23 Mart 2018 Cuma

YUNAN CEPHESİ'NDE, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

YUNAN CEPHESİ’NDE!..
Etimesgut Zırhlı Birlikler Yedek Subay Okulu, Tank Taburunda görmüş olduğumuz altı ay
Meriç Nehri, Bir Yanı Türkiye, Diğer Yanı Yunanistan
süreli askeri eğitimin son günleri oldukça neşeli geçiyordu. Sıcak dostluklar kurmuş iyi arkadaşlar edinmiştik. Artık kur’a çekecek, her birimiz memleketimizin çeşitli bölgelerine dağılıp vatanı görevimizin geriye kalan 1,5 yılını tamamlayacaktık.  Birbirlerimizin adreslerini alıyor, özel yaşamımıza döndüğümüzde hiç olmazsa arada bir buluşmanın  planlarını yapıyorduk. 
Kur’a çekim günü gelmiş çatmıştı, büyükçe bir salonda toplanmış, nereyi çekeceğimizin heyecanı ile yerimizde duramıyorduk. Önce özel kur’alar çekildi, bazı arkadaşlarımız, özel torbadan çok özel yerleri çektiler.
Yaradan'a sığınıp, gözlerimi kapattım, elimi torbaya uzattım, kalbim küt küt atıyordu, elime gelen kağıdı çıkarıp görevli subaya uzattım, elimden alıp hızlıca açtı ve herkesin duyabileceği şekilde yüksek sesle okudu: Tekirdağ-Malkara Tank Taburu…
Vatanın her köşesi kutsaldır, kutsal görevimizi yapabilmemiz için yer ve mekanın birbirinden farkı yoktur. Birkaç günlük izin süresinden  sonra Malkara’nın yolunu tutuk, birliğimize teslim olup, Tank Taburu, 4. Bölük, Keşif Takım Komutanlığı görevine atanmış olduğumuzu öğrendikten sonra Malkara Orduevi’ne yerleştik.
4. Bölük Komutanı Yüzbaşı Nurettin Noyan Trakyalı bir subaydı, çok iyi bir insandı. Askerlik bitti, ilişkimiz bitmedi. Uzun yıllar görüştük, Albay rütbesine geldikten sonra tayini Ankara’ya çıkmıştı, sık sık görüşür askerlik anılarımızı tazelerdik.
Malkara, küçük ama şirin bir yerdi, Tabur ile Orduevi arasındaki mesafe çok kısa idi. Akşamları görevden çıkıp Orduevi’ne geliyor, eğitim elbiselerimizi çıkarıp, sivil kıyafetlerimizi giydikten sonra, kendimizi Malkara’nın küçük çarşısına atıyorduk. Güzel pastaneleri vardı, güzel kızları da…
Her şey tekdüze bir biçimde sürüp gidiyordu, rahat bir askerlik yapıyor sayılırdık ta ki “20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı” başlamasına dek.
O gün, hareket başlamış, Türk Askeri, Kıbrıs’a çıkmıştı. Yunanistan’ın bu çıkarmaya misilleme olarak deniz, hava ve kara sınırlarımızdan bir saldırıya geçme olasılığı oldukça yüksekti. Hükümetimizin aldığı önlemler gereği, Trakya’da bulunan tüm askeri birlikler sınırımıza konuşlandırılıyordu. Bu önlemler kapsamında bir akşam üstü   Malkara’dan sınırlarımıza doğru hareket ettik.  Birkaç saatlik bir sürenin sonunda “Yunan Savaş Uçakları”nın saldırısı olacak diye alarm verildi. Saldırı sırasında alınacak en önemli önlem, uçaksavarların namlularını havaya doğru çevirip tetikte olmak ve hedef küçültmek için yere yatmak. Komutanlar olarak askere “yat” emri verilmesine karşın, askeri bir türlü yere yatıramıyorduk. Herkes silahının namlusunu havaya doğru çevirip, canını vatanı için seve seve vereceğini haykırırcasına “Gelsinler de derslerini verelim” diyerek gözlerini dahi kırpmıyorlardı.
Tarihe kahramanlıkları ile geçmiş Türk Ulusu’nun bu karakteristik özelliğine ilk kez tanık olmak  komutanların göğsünü kabartıyor, gözlerini yaşartıyordu. Yunan ordusu böyle bir yanlışı yapamamış, hava saldırısında bulunma cesaretini gösterememişti. Gece yarısına doğru, tüm birliklerimizle İpsala Sınır Kapısı’nın hemen yanı başındaki bölgeye, Meriç Nehri’nin kıyısına sınır boyunca, piyade, topçu ve tank birlikleri tüm silahlarımızın namlularını Yunanistan’a doğru çevirerek yerleştik.
