Jeepleri salla geçirdik, ağaç dallarıyla gizledik, büyük aracımız sala sığmadığı için Türkiye tarafında kalmıştı. Van-Muradiyeli, yaşı bir hayli ilerlemiş, Onbaşı Mehmet Ali’de başında…
İlk geceyi çok zor geçirdiğimiz için, askerimiz  uykusuzdu, bir an evvel uyumak istiyorduk. Ne var ki, düşmanla aramızda bir sınırın olmayışı, heyecanın dozunu yüksek tutuyordu. Buna bir de Meriç Nehri’ndeki sazanların sıçrayarak çıkardıkları sesler, acaba düşman tankları mı geliyor, diye bir tedirginliğe neden olunca, ikinci geceyi de zorunlu olarak uykusuz geçirdik.
İlk günlerin heyecanını atlattıktan sonra, yakın çevreyi tanıdıkça “Ferre Küpürü”nü sevmeye başlamıştık. Cennet’ten bir parçaydı sanki, yeşillikler içinde ve koca bir nehrin kenarında… Bir kilometre kadar ileride “Ferre Köyü” vardı. Köyden tren geçiyordu, uzaktan görüyorduk. Yunan köylüler gelip kendilerine ait  bostanları ve tarlaları ekip biçiyorlardı. Hasat mevsimi olduğu için karpuzları, kavunları, araçlarına koyup götürüyorlardı.
Yunan askerleri arada bir akşamları gelip bizim hemen yanı başımızdaki ağaçların altına oturarak çilingir sofralarını kurup uzoları ile demleniyorlardı. Askerlerimize fazla yaklaşmamalarını herhangi bir şey alıp vermemelerini tembihliyorduk. Buna rağmen bir gün askerlerimizden birinin elinde bir Yunan sigarası paketi gördük, soruşturduğumuzda zaman zaman  Türk ve Yunan askerleri arasında bir diyalogun olduğunu öğrendik. Bu diyalog bize insanlığın düşmanlıktan daha önce geldiğini gösteren bir örnek oldu.
“Fere Küpürü’nde bir süre daha kaldık, bu süre savaşmak için değil, tatil yapmak için burada bulunduğumuz izlenimi verdi. Süremiz dolunca, araç-gerecimizi toplayıp, yerimizi bizden sonra nöbeti devralacak  başka Mehmetçiklere bıraktık.

7 Mart 2018 Çarşamba

BAŞBAKANLIK MEMURU!.. AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İLHAMİ NALBANTOĞLU

BAŞBAKANLIK MEMURU!..
Başbakanlıkta İlk Yıllarda
Ernis Öğretmen Okulu’nu bitirmiş, Bolu’nun Mengen İlçesi İlyaslar Köyü’ne öğretmen olarak atanmıştım.  Babam her ne kadar da olsa, tayinimi Ahlat’a çıkmasını istemiş olmasına karşın, adımın baş harfi olan ”İ” harfinden esinlenerek, aynı harfle başlayan üç ili istemiştim.  Tayinim Bolu İli Mengen İlçesi İlyaslar Köyü’ne çıkmıştı. Baş harfi tercihimi, il ve ilçe bazında olmasa da köy bazında  tutturabilmiştim. Sevinç ve heyecanla pılımı-pırtımı toplayarak zemheri bir kış gününde Tatvan’dan  İlyaslar Köyü’ne varmak için trenle yola koyulmuştum.
Sömestri tatili dönüşü olduğu için trende benden başka Ahlatlı üniversite öğrencileri ile birlikte neşeli bir yolculuk gerçekleştiriyorduk. Aynı kompartmanda bizlerden oldukça yaşlı bir bey daha vardı. Sürekli okuyordu, ancak iyi bir gözlemciydi, bize fark ettirmemeye çalışarak dikkatle bizi izliyordu. Yolculuğumuzun sonuna doğru bana birkaç soru sorarak, bazı bilgiler edindi. Sonunda asıl amacını açıkladı. Beni çok beğendiğini, boş zamanlarım olursa değerlendirip değerlendirmek isteyip istemediğimi sordu, amacıma uygun olduğunu düşünerek kabul ettim. Bana adresini verdi, trenden indikten sonra Bolu’ya gidebilmem için beni Ankara Rüzgarlı Sokak’taki otobüs terminaline götürüp Bolu otobüsüne binmeme yardımcı oldu.
