8 Ağustos 2021 Pazar

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI. İLHAMİ NALBANTOĞLU KISA KISSA ÖYKÜLER IV

                                                   KISA KISSA ÖYKÜLER IV


                                   KİTAPÇILARDA

      “Kısa Kıssa Öyküler-IV” kitabı 190 sayfadan oluşmakta ve 14x21 cm boyutlarındadır.  Kitap ile ilgili olarak bazı otoriteler görüşlerini şu ifadelerle dile getirmektedirler.

      “….İlhami Nalbantoğlu arkadaşımın öykücülüğümüzün yeni bir sesi olduğunu belirteyim yeter dedim. Bu sesin, “Türkiye’nin Tapu Senedi” olarak anılan Ahlat’tan çarpıcı konular ve kişiler tanıttığını bilin, kendinizi bir an için Ahlat’ta yaşıyor olarak duyumsayın yeter…”                                                                                                                            Hikmet ALTINKAYNAK-Yazar Eleştirmen 

      “….Bugün arkadaşımın son başarılı çalışmalarından biri olan “Kısa Kıssa Öyküler III” isimli eserini aldım, okudukça birçok müşterek anımızı tekrar yaşadım. İyi ki varsın arkadaşım, Allah gücünü artırsın dostum. Her kentimize Allah bir İlhami Nalbantoğlu nasip etsin…”                                                                                                                                    Dr. Yaşar KALAFAT- Halkbilimci Yazar

      “….İlhami Nalbantoğlu, düz yazı, öykü anlatımında başarılı. Dolambaçlı yollardan yürümüyor. Cümleleri biraz uzun olsa da anlatacaklarını doğrudan, açık bir ifadeyle ortaya koyuyor….”                                                                                        Prof. Dr. İsa KAYACAN- Gazeteci Yazar

 

16 Temmuz 2021 Cuma

ALPARSLAN ATATÜRK AHLAT

 

ALPARSLAN  AHLAT

ATATÜRK ANADOLU

 

      Tanrı, Kainatı yaratırken  bazı gezegenlere özenmiş olmalı, örneğin dünyayı, 


başta insanlık alemi olmak üzere canlıların hizmetine tahsis etmiş.  Dünya’nın coğrafik yapısına da özen göstermiş, bazı bölgeleri dağlık, kayalık, bazı bölgeleri ise cennetten bir parça olarak tasarlamış. Acaba önce uhrevi dünyayı yaratmış, daha sonra mı dünyayı yaratmaya karar vermiş diye insanın aklına takılmıyor değil.

      Belki de Adem ile Hava’yı Cennet’ten kovunca, onlar evsiz barksız, dımdızlak ortada kalmasınlar diye mi? Adem ile Havva, Cennet’ten gelirken bazı güzellikleri de beraberlerinde getirdikleri için mi, dünyanın bazı yerleri Cennet’ten bir parça gibi güzel?

      Bu güzelliklerden biri de Anadolu değil mi? Uygarlığın  ilk izlerinin Anadolu’da görülmesi bunun bir belirtisi olamaz mı? Adem ile Havva’nın ilk geldikleri dünya parçasının Anadolu olma olasılığını da göz ardı etmemek gerek.

      Nuh’un gemisini Anadolu’nun taşkın sellerinde yüzdürüp, Ağrı Dağı’nın tepesine kondurduğu tesadüf olmasa gerek. Anadolu işte bu yüzden  tarif edilemeyecek  kadar güzel, bu yüzden herkesin gözünü kamaştıran bir sevgili. Kimi düşünürler, şairler yazarlar, bilim insanları  boşuna mı Anadolu için bu güzellemeleri dizelere getirmişler.

      Dikkat etmek lazım!...

      Ne İskender takmışım ben.

      Ne şah. Ne sultan.

      Anadolu’yum ben.

      Tanıyor musun?

      Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

      Ve de uyarına gelirse.

      Tepemde bir çınar olursa.

      Taş maş da istemez hani.”

      Ben ömrümün sonuna kadar Anadolu’yu dinleyeceğim ve onun sesini dinletmeye çalışacağım.

      Tanrım siz şu Anadolu’yu çocukluk günlerinizde mi yarattınız?

      Bir mezarın doğurduğu iştahlı bir çocuktur Anadolu

      İçimde bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var.

      Saat beşe beş var.

      Dağlar aydınlanıyor.

      Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

      Gün ağardı ağaracak.

      Kokusu tütmeğe başladı:

      Anadolu toprağı uyanıyor.

      Analar bir Anadolu’dur baştan sona.

      Yanar kül olur. Yandığını söylemez

      Uzat saçlarını Frigya, yarimsen, yurdumsan; söz ver Anadolu.

      Sevdam türkülere benzer, anama benzer. Anadolu’ma benzer, bereketli, katıksız.

      Anadolu bu kadar güzel ve değerli iken Türkler Anadolu’ya tepeden paraşütle inmediler, büyük mücadeleler verdiler, Anadolu toprağını kanlarıyla suladılar. O yüzdendir Anadolu Türkler için kutsaldır.

     
Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Büyük Türk Kumandanı Alparslan, Anadolu’yu Türkler’den almak için leş kargaları gibi üstüne çökenleri çil yavrusu gibi dağıtarak Anadolu’yu ilelebet Türk Yurdu yapan ise Atatürk’tür.

      Ne ilginçtir,  26 Ağustos 1071 Türklerin Anadolu’ya Ahlat’tan, Büyük Komutan Alparslan’ın stratejik dehası sonucu girdiği tarih iken,  bir başka 26 Ağustos 1922 ise Anadolu’dan asla çıkmayacağımızın  ve Anadolu’nun Türklerin ilelebet vatanı olduğunun Atatürk’ün stratejik dehasının sonucu tescil edildiği tarihtir. İkisi de 26, ikisi de Ağustos, bu bir tesadüf müdür acaba?

      Önce 26 Ağustos 1071 tarihinin stratejik konjonktürüne bir göz atacak atalım.

Büyük Selçuklu kumandanı Alparslan,  Anadolu’nun kapılarını Türklere açma hayali ile çözüm arayışı içindeyken, incelemelerde bulunmak amacıyla  Diyarbakır ve Bitlis yolu ile Ahlat’a geldiğinde içini bir ferahlığın kapladığını hissetmişti. Ahlat’ın muhteşem güzelliği karşısındaki hayranlığını dile getirmiş ve Ahlat’ı kendisine karargah olarak seçtiğini belirtmişti.