İlk işimiz  birliklerimizin karşı taraftan görünmemesi için kamuflaj faaliyetlerinde bulunmak oldu, kısa sürede tüm birliklerimiz kazılan çukurların içine çekilerek üzerleri arazinin rengine uygun bir biçimde ağaç dallarıyla kapatıldı.
Ferre Küpürü Yeşillikler İçinde Bir Doğa Parçası
Günler geçiyordu, Kıbrıs’ta önemli başarılar elde edilmiş, olay yavaş yavaş gerginliğini yitirmeye başlamıştı. Cephede askerimizin moral motivasyonu ve heyecanını yitirmemesi için sürekli eğitimler yapıyor, zaman zaman eğlenceler ve spor yarışmaları düzenliyorduk.
Bölge, İstanbul’da yerleşik II. Ordu’ya bağlı, Tekirdağ’da konuşlanan 8. Tümen’in kontrolündeydi. Bir gün akşam saatlerinde Tümen’den bir emir geldi; “Tank Taburu, Keşif Takımı Nöbet Değişimi için Ferre Küpürü’ne gidecek.”
Akşam sularında hazırlıklar başladı, gece yarısına doğru cephedeki mevzilerden çıkıp arkadaşlarımızla vedalaşarak yola çıktık.
Keşif Takımı, bir Asteğmen, iki Onbaşı, 28 Er’den oluşuyordu. Araç olarak da bir Reo büyük kamyon, personel ve araç-gereç taşıyıcısı, 4 adet de  üstü açık jeep…
“Ferre Küpürü” ne gidiyoruz, gitmesine de bu “Ferre Küpürü” neresi?..
Büyük Kumandan Mustafa Kemal’in “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri” komutuyla  Yunanlıların Ege’ye dökülmesinin ardından, büyük Devlet Adamı Atatürk, Türk-Yunan devletleri arasında imzaladığı “Barış Anlaşması” sonrası,  iki ülke arasındaki kara sınırı Meriç Nehri’nin yatağı  olarak belirlenmiş.  Meriç Nehri, azgın mı azgın, taşmaya görsün, taştı mı, önünde ne var ne yok silip süpürüp Ege Denizi’ne döküyor. Bölgede  tarımla uğraşan her iki toplumun halkını da büyük zarara sokuyor. Bu böyle olmaz, Meriç’i dizginlemek gerek.
Türk ve Yunan Hükümetleri ortak bir karar alıp Meriç Nehri’nin yatağını dümdüz hale getiriyorlar. Menderesler çizerek durgunken nazlı nazlı akan Meriç, artık düz bir vaziyette akıyor. Her iki taraf da Meriç’e paralel olarak bir set yapıyorlar, böylece Meriç taştığında setleri aşamıyor ve tarım arazileri de sular seller altında kalmıyor.
            Ne var ki, her şey bu kadarla bitmiyor, yeni bir sorun ortaya çıkıyor.  Türk-Yunan sınırı fiili olarak değiştirilmiş olmasına karşın prösedür gereği tamamlanamamış. Çünkü, sınır görüşmeleri devam ederken Türkiye’de 1960 İhtlali oluyor ve görüşmeler kesiliyor.
Hal böyle olunca; fiili durumla resmi durum birbiriyle örtüşmüyor Meriç’in öte yanında Türk Toprağı, Meriç’in Türk tarafında da Yunan toprağı kalıyor. “Ferre Küpürü” işte Meriç Nehri’nin ötesinde kalan Türk toprağı. Buraya Meriç Nehri üzerinden çelik halata bağlı bir salla geçiliyor. Sal, geceleri güvenlik nedeniyle Türk tarafında bağlı kalıyor, gündüzleri salla oraya geçen Türk köylüleri oradan büyük miktarda ayçiçeği ve pirinç mahsulü alıyorlar…
Keşif Takımı olarak, Türkiye’nin, Yunanistan sınırları içindeki toprağını Yunanistan’dan korumak için kutsal bir görevi yerine getirmek üzere yola çıkıyoruz…
O gün ay’ın işi varmış, çıkamamıştı, zifiri bir karanlık göğü kaplamıştı, kara bulutlar da düşmanın tarafında yer almıştı. Savaş ortamı nedeniyle bölgede zaten karartma uygulanıyordu. Araçlarımızın farlarını açamazdık, düşmana “buradayız” demek anlamına gelirdi. Önümüzdeki “klavuz” aracın “stop” lambalarını yakın mesafeden takip ederek “kağnı” arabası hızında düşman  ülke sınırları içindeki Türk toprağına sızmaya çalışıyorduk…
Çok geçmedi, kimden yana olduklarını kestiremediğimiz kara bulutlar huzursuzlanmaya başlamışlardı. Huzursuzluk giderek artarak sonunda bünyelerinde taşıdıkları ne kadar su varsa kazanla döker gibi üstümüze bıraktılar. Üstü açık jeeplerin içinde, elbiseleri ile banyo küvetine girmiş gibi olmuştuk. Kara bulutlar şimşekleri ile zifiri karanlığı yarıp ha bire tehditlerini savuruyorlardı. Türk Askeri’nin kahramanlıklarını bilmiyormuşçasına.