Yol yordam bilmediğim için,  Mengen’e Ankara’dan gitmek varken, önce Bolu’ya gitmiş. Oradan Mengen’e gelebilmek için bin bir meşakkatle karşılaşmıştım. Oysa Ankara’dan Mengen’e gitmek çok daha kolaymış ki sonradan öğrendim.
Mengen’e geldikten sonra İlyaslar Köyü’nü araştırdım, gittikleri bir kahve olduğunu öğrendim, kahvedekilere İlyaslar Köyü’nü sorduğumda, benim yeni öğretmen olarak geldiğimi hemen anladılar.
Meğer, İlyaslarlılar okullarının öğretmensiz kalmasından oldukça rahatsızlarmış, Milli Eğitim Bakanlığına  bizzat giderek okullarına  ısrarla öğretmen istemişler ve  atamayı yaptırıp, adımı öğrenmiş öyle köylerine dönmüşler. Ben yeni öğretmenim diyince bana hemen adımı söylediklerinde şaşırıp kalmıştım.
İlyaslar halkı öğretmene çok önem verdiklerini her hallerinden belli ediyorlardı. Orada kaldığım birkaç aylık bir süre içinde inanılmaz bir ilgi gördüm. Bu ilgi ve dostluk yıllar boyunca daha da gelişerek devam etti. 
Kış ortasında başladığım İlyaslar İlkokulu öğretmenliği görevimden, okullar tatil olur olmaz, stajyerliğimi bile tamamlamadan istifa edip Ankara’ya dönmüştüm.
Memuriyet Yıllarında
Ankara’da Kızılay Ataç Sokak’taki Van Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Ankara’ya gelince ilk işim, Tatvan’dan bindiğim trende tanıştığım Cemalettin Kantarcıoğlu’nu ziyaret etmek oldu.
Ulus Anafartalar Caddesindeki bürosunda beni sıcak karşıladı, hemen o gün işe başladım. Ne yapacağımı bilmiyordum, “birkaç gün gel git ortamı izle sonra konuşuruz” dedi.
Kütahya Emetli  İbrahim adlı bir üniversite öğrencisi  de orada çalışıyordu. Büro dışındaki işlerini yaparken beni de yanına alıyor, Ankara’yı tanımama yardımcı oluyordu. İbrahim bir süre sonra Elektrik Mühendisi olarak mezun olup ayrılmıştı. Bir daha karşılaşmak nasip olmadı.
Kent haritaları yaptıkları için Ankara’da  sıklıkla uğradığı yerler İmar İskan Bakanlığı’nın Necatibey Caddesindeki binası ile Konur Sokaktaki Harita Tersimat Bürosu’ydu.ilk tanıdığım yerler.
Bir süre sonra  kent haritasının yapımı için  harita ekibi ile Bilecik’e gittik. Teknik ölçüm ve çizim işinde çok başarılı oldum. İş sezonu bitince Ankara’ya döndük. Çizim işinde başarılı olduğumu gören Cemalettin Bey, beni Harita Tersimat Bürosu’nda görevlendirdi.
Yaz aylarında arazide yapılan ölçüm ve çizimler kış aylarında paftalara çizilerek harita haline getiriliyordu. Kısa sürede burada da başarılı olunca artık bir kısım imtiyazları kullanmaya başlamıştım. Artık pazartesi günlerini izin günüm olarak kullanmaya başladım. Pazar günleri tek başıma çalışıyor, pazartesi günlerini de daha iyi bir iş bulabilmek için çabalıyordum. Her kuruma, her bakanlığa iş ile ilgili başvurularda bulunuyordum.