      Selçukluların kuruluş tarihi olarak tarihe geçen 1055 tarihini takip eden yıllarda dönemin Muş Valisi ile anlaşan Selçuklu ordusu Ahlat’ı Bizanslıların elinden almayı başarmış ve kentin başına da  Türk olan Gümüştekin getirilmişti.

      Bir süre sonra Ahlat’ta başlayan bir iç müdahale sonunda Afşin adlı bir kumandan Gümüştekin’i öldürerek Beyliğin başına geçmişti.  Daha sonraları  iç karışıklıklar devam etmiş, Afşin’in yerine  Ahmet Şah getirilmişti.

      Bu fetih sonrası Ahlat’ta  imar çalışmaları hızlandırılmış, bu nedenle kentin çehresi değişmişti.

      Alparslan Ahlat’a geldiğinde karşısında gerek doğal güzelliği, gerekse  mamur bir şehir bulması, hemen yanı başında ise Bizans yönetimi altındaki Malazgirt’e çok yakın bir mesafede bulunması,  kafasında tasarladığı büyük zafere ulaşmanın tılsımının burada olduğunu anlamıştı.

      Alparslan, ilk iş olarak bir önceki komutan Afşin’i  affederek yeniden Beyliğin başına getirmiş, daha sonra da isyan etmiş bulunan El Basan’ın üzerine göndermiştir.

      Alparslan Ahlat’taki düzeni sağladıktan sonra, Suriye ve Mısır seferlerine çıkmak üzere  Ahlat’tan ayrılmış.

      Bu sırada Bizans İmparatoru Romen Diogenes, Alparslan’a gönderdiği elçilerle, Ahlat, Erciş ve Malazgirt’in Bizans’a bırakılmasını istediğini bildirmiştir. Bu haberi alan Alparslan Mısır ve Suriye seferlerini erteleyerek, süratle Ahlat’a dönmüştür. Bu dönüşten haberdar olan Romen Diogenes, Tarkhaniones ve Ursel adlı  komutanlarını 1070 yılında Ahlat üzerine göndermeye karar vermiş.

      Bu harekatı haber alan Alparslan, deneyimli komutanlarından Sanduk Bey’i bu saldırıya karşı koymakla görevlendirmişti. Sanduk Bey, Bizans kuvvetlerini püskürtmekle kalmamış, ellerinde ne varsa alıp gerisin geriye postalamıştı.

      Sanduk Bey,  ele geçirdiği ganimetler arasında bulunan, Hristiyan alemi için önemli bir anlamı olan bir haçı, Halifeye sunulmak üzere o sırada Hamedan’da bulunan  Vezir Nazım-ül Mülk’e göndermişti.

      Bu sırada Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Ahlat’a gelmediğini zanneden İmparator Diogenes, Ermeni kumandanı Basil’in kumandasındaki bir kıta askeri  Ahlat üzerine yollamış ise de, bu kıta Selçuklu  güçleri tarafından tamamen ortadan kaldırılmıştı.

      Bu gelişmeleri İmparator Diogenes’e rapor edecek bir asker bile bulunamamıştı. Bu gelişmeler olası bir zaferin gelmekte olduğunu kanıtlayan ipuçlarıydı. Nitekim öyle olmuş, Alparslan 26 Ağustos 1071 Cuma günü, Ahlat’ın Sütey Yaylası mevkiinde  Cuma namazını kıldırmış, atının kuyruğunu kendi elleriyle bağlamı, şu konuşmayı yapmıştı.

      Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.

      Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum.

      Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya şehit olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip etsin.

      Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ancak ben de sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim.

      Beni takip edenler ve nefislerini ulu Allah'a adayanlardan şehit olanlar cennete, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır.”

      Bu inançlı, etkili, içten ve kutsal konuşma etkisini göstermiş, 26 Ağustos 1071 Cuma günü akşam saatlerinde koca Bizans İmparatorluğu’nun, mağrur Kumandanı elleri arkasında bağlı  olarak Büyük Türk Kumandanı Alparslan’ın huzuruna çıkarılmıştı.

      Büyük Kumandan, büyüklüğüne yakışır bir biçimde ilk olarak düşmanının ellerini çözdürmüş, onu öldürmeyeceğine dair güvence vermişti.

     


Böylece Anadolu’nun kapıları ardına kadar Türklere açılmıştı. Ahlat’a ise bu kutsal zaferde, bu kutsal Kumandan’a karargahlık, ev sahipliği yapmış olmanın gururunu taşımak düşmüştü.

      Zaferden çok değil bir yıl sonra 1072 yılında Alparslan’ın ölümü üzerine, Selçukluların başına Alparslan’ın Zafer öncesi konuşmasında belirttiği gibi, vasiyeti yerine getirilmiş Melikşah seçilmişti. O dönemde Ahlat’ın emiri ise Ahmet Şah idi. Onun da 1083 yılında ölümü üzerine Ahlat’ta iç karışıklar çıkmaya başlamıştı. İsmail Türki adlı bir kumandan bu başkaldırıları bastırmış, yeniden sükuneti sağlamayı başarmıştı.

      Bu başkaldırıların ardında Diyarbakır emirliğinde bulunan Mervanilere geçici olarak bağlanan Ahlat daha sonraları oraya bağlı bir emirlik haline getirildi. Ancak bu durum 1095 yılına kadar ancak devam edebildi. Çünkü  İsmail Türki, yeniden güç kazanmış ve Ahlat’ı  Mervanilerden geri alarak bağımsız bir beylik haline getirmişti.

      İsmail Türki ise, 1098 yılında vefat edince yerine oğlu I. Sökmen geçiyordu.  Bu gelişme Ahlat için yeni bir başlangıç demek oluyordu.

      I.Sökmen, babasının yolundan giderek, Ahlat’ın iç sorunlarını gidermeyi başarmıştı. Selçuklu Sultanı Melikşah‘ın ölümünden sonra    Devleti’nin içinde başlayan karışıklardan faydalanan I.Sökmen, Melikşah’ın oğlu  Mehmet Tapar ile bir araya gelerek başarılı işler yapmaya başlamışlardı.

      Suriye’deki Haçlılar’ın üzerine gönderilen I.Sökmen, burada hastalanarak Ahlat’a dönmek durumunda kaldı ve  1112 yılında burada öldü. Yerine küçük oğlu İbrahim Şah Ahlat Beyliği’nin başına geçti. Başa geçtiğinde kendisine karşı büyük kardeşleri isyan etmişlerdi, bunları saf dışı bıraktı.