Bu kabus gün ışıkları ağarıncaya kadar devam etmişti, etrafımızı görmeye başlayınca, konvoyumuzun da hızı artmıştı. Bir süre sonra ilk durağımıza gelmiştik. Nerede olduğunu bilmediğimiz bir askeri binaya alındık. Orada kocaman bir soba vardı. Sobanın çevresinde toplanıp ıslak elbiselerimizi çamaşırlarımızı kuruttuktan sonra yeni görev yerimize doğru yola koyulduk.
Konvoy, Meriç Nehri’nin kenarındaki bir boşlukta durdu. Biraz soluklandıktan sonra nehrin üzerindeki salla karşıya geçip çevreyi tanımaya çalıştık.
             Artık “Ferre Küpürü”ndeydik, Yunanistan ile aramızda Meriç Nehri’nin kurumuş eski yatağı,
Muhteşem Meriç
Türkiye ile aramızda ise gümbür gümbür akan koca Meriç Nehri vardı. Meriç Nehrini geçmek her babayiğidin harcı değildi, üzerindeki salla ancak geçilebiliyordu. Sal, geceleri güvenlik nedeniyle Türkiye tarafına kilitleniyordu. Yani biz “Keşif Takımı” olarak Yunanistan ile aramızda hiçbir engelin olmadığı bir toprak parçası üzerindeydik. Çevreyi inceledikten sonra, kendimize göre bir yerleşim planı yaptık. Çadırlarımızı kurup kamuflajlarını yaptık, nöbet yerlerini belirledik. Yemeklerimiz Tümen Karargahı’ndan geldiği için biraz zaman kaybı oluyordu, kendimizi ona da alıştırdık. Jeepleri salla geçirdik, ağaç dallarıyla gizledik, büyük aracımız sala sığmadığı için Türkiye tarafında kalmıştı. Van-Muradiyeli, yaşı bir hayli ilerlemiş, Onbaşı Mehmet Ali’de başında…
İlk geceyi çok zor geçirdiğimiz için, askerimiz  uykusuzdu, bir an evvel uyumak istiyorduk. Ne var ki, düşmanla aramızda bir sınırın olmayışı, heyecanın dozunu yüksek tutuyordu. Buna bir de Meriç Nehri’ndeki sazanların sıçrayarak çıkardıkları sesler, acaba düşman tankları mı geliyor, diye bir tedirginliğe neden olunca, ikinci geceyi de zorunlu olarak uykusuz geçirdik.
İlk günlerin heyecanını atlattıktan sonra, yakın çevreyi tanıdıkça “Ferre Küpürü”nü sevmeye başlamıştık. Cennet’ten bir parçaydı sanki, yeşillikler içinde ve koca bir nehrin kenarında… Bir kilometre kadar ileride “Ferre Köyü” vardı. Köyden tren geçiyordu, uzaktan görüyorduk. Yunan köylüler gelip kendilerine ait  bostanları ve tarlaları ekip biçiyorlardı. Hasat mevsimi olduğu için karpuzları, kavunları, araçlarına koyup götürüyorlardı.
Yunan askerleri arada bir akşamları gelip bizim hemen yanı başımızdaki ağaçların altına oturarak çilingir sofralarını kurup uzoları ile demleniyorlardı. Askerlerimize fazla yaklaşmamalarını herhangi bir şey alıp vermemelerini tembihliyorduk. Buna rağmen bir gün askerlerimizden birinin elinde bir Yunan sigarası paketi gördük, soruşturduğumuzda zaman zaman  Türk ve Yunan askerleri arasında bir diyalogun olduğunu öğrendik. Bu diyalog bize insanlığın düşmanlıktan daha önce geldiğini gösteren bir örnek oldu.
“Fere Küpürü’nde bir süre daha kaldık, bu süre savaşmak için değil, tatil yapmak için burada bulunduğumuz izlenimi verdi. Süremiz dolunca, araç-gerecimizi toplayıp, yerimizi bizden sonra nöbeti devralacak  başka Mehmetçiklere bıraktık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ilaminal71@gmail.com