Bir gün, Başbakanlık’ta bir Ahlatlı’nın çalıştığını duydum, hemen soluğu orada aldım, sordum soruşturdum makamına çıktım.
Adı Nusret Akdoruk, Ahlatlı, Başbakanlık Personel Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyor.
Ahlat’ı hiç hatırlamıyor. Rus işgali sırasında ailesini kaybetmiş, Devlet kimsesiz çocukları toplayıp Kayseri’deki Sübyan Okulu’nda okutturmuş, iş güç sahibi yapmış, Nusret Bey’de onlardan biri, zeki ve çalışkan okumuş, bu makama kadar yükselmiş.
Ahlat’ta akrabaları var,  Saz Ailesi, hem de bizim kapı komşularımız, onları sordu, anlattım, duygulandı. Yolu hiç Ahlat’a düşmemiş, ama içinde derin bir  sıla özlemi olduğu her halinden belli. Beni çok iyi karşıladı, bir nevi özlem giderdi. Durumu anlattım, hemen bana bir dilekçe yazdırıp işleme koydurttu. Birkaç gün sonra beni çağırdılar, göreve başlatacaklardı, o dönem Başbakanlık Personel Genel Müdürü olan İsmail Akay’ın beni görmek istediğini söylediler. Makamına girdim, bazı sorular sorduktan sonra bana “Git aşağıda doktor var, seni muayene etsin sonra gel.”
O dönem Başbakanlığın doktorluğunu, sonradan Türkiye’nin “Londra Sağlık Ateşesi” olan, ünlü  kalp uzmanı Dr. Servet Yücel yapıyordu.
Dr. Servet Bey, beni iyice muayene etti, sonra  birkaç kez otur kalk dedi, dediklerini yaptım tekrar dinledi, ikna olmadı, kapıyı açtı, “koridorun sonuna kadar koş-gel” dedi, koşup geldim, yeniden dinledi, şaşkınlık içindeydi, sonuçla ilgili olarak bana bir şey söylemeden “tamam  geldiğin yere git” dedi.
Üzgün bir vaziyette Genel Müdür İsmail Akay Bey’in makamına döndüm, acı gerçeği Genel Müdür açıkladı: “Sen kalp hastasıymışsın, seni işe alamayız.”
Başımdan kaynar sular döküldü, tam işe başlarken bu da nereden çıktı? Derin bir teessürle odadan çıktım, karşımda kırmızı halılarla kaplı uzun bir koridor vardı, ucu görünmüyordu sanki, benim geleceğimin de görünmüyor olduğunu düşündüm.
Binadan çıktıktan sonra, yüzüme çarpan soğuk hava, daha sağlıklı düşünmemi sağladı. Üzülmesine üzüleyim de acaba işe giremediğime mi, yoksa kalp hastası olduğuma mı üzüleyim bilemedim.
Süleyman Demirel ile...
O yıllarda yeni açılan ve  Türkiye’nin değil Ortadoğu’nun ve Balkanların en mükemmel hastanelerinden biri olduğu söylenen Hacettepe Hastanesi geldi aklıma. O üzüntüyle kendimi Hastanenin Kalp Hastalıkları Bölümü’nün önünde buldum. Genç ve yakışıklı bir doktor karşıladı beni, durumum sordu anlattım. Hemen beni odasına aldı, muayene etti, yandaki arkadaşlarını çağırdı, onlara da dinlettirdi. Sonuçtan iyice emin olmuştu, başladı benimle şakalaşmaya. “Eee başka ne dedi?..  şeklindeki ifadelerle benim stresimi gidermeye çalıştı. Yumuşak tavırları beni yüreklendirmişti, “o zaman bana sağlıklı olduğuma dair bir rapor verebilir misiniz?” şeklindeki sorumu ikiletmeden yazıp imzalayıp elime tutuşturdular. Sevinçten havalara uçuyordum, hızlı adımlarla çalıştığım büroya döndüm, sakin bir odaya geçip, elime bir kaligrafi kalemi  ve bir beyaz kağıt alıp yazmaya başladım:
         Sayın Süleyman Demirel
            Başbakan-Ankara
           Anadolu’nun en ücra köşelerinden birinden Ankara’ya okumak için gelmiş fakir bir ailenin çocuğuyum. Ailemin beni okutma gücü olmadığı için kendi çabamla okuma durumundayım. Bunun için çeşitli kurumlara başvurarak bir iş bulmak zorundayım.