      Böylece I.Sökmen’in başa gelmesiyle 1100  yılında  kurulan Ahlat Şahlar Beyliği, 1207 yılına kadar devam edecek,  Eyyubilerin ve daha sonra da Moğolların istilasından kurtulamayan Ahlat Beyliği tarihteki onurlu yerini alacaktı.

      Şimdi geliyoruz ikinci 26 Ağustos’a yani 26 Ağustos 1922 tarihine.

      O dönemin büyük Türk Kumandanı Mustafa Kemal, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları şu sözleri ile anlatmaya çalışıyordu.

      Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağış şartları olan bir ateşkes anlaşması imzalanmış.

      Dünya Savaşı’nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir bir durumda.

      Ulusu  ve ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar.

      Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta.

      Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak; yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.

      Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta…

      İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da.

      Adana ili, Fransızlar; Urfa, Maraş ve Antep, İngilizler tarafından işgal edilmiş.

      Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri: Merzifon Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor.

      Her tarafta, yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta.

      Sonuçta, konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.

     


Bundan başka, ülkenin her tarafında Hristiyanlar gizli, açık, özel istek ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak  ve devletin bir an önce çökmesi için çalışıyorlar.

      Daha sonra elde edilen sağlam bilgi ve belgelerle görüldü ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti illerde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla uğraşıyor.

      Yunan Kızılhaçı ve Resmi Muhacirin Komisyonu, Mavri Mira heyetinin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira heyeti tarafından yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını geçmiş gençler de içinde olmak üzere, her yerde kuruluşunu tamamlıyor.

      Ermeni Patniği Zaven Efendi de Mavri Mira heyetiyle fikir birliği içinde çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor.

      Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde oluşturulmuş ve İstanbul’daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor.

      Durumun dehşet ve korkunçluğu karşısında, her yerde, her beldede bir takım kişiler tarafından bu duruma karşı kurtuluş çeteleri düşünülmeye başlanmıştı.

      Bu düşünceyle yapılan girişimler, birtakım kuruluşlar doğurdu. Örneğin, Edirne ve çevresinde Trakya Paşaeli adıyla bir cemiyet vardı.

      Doğu’da Erzurum’da Elazığ’da genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti kurulmuştu.

      Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk adında bir cemiyet var olduğu gibi, İstanbul’da da Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti vardı.

      Bu cemiyet merkezinin gönderdiği delegelerle, Of ilçesiyle  Lazistan sancağında şubeler açılmıştı.


      İzmir’in işgal edileceğine dair Mayıs’ın 13’ünden beri açık belirtiler gören İzmir’deki bazı genç yurtseverler, ayın 14-15’inci gecesi, bu acı durum hakkında fikir alışverişinde bulunmuşlar ve oldubittiye getirildiğinde kuşku kalmayan  Yunan işgalinin  İzmir’in Yunanistan’a bağlanmasıyla sonuçlanmasına engel olmak esnasında birleşerek Redd-i İlhak ilkesini ortaya atmışlardır.

      Aynı gecede bu isteğin yaygınlaşmasını sağlamak için İzmir’de Yahudi Mezarlığına toplanabilen halk tarafından bir miting  yapılmışsa da, ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle bu girişimden beklentileri karşılayacak sonuç alınamamıştır.


      Ülke bu durumda iken alınacak en ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?

      İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

                YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM

      Mustafa Kemal, bu zafere hazırlanırken şöyle diyordu; “Bağımsızlığa ulaşıncaya değin, bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma kutsal inançlarım adına and içtim. Artık ben Anadolu’dan hiçbir yere gidemem.”  Hem bağımsızlığın hem de  Tanrı’nın özenle yarattığı Anadolu’nun önemini tüm içtenliğiyle gözler önüne sermişti.

     


Mustafa Kemal, kazanılan bu başarıda büyük destek ve katkısı olan Türk Kadını için de şöyle diyordu; “Dünyada hiçbir milletin kadını  milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez.”

      Evet. Tam da öyle olmuş, bu ağır koşullar karşısında, kadınıyla, erkeğiyle,  yaşlısıyla genciyle bir bütün olan Türk Ulusu, dahi bir komutan, tıpkı Alparslan gibi yüksek bir savaş stratejisi yeteneği ile arkasına aldığı Türk Ulusu ile yola çıkmış, 26 Ağustos 1922 tarihinde Başkumandanlık Meydan Muharebesini kazanarak, bu büyük zaferle,  düşmanları birer birer vatandan kovmuş, tüm Dünya ülkelerinin  hayranlığını kazanıp sonrasında da  29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuştur.

12 Nisan 2021 Pazartesi

MEVLÜT AYDOĞAN, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞILU

MEVLÜT AYDOĞAN

Mevlüt AYDOĞAN Özel Kalem Müdürü
Olduğu Dönemde
Belediye Başkanı dediğiniz, hizmet etmekle yükümlü olduğu topluma bir ya da birçok eser bırakan kimse demektir. Cumhuriyet döneminde 1980’li yıllara kadar hiçbir Belediye Başkanı’nın gelecek kuşaklara bırakabileceği bir eseri mevcut değildi Ahlat’ta.
      80’li yıllarla birlikte dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın Türkiye’nin önündeki engelleri birer birer kaldırmasıyla başlayan yeni süreçle birlikte Belediyelerin de finansal kaynaklarında bir gelişme sağlanmıştı.
      Dönemin Ahlat Belediye Başkanı olarak görev yapan Sayın Mevlüt Aydoğan’da bu olumlu koşulları en iyi bir biçimde değerlendirerek iki önemli eserin altına imzasını atmıştı.
      Bunlardan birincisi; Selçuklu Rönesansı’nın “Kubbet-ül İslam” olarak taçlandırılan “Tarihi Ahlat Kenti”nin  13. Yüzyılda üçyüz binlere varan nüfusunun,  Cumhuriyet döneminde 3 binlere kadar düşmesi sonucunda dar bir alana sıkışıp kalan kentin yerleşim alanını genişletmek amacıyla  “Yukarı Çarşı” adı verilen yeni alanlar açarak kentin rahatlamasını sağlamasıydı.
      İkincisi ise; “Tarihi Ahlat Kenti”nin gelecek vadeden turizm potansiyelini görüp buraya bir turistik konaklama tesisi kazandırmak amacıyla “Büyük Selçuklu Oteli”nin yapımını gerçekleştirerek gelecek kuşaklara bir eser bırakmış olmasıydı..

      Mevlüt Aydoğan ile ilk tanışmamız 1960’lı yılların başına rastlıyor. O yıllarda ben Bitlis Lisesi’nde öğrenci iken, o da Bitlis Valilik Makamının Özel Kalem Müdürü olarak görev yapıyordu.
      Giyimi, kuşamı, duruşu, konuşma sırasında kullandığı İstanbul aksanı, zarafeti, güler yüzlülüğü ile her ortamda kendini ön plana çıkarıyor, her görenin dikkatini   üzerine çekmeyi çok iyi beceriyordu.
      Yaşam koşullarının oldukça ağır olduğu o dönemlerde, kendisini bu kadar mükemmel yetiştirmesinin sırrını anlamakta  çok, ama çok zorlanıyordum.
      Oğlu Zafer ile Ahlat Orta Okulu’nda  sınıf arkadaşıydık.  Tüm aile bireylerini tanıyor, biliyordum. Mevlüt Bey’in bu zarif hallerini, sadece onun ailesinde değil, Ahlat ve Bitlis insanının  pek çoğunda gördüğümü söyleyemem.
Mevlüt AYDOĞAN Bey'in
Muhterem Eşleri Sebiha Hanımefendi
      Ahlat’ta lise henüz açılmadığı için, zorunlu olarak Bitlis Lisesi’nde eğitimimizi tamamlamaya çalışıyorduk,  sadece biz Ahlatlılar değil, Bitlis’in tüm ilçelerinden, hatta çevre illerden gelen öğrenciler ile birlikte.
      Bir gün hiç beklenmedik bir olay oldu, Bitlis’te okuyan tüm Ahlatlı öğrencileri, bir Pazar günü Mevlüt Aydoğan Bey  evlerine yemeğe davet etti. Oğulları Tuncer ve Zafer kardeşler bizi en iyi bir biçimde ağırlamak için yarışıyorlardı.
      Muhterem anneleri hanımefendi, zengin bir sofra hazırlamış, Ahlat ve Bitlis mutfağının en nadide yemeklerini yapmış, ana yemek olarak ta hepimizin hasret kaldığımız “Bitlis Köftesi”ni  günün sürprizi  ana yemeği olarak sunmuş, belleklerimizden silinmeyecek bir anı bırakmıştı.
      Liseyi bitirmiş, yüksek öğrenim için Ankara’ya gelmiştim,  aradan yaklaşık yirmi yıl kadar uzun bir süre geçmişti. Ben Başbakanlık’ta önemli bir göreve gelmiş, adım çevrede, özellikle Ahlat ve Bitlis camiasında yavaş yavaş duyulmaya başlamıştı.
      Mevlüt Aydoğan da bu süre içinde Bitlis Valiliğindeki görevinden ayrılmış, Ahlat’a dönmüş, tarımla uğraşıyordu.
      O dönemde Devlet Doğuya el uzatmış küçük çapta yatırımlar ile yıllarca ihmal edilmiş vatandaşın az da olsa gönlünü almaya çalışıyordu.. Doğal olarak bu pastadan Ahlat’a da pay düşüyordu.
      Ancak bu yatırımlar Ahlat’ta bazı sorunlara neden oluyordu.  Ahlat “Aşağı Çarşı” ve “Yukarı Çarşı” diye ikiye ayrılmış olduğu için gelen yatırımların aşağıya mı  yoksa yukarıya mı yapılacağı öyle büyük tartışmalara neden oluyordu ki yatırımcı kuruluşlar bu yatırımları yapmaktan vazgeçiyor, Ahlat önemli bir fırsatı elinden kaçırıyordu.
      Örneğin, Sanayi Bakanlığı, Sanayi Sitesi için kredi veriyor, yer seçiminin belirlenmesini istiyordu. Herkes kendi istediği yerde yapılmasını istediği için bir uzlaşma olamıyor ve teklif geriye çekiliyordu.
      Bir banka burada şube açmak istiyordu, istediği yer seçimi sağlanamayınca banka şube açmaktan vazgeçiyordu.
      Böylece, uzun bir süre Devletin uzattığı el Ahlat yönetimi tarafından geri çevriliyor, bu ise bir kentin gelişmesi için çok büyük bir engel olarak ön plana çıkıyordu.
      Ahlat dar bir alana sıkışıp kalmıştı, geçmişinde üç yüz bin kişinin yaşadığı Ahlat, küçük mahallelere ayrılmış, nüfusu ise on binlere kadar düşmüştü.
      Gelişen ülke koşulları nedeniyle bu nüfus, hızla bir artış gösteriyor ve bu artışın sağlıklı olabilmesi için yeni alanların açılması gerekiyordu.
      Bu açılımı sağlayacak, sorunu kökünden çözecek bir iradeye gereksinim vardı ve bu  cesareti gösterecek yürekli bir kişi  ortalar da  görünmüyordu.
      Gerilim iyice tırmanıyor,  Ahlat’ın tarihi geçmişinde olduğu gibi iç çatışmalar iki kesim arasında şiddete dayanan  istenmeyen olayların yaşanmasına neden oluyordu.
      Sağduyu sahibi  kişi ya da kişilerin   olaya müdahale etmesi, iki kesim arasındaki husumeti gidermesi gerekiyordu.
      Böyle bir ortamdayken Yerel seçimler yapılacaktı,  sorunların çözümüne yarayacak bir fırsat çıkıyordu Ahlat’ın önüne. Her iki tarafın da kendi adayları vardı, ne var ki her aday kendi tarafının çıkarlarını koruyacağından, olaylar yatışacağı yerde daha da kızışacak gibi bir hava esiyordu. Bu yüzden seçimlerin gergin geçeceğini anlamak zor değildi.
      Deneyimli, görgülü, görmüş-geçirmiş insanlar, bu gerilimin Ahlat’a bir şey kazandırmayacağının farkındaydılar, ellerinden geldiğince tarafları sakinleştirmeye çalışıyorlardı.
Mevlüt AYDOĞAN Belediye Başkanı
Olduğu Dönemde
      Heyecanlı, coşkulu bir seçim gerçekleşmiş, Belediye Başkanlığına adaylığını koyan Mevlüt Aydoğan seçimi kazanmıştı.
      Mevlüt Aydoğan, sükunet,  sağduyu ve soğukkanlılıkla görevinin başına geçtikten sonra, Valilik Makamında çalışırken edindiği deneyimlerden de yararlanarak her iki tarafın da nabzını tutmayı başarıyor, tarafsız bir yönetim tarzını benimsediğine halkı ikna ediyordu.
      Turgut Özal Hükümetinin kurulduğu dönemlerdi. Hükümet, Türkiye’nin kemikleşmiş sorunlarını birer birer çözerken, yerel yönetimlerin ekonomik sorunlarını da kökünden silip atıyordu. Ülke olarak bir atılım dönemine girilmiş, yerel yönetimler de kendilerine çeki düzen verme çabası  gösteriyorlardı.
      Ahlat’ın yeni seçilen Belediye Başkanı Mevlüt Aydoğan’da seçmenine verdiği sözü yerine getirmek için yeni yeni projelerle yatırım yapma  seferberliği  içine girmişti. Öyle bir şey yapmalı idi ki her iki kesimi de memnun edebilsin.
      Bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için sık sık Ankara’ya geliyor, Başbakan’ı, Bakanları, Bitlis Milletvekillerini ziyaret ediyor, yolu Başbakanlığa düştüğü için yorgun argın bir vaziyette soluğu da benim odamda alıyordu. Ben de bir Ahlat sevdalısı olarak  onu canla başla  yürekten destekliyordum.
      Ahlat’a bir Cumhurbaşkanlığı köşkü yaptırılması Mevlüt Aydoğan’ın ta o yıllarda ortaya attığı bir fikir idi. O fikri o gün için bana öylesine ütopik gelmişti ki bir hayal olarak algılamıştım.
      Oysa şimdi Ahlat’ta Köşk değil, bir Cumhurbaşkanlığı Sarayı var. Mevlüt Bey’in hayali böylece gerçekleşmiş oluyordu.
      İkinci projesi ise Ahlat’a bir turistik otel yapmaktı, işte onu da alnının akıyla gerçekleştirdi. Hem de karşı karşıya duran iki toplumun da sesini soluğunu kesercesine. Böylece iki toplum arasındaki husumeti de ortadan kaldırmış oluyordu.
      Selçuklu Oteli’nin yapımı aşamasında öyle heyecanlıydı ki, otel bir an evvel yapılsın diye İller Bankası’nda seçtiği “Kıyı Oteli” projesi yerine yanlışlıkla aldığı  projenin “Dağ Oteli”  projesi olduğu, temel atıldıktan sonra anlaşılabilmişti.
      Milletvekilliği seçimleri yapılacaktı, Başbakan Özal, benim de aday adayı olmamı, rahmetli Adnan Kahveci ve rahmetli Hasan Celal Güzel ile bana bildirmişti. İlk işim memleketimi aramak bilgi vermek oldu. Önce ailemi ardından Mevlüt Bey’i aradım, çok sevindi. Bir süre sonra seçim değerlendirmeleri için Ankara’ya geldiğinde yüz yüze olayın boyutlarını değerlendirirken bana;
      -İlhami Bey, adaylık konusunu Kamran İnan Bey ile görüştünüz mü?
Mevlüt AYDOĞAN Tarımla İlgilendiği
Dönemde
      Bu sorunun altında siyasetin püf noktalarını iyi bildiğini anlamıştım ama gençliğin verdiği özgüven ile,
      -Beni Özal seçmiş, Kamran Bey’le ne görüşeceğim ki?
      Seçim sonuçları açıklandığında listelerde adımı göremeyince Mevlüt Bey’in ne kadar haklı olduğunu anladım. Zira, Kamran İnan, benim daha çok genç olduğumu öne sürerek, Özal’ı ikna etmiş ve adaylığımı engellemişti.
      Sonuçta bir Ahlatlının milletvekili olması gerçekleşmemiş ve Mevlüt Bey buna çok üzülmüştü, hemen beni aradı, nedenini sordu, dilimin döndüğünce anlattım ve ona haklı olduğunu söyledim.
      Birkaç gün sonra Ahlat Belediye Meclisi tarafından alınan bir kararı bana gönderdi. Başbakan Turgut Özal’a gönderilen bu kararda; Benim niteliklerimden söz edilerek Ahlat’a daha çok yararlı olabileceğim bir göreve atanmam isteniyordu.
      Ancak, yeni Hükümet kurulmuş, Başbakan Özal hızla reform faaliyetlerine başlamıştı. Türkiye’nin her yerinden yağmur gibi yağan milyonlarca istek mektubunun arasından benimle ilgili  olanı bulmak mümkün olamazdı..
      Mevlüt Aydoğan, Belediye Başkanlığı görevinde bulunduğu sürece, abi-kardeş ilişkimiz sürdü. Sürekli diyalog içinde olduk. Ahlat’ta bir etkinlik yapılacaktı, ısrarla benim de orada bir sergi açmamı istedi.
     Onu kıramayarak gittim,  beni coşkuyla karşıladı, sergi çok ilgi gördü, dönüşte bir tablomu ona armağan ettim, çok duygulandı, daha sonraki tüm görüşmelerimizde bu tablodan söz ederken duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
      Mevlüt Aydoğan,  beyni ve yüreğiyle, Ahlat’ta iz bırakanlar arasında  bir yer edinmişti.
      Rahmetle ve minnetle anıyoruz… 

23 Ocak 2021 Cumartesi

AHLAT HAKKINDA... Dr. Kemal SÜZER... AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI

AHLAT HAKKINDA
Dr. Kemal SÜZER-Ahlat Hükümet E.Tabibi
Çok değerli dostum, arkadaşım Sayın İlhami Nalbantoğlu, Ahlat Gazetesi için benden orada çalıştığım yıllara ait bir hatıra veya görüş yazısı istemişti. Bu istek beni 1966 yılına götürdü ve neler hatırladığımı, ne yazabileceğimi düşünmeye başladım. Ben bir yazar değilim, çok zor olacağının bilincindeyim. Bu konudaki hatalarımın hoş karşılanacağını ümit ediyorum.
Dr. Kemal SÜZER
     Ben, 1966 yılı Ağustos ayında Ahlat Sağlık Ocağı Tabibi olarak çalışmaya başladım. 24 yaşında yeni mezun, ahalinin yapısını bilmeyen, halkı tanımayan, başında kavak yelleri esen, asi, devlet memuru kurallarına sadık ve o zihniyette birisiydim.
      Reçete nasıl yazılır, hasta nasıl muayene edilir, hastaya ne kadar bilgi verilir, adli rapor nasıl yazılır, sıradan bir istihbarat raporu nasıl düzenlenir, basit bir enjeksiyon nasıl yapılır gibi temel bilgileri bile olmayan bir doktor olarak göreve başladım.
      Gerçi, tıbbi bilgilerime çok güveniyordum, iyi yetişmiştim. Çok kısa bir zamanda sağlık ocağında görevli sağlık memuru Konya Seydişehirli Kamil Bey ve Denizli Çamelili hemşire Gülten Hanım sayelerinde, daha sonraları sağlık memurları Ahlatlı Namık Aslan ve Coşkun Koçak Beylerin yardımıyla  sağlık alanımı, Ahlat Beyefendisi Kemal Koca sayesinde ise tıbbi mevzuat alanımı geliştirdim.
      Halka ilişkilerimi de her zaman saygı ve sevgi ile andığım Osman Bayar, kahveci İhsan Azap, lokantacı Ali Ergezen ve Ahlatta görevli değerli öğretmenler, Turgut Sevimli, Şefik Koç, Cemal Aydoğan, Hanifi Alçiçek, Burhan Hoca, İlköğretim Müdürü Mahmut Çiçekçioğlu, Yatlı Okul Müdürü, Orta Okul Müdürü ve adlarını hatırlayamadığım diğerleri gibi şahsiyetlerin yardımıyla geliştirerek oraya ısındım ve alıştım. Burada belirtmem gereken önemli husus Ahlatlıların bana anlayışlı davranmaları ve bana alışmaları olmuştur. Basit bir örnek vereyim: Bir konuda vatandaşla tartışmam olunca hemen beş kişi o vatandaşı alıp uzaklaştırıyorlardı ve de ona benim haklı olduğumu anlatıp ikna ediyorlardı. Bu tutum Ahlat’tan ayrılıncaya kadar sürdü. Ahlat’ta 1966 Ağustos ile 1970 Ağustos tarihleri arasında tam 4 yıl kaldım. Hayatımın en güzel ve dolu yıllarını yaşadım diyebilirim.
      Hayata bakışı, insanları tanımayı, doktorluk mesleğini, dostluk kurmayı ve bu dostluğu sürdürmeyi orada öğrendim. Belki kimse bilmez ama ben Ahlat’tan ayrıldığım gün o otobüste yol boyunca ağlamıştım. Dolu dolu geçen dört senede o kadar çok hatıram oldu ki…
      Hangisini anlatayım bilemiyorum. Ali Ergezen yemek pişirirken ben ve  Ahlat Savcısı Oktay İrdem bekarız ve her akşam lokantadayız. Ali Usta nefis yemekler yapardı, hele hele o meşhur kuzu haşlamasının tadını hala hatırlarım. Sonra kahveci İhsanın demli çayları, tavla veya briç partileri ve uyku… Briç oynarken Emin Azapın saygılı ve efendice bağırmaları, herkesi acemilikle tanımlaması, sonunda yine herkesin memnun bir şekilde masadan kalkması.
     Belediye Başkanı Sıtkı Sayın ile parti söyleşileri, Mevlüt Aydoğan ile rekabetleri, Kaymakam Metin Kavakalanlı, Savcı Oktay Bey ile yaptığımız otopsiler ve ondan öğrendiğim hukuk bilgileri, bunlardan birkaçı… Ahlat beni yeniden pişirdi ve yetiştirdi diyebilirim.
      Savcı Oktay İrdem, gerçek bir arkadaş, hakiki bir dost ve ayrıca çok iyi bir hukukçu, kendisinden öğrenmiş olduğum hukuk bilgileri, tüm yaşamım boyunca bana yardımcı oldu.
    Ahlat’ın tüm köylerini defalarca gezdim nefis yemeklerini yedim, küçüğünden büyüğüne kadar herkes tarafından saygı ve sevgi ile karşılandım. Beni sevmeyenler de vardı ama herhalde azdı!..
Ahlat Savcısı Oktay İRDEM ve eşi bir arkadaşı
İlhami NALBANTOĞLU ve Dr. Kemal SÜZER 

Bu güne kadar hemen her ay, her yıl, bir Ahlatlı ile mutlaka görüşür, konuşurum. Hemen belirtmem gerekir ki; tüm bu bağlantılarım ve Ahlat’a olan sevgim, saygım tamamen Ahlatlı dostlarım sayesinde olmuştur.
   En başta Sayın İlhami Nalbantoğlu geliyor, İlhami Bey vasıtasıyla hem Ahlat’tan haber alıyorum, hem de Ahlat ile ilişkilerimi devam ettiriyorum. Beni hatırlayan ve tanıyan herkese, onların çocukları ve torunlarına ayrıca Ahlatlıları gazetemiz aracılığıyla; en derin saygı, sevgi ve selamlarımı iletiyorum.
      Ahlat benim ikinci doğum yerimdir, böyle bilinmesini istiyorum. Kabul edilirse…
      Hoşça kalın, her şey gönlünüzce olsun sevgili Ahlatlılar… 

22 Aralık 2020 Salı

CELAL USTA, MAŞALLAH, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

CELAL USTA, MAŞALLAH!..

Celal Usta ve Pamuk Hanım
  Üç sözcükten oluşan başlıktaki bu ifade, Selçuklu Rönesansı’nın yaşandığı Tarihi Ahlat Kenti’nde yaşamını sürdüren bir taş ustasının, büyük emekler sonucu ortaya çıkardığı, taş yapı eserlerinin  ressamlar gibi altına değil de, tam alnının çatısına  attığı imzadan başka bir şey değildi…           Asıl adı Celal Öztürk olan bu taş ustasına Ahlat halkının  uygun gördüğü lakap ise “Acem Celal” idi. Lakabından da anlaşıldığı gibi, Celal Usta, aslen Azeri kökenli olup, 1915 yılında yaşanan Türk-Ermeni çatışmaları nedeniyle  maruz kaldığı şiddet ve baskı sonucu zorunlu göçe mecbur edilen binlerce  Türk ve Müslüman “Muhacir” ailelerı gibi, Kafkasya’dan yola çıkıp vara vara Elazığ’a kadar gelebilen şanslı kişilerden biriydi.
Elazığ’da ne işi, ne aşı, ne de bir yoldaşı vardı, ama çaresiz de değildi,  gençliği, yeteneği, özgüveni, umutları ve hayalleri onu yüreklendiriyor, gelecek için umut vadediyordu. Çok sürmedi, günün koşullarına göre, ekonomik durumu iyice olan bir ailenin yanında iş bulmayı başarmıştı.  Çalışkanlığı, becerikliliği ile kısa sürede kendini kabul ettirmeyi becerdi.
      Her şey yolunda gidiyordu, artık eli para tutuyordu, huzurlu ve mutlu bir biçimde yaşamını sürdürüyordu. Bir gün hiç beklenmedik, şaşırtıcı bir gelişme oldu, Kafkasya’dan Anadolu’nun içlerine kadar düşmana teslim olmadan gelebilen Celal Usta, bir çift ela göze esir düşmüştü. O ela gözler, şöyle der gibiydi:
      Bir yolcu gözliyirem
       Bir gün gelecek
       Bir hayal kuriram
       Heç bitmeyecek…
      İşte o yolcu çıkıp gelmişti, taa Kafkasya’dan, adı Celal, bitmeyecek olan ise hayallerdi.
      Bir şirin gülüş vurdu meni en derinden
       Bakınca gamaşdı gözlerim gözelliğinden
       Sevirem sözü yıkdı meni derinden
       Bırak izimi ey peri, meni sevmeyeceksen.
Celal Usta ve Ailesi


      Esiri olduğu bu ela gözlü dilber, çalıştığı evin genç ve güzeller güzeli kızı Pamuk idi. Bu destansı aşk, dünyanın her yerinde milyonlar kere yaşananlar gibi “zengin kız, fakir oğlan” yaşanmışlıklarının, ne ilk ne de son olmayan yeni bir versiyonuydu.. Çoğunda olduğu gibi bu aşkta da aileyi ikna etmek kolay olmayacaktı. Nihayet aile ikna edilmiş, sevenler birbirlerine kavuşmuş ve  mutlu sona erişilmişti.

      İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur, örneğinde olduğu gibi, Celal ile Pamuk kanatlanıp uçmayı kafalarına koymuşlardı. Bu düşüncelerle Azerbaycan’a dönmenin, oraya yerleşmenin hayalleri ile dolup taşmaktaydılar. Edindikleri, o günün koşullarındaki en önemli ulaşım aracı olan bir at ile hayallerine, ideallerine erişmek üzere yola koyulurlar.
      Hacca gitmeye kalkışan karıncanın, sen bunu başaramazsın diyenlere verdiği  “gidemezsem hiç olmazsa bu yolda ölürüm” yanıtında olduğu gibi, iki sevdalı yürek, bir atın sırtında, tüm zorlukları göze almaktan çekinmezler…
      Kader’e bakınız ki yolları Ahlat’a düşer, burada birkaç gün mola verecekler, hem kendileri hem at dinlenecek, ama bir aksilik olur at hastalanır, çevredeki insanlardan yardım alırlar, atın iyileşmesi için dua ederler ne var ki at günden güne iyileşeceğine kötüleşir ve sonunda ölür.
      Bütün hayalleri suya düşmüştür, çok üzgündürler. Yeni bin at bulmak, kalınan yerden devam etmek, o günün koşullarında çok kolay olmasa gerek, çaresizdirler, Ahlat’ta kalmanın dışında bir seçeneklerinin olmadığının bilincinde olmalılar ki,  öyle yaparlar…
      Ahlat’ta mutludurlar, Celal Usta, ekmeğini taştan çıkararak yuvasını geçindirir. Bir  çocukları olur, mutlulukları fazla sürmez, çok geçmeden bir hastalık çocuklarını ellerinden alır, üzgün ama umutsuz değiller. Veren Allah bir başkasını da verir umuduyla teselli bulurlar. Ne acıdır ki, ikinci ve üçüncü çocukta aynı akibete uğrar.
      Yılmazlar, dördüncü çocukları olduğunda adını “Duran” koyarlar, kalsın yaşasın diye. Tanrı dileklerini kabul eder, Duran yaşar, ikincisinin adını ise “Dursun” koyarlar, Dursun  da bu dünyada durur ve yaşar. Acı ve hüzünlü  günler geride kalmıştır, mutludurlar artık.
      13. Yüzyılda, Kubbet-ül İslam unvanı ile taçlandırılan, 300.000 nüfusu ile o günün dünyasının en büyük beş kentinden biri olan Ahlat’ın nüfusu son dönemlerde 3.000’e kadar düşmüştü. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte yeni bir ruh ile yeniden küllerinden yaratılmaya çalışılıyordu.
      Dönemin Ahlat Kaymakamı Mazlum Yegül, çağdaş ve modern bir kent yaratmak için kolları sıvamış gece gündüz demeden çalışıyordu. Önce Ahlat’a iki büyük cadde açılmış biri Van Gölü’ne paralel, Tatvan-Adilcevaz  güzergahındı, diğeri ise bunu kesen Ahlat-Malazgirt ekseninde.

     Malazgirt Caddesi,  Ahlat kent parkının önünden başlayıp kuzeye doğru uzanıyor. Yaklaşık 1,5 kilometre mesafede 5 yol mevki var. Buraya beş yol denmesinin nedeni, kuşkusuz aşağıdan gelen yolun buruda beş yöne ayrılmasından kaynaklanmaktadır. Yollardan biri doğuya yönelerek Malazgirt istikametine, bir diğeri batıya dönerek Tatvan istikametine, geriye kalan iki yol ise, biri Celal Usta’nın evinin sağından  dönemin Belediye Başkanı Yusuf Özdemir’in evine doğru, diğeri ise Celal Ustanın evinin solundan dönemin Muhtarı Abdurrahman Akpolat’ın evine doğru gidiyor. Beş yolun en alımlı ve manzaralı yerinde ise Celal Usta’nın kendisi için yaptığı kutu gibi evi var.  Evin ne sağında ne de solunda başka bir ev yok. Evin tam önündeki ceviz ağacını ise, Fransız Rönesans ressamları manzarayı tamamlamak için  özenerek oraya yerleştirmiş, tabloyu tamamlamışlardı. Sanki.
      Celal Usta, yaptığı  evlerin üzerine öylesine kocaman bir imza atıyordu ki, kente dışarıdan gelenler çok uzak mesafelerden bu imzayı görüp, Celal Usta’nın eseri olduğunu kolaylıkla anlayabiliyorlardı.. Selçuklu sanatçıların imzalarını küçük boyutlu taşlara kazıyıp eserlerinin en az görülen bir köşesine “Kitabe” tanımlaması ile yerleştirirken, Celal Usta imzasını beyaz kireçle, kırmızı renkli “Ahlat Taşı”na nakşediyordu. Doğal olarak, acımasız doğa koşulları gereği bu imzalar, Selçuklu ustalarının ki gibi yüzyıllar boyu değil de on yıllar içinde doğanın acımasızlığına fazla direnç gösteremeden okunması mümkün olmayan bir görüntüye dönüşüyorlardı.
      Celal Usta’nın pek çok özelliğinden biri de sesinin çok güzel olmasıydı.  Yaptığı binaların üzerinde çalışırken, ezan vakti geldiğinde, hemen abdestini tazeleyip inşaatın üzerinden vakit ezanını okumayı alışkanlık haline getirmişti. Bu alışkanlığını, her yıl ramazan ayı boyunca evinin damından akşam ezanını okuyarak,  kent halkına iftar saatini bildirerek sürdürürdü.  Sesi çok  gürdü, mahallenin hemen her köşesinden duyulurdu. Ama onu zorlayan bir rakibinin olduğunu da söylemek gerek, o da Gardiyan İsmail idi. Gardiyan İsmail de kendi evinin damından ezan okurdu, kuşkusuz ikisi arasında bir rekabet söz konusuydu. Bu konuda benim görüşümün söz konusu olması halinde tercihimin Celal Usta’dan yana olacağını söyleyebilirim.
Celal Usta Ebedi İstirahatgahinda


      Babamın Ahiret Kardeşim dediği Hacıdervişin Mehmet, bir gün bize ziyarete gelmişti. Atını bahçedeki dut ağacının altına bağlamıştı. Atı orada görünce içimden ata binmek  isteği geldi. 12-13 yaşlarındaydım, boyum ata binmeye yetmiyordu, önce atın yularını açtım, sonrada dut ağacının dalına çıkarak oradan ata binmeyi becerdim. At bir türlü yerinden kımıldamaya yanaşmıyordu. Üzerinde tepinmeye başladım, at baktı çare yok, “eh günah benden gitti, sen arandın, sonucuna da katlanacaksın” dercesine yola doğru yürümeye başladı. Karşıdan Celal Usta’nın evi görünüyordu, bir süre o istikamette yürüdü, tam eve yaklaşıyorduk ki, at birden sola doğru bir dönüş yaparak yoldan çıkmaya başladı ve hızını da bir miktar artırdı. İyice hızlanınca işin sonunun kötü olacağı kanısına vardım ve paniğe kapılmaya başladım. Tam da Celal Usta’nın evinin yakınına gelmiştik, çığlığım çıktığı kadar bağırmaya başladım.
      Sesimi çevreye duyurabilmiş bir miktar rahatlamıştım. Sesimi duyan, Celal Usta’nın, yaşasın diye adını “Dursun” koyduğu oğlu, şimşek gibi evden fırlayıp bana doğru koşmaya başladı. Arkasından ağabeyi “Duran” da bana doğru koşarak geliyordu.  İkisi birden  atı durdurup beni  üzerinden sağ salım indirdiler ve götürüp  eve teslim ettiler. Minnettarım.
     
Tahsin Yaşar Öztürk İlhami Nalbantoğlu

Celal Usta’nın oğlu Tahsin ile aramızda bir yaş fark vardı,  o dönemde eğitim sisteminde var olan “Orta Okul” bitirme sınavlarına girecektik.  Komşularımızdan marangoz “Mecit Usta”nın boş bir evi vardı. Akşamları burada geç saatlere kadar ders çalışmak için izin almıştık. Tahsin, Necmi Aydoğan, Cengiz Çiroğlu, Erdoğan Uslu, Tuna Öktem ve ben  gaz lambası ışığında birlikte ders çalışıyorduk. Bir ara camda bir karaltı hissettik, camdan baktığımızda Celal Usta’nın büyük oğlu Duran bizi gözetliyordu.
      Ertesi gün bir açıklama gelir diye bekliyorduk ki o açıklama geldi ve aynen şöyleydi. “Ben sizin çalışıp çalışmadığınızı, kimin dersi kaynatmaya çalıştığını anlamak için kontrol ediyordum.” Toplu ders çalışmanın yararını görmüş, hepimiz mezun olmuştuk.
      Liseye ben Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde, Tahsin ise İstanbul Eyüp Lisesi’nde başlamıştı. Ertesi yıl ikimiz de eğitimimize Bitlis Lisesi’nde devam etmek durumunda kalmıştık. Bu yüzden ikimiz aynı evde birlikte yaşadık ve pek çok renkli anılarla dolu bir bagajımız var…
      Celal Usta ve Pambıh Eze’yi rahmetle ve minnetle anıyoruz… 

18 Aralık 2020 Cuma

DR. KASIM KÜFREVİ ÖLÜMÜNÜN 28. YILINDA ANILDI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

 DR. KASIM KÜFREVİ ÖLÜMÜNÜN 28. YILINDA ANILDI

Dr. Kasım KÜFREVİ
Ahlat Kültür Sanat Vakfı’nın 2020 Yılı içerisinde gerçekleştirilecek “Kültürel  Etkinlikler
Programı”
nı hazırlarken 4 Aralık 2020 Cuma gününü, Bitlis’in yetiştirdiği, ünü ülke sınırlarını aşmış önemli bir bilim ve siyaset insanımız Dr. Kasım KÜFREVİ’nin aramızdan ayrılışının 28. yılını bir anma programı olarak gerçekleştirmeyi  öngörüyorduk.
      Tüm dünyayı kasıp kavuran bir küresel salgının her türlü etkinliği engelleyebileceği kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu.
      2020  Yılı Mart ayı başlarından itibaren insanlık alemini eve hapseden, her türlü kültürel, sanatsal, sosyal, siyasal, ekonomik ve sportif etkinliğin gerçekleşmesini engelleyen küresel salgın, herkes gibi bize de bu programımızı  gerçekleştirme izin vermedi.
      İnsanoğlu, bu engellemeyi teknolojinin sağladığı olanakları da yanına alarak sanal etkinliklerle aşmaya başardı.
      Biz de herkes gibi bu etkinliğimizi video-konferans şeklinde sanal bir etkinlik olarak düzenlemek suretiyle sorumluluğumuzu yerine getirme çabası içinde olduk.
      Sınırlı sayıda, Dr. Kasım KÜFREVİ dostları, yakınları ve sevenlerinden oluşturulan bir çekirdek kadro ile sanal ortamda bir araya gelerek, anılarımızı, bilgilerimizi, düşüncelerimizi, öngörülerimizi paylaşma fırsatı bulduk.

      Bu etkinlik sırasında Dr. Kasım KÜFREVİ’nin fikir ve düşünceleri, görüşleri, çeşitli vesilelerle kamuoyuna yansıyan analizleri dile getirildi.
Küfrevi Türbesi
      Bunlar arasında en önemli başlıklardan biri kuşkusuz Dr. Kasım KÜFREVİ’nin Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili  bakış açısıydı.
      Şöyle diyordu:
      “Tarihçilerimiz çok kere Kuvay-ı Milliye’nin Batı Anadolu’dan başladığını yazarlar. Doğrusu Kuvay-ı Milliye’nin Doğu ve Güneydoğu’dan başladığıdır. Yine tarihçilerimize göre, Kuvay-ı Milliye ilkin