Başbakanlık’ta beni işe alacaklarını söylediler ancak sağlık muayenesi için doktora gönderiler ve doktor kalp sorunum olduğunu belirterek  işe alınamayacağımı bildirdi. Bunun üzerine Hacettepe Hastanesi Kalp Bölümü’nden aldığım ve ekte sunduğum raporda bunun gerçek olmadığı belirtildi. Bu durumda içine girdiğim  zor durumdan kurtarılmam için gereğinin yapılmasını saygılarımla arzederim.
         Efendim.”
şeklindeki ifadelerle durumumu anlatmaya çalıştım.
Yazdığım mektubu beyaz bir  zarfa koydum, üstüne; “Sayın Başbakan  tarafından açılması ricasıyla” ibaresini yazarak  bunu da sarı bir başka zarfa koydum ve üstüne “Sayın Süleyman Demirel-Başbakan-Ankara” yazıp iadeli taahhütlü olarak postaya verdim.
 Başbakanlık Müsteşarı Hasan Celal Güzel ile...
  Kızılay Ataç Sokak 52 numaralı  apartmanda bulunan “Van Erkek Öğrenci Yurdu”nda kaldığım için buranın adresini vermiştim. Konur Sokak 10 numaralı apartmanda çalıştığım için öğlen tatili aralarında çok yakın bir mesafede olan Van Öğrenci Yurdu’na geliyor, bir süre burada bekleyip, bana bir cevap gelip gelmediğini kontrol ediyordum.
Bir Cuma günüydü ben yurdun kapısında beklerken bir postacı şimşek gibi yurdun bahçe kapısından hızla içeri girdi, ben de hemen arkasından koştum acaba bana mı geliyor dercesine.
Gerçekten de Postacı bana geliyormuş, elime sarı bir zarf tutuşturdu ve defterindeki bir yeri imzalamamı istedi, imzaladım gitti. Heyecanla zarfı açtım, Başbakanlık Müsteşar Vekili rahmetli Muslih Fer imzalı yazıda; “Acele olarak Başbakanlık Personel Genel Müdürlüğüne  gelmenizi rica ederim.”  ibaresini görür görmez,  sarı zarf elimde koşarak Babakanlığın yolunu tuttum.  Personel Genel Müdür Yardımcısı Nusret Akdoruk Bey’in odasında soluğu aldım. Beni görür görmez soğuk bir eda ile “haa geldin mi?” diye sordu. Biraz soluklandıktan sonra Nusret Bey bana; “Genel Müdür Bey seninle görüşmek istiyor.” dedi. Anladım gene bir aksilik var. İçimi bir korku kapladı, “acaba bu sefer ne gibi bir engel çıkaracaklar?” diye ödüm koptu.
Gene beni Personel Genel Müdürü İsmail Akay Bey’in  odasına çıkardılar. Korkak ve çekingen bir tavırla, titreyerek ne diyecek diye beklerken, korktuğum başıma geldi.
-Sen beni şikayet mi ettin?
-Hayır efendim ben kimseyi şikayet etmedim, sadece hakkımı aradım.
-Hadi bakalım git Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesinde göreve başla.
         26.02.1969  günüydü,   Başbakanlık Merkez Teşkilatı’nda Kanunlar ve Kararlar Tetkik Dairesi’nde Başbakanlık Memuru olarak göreve başladım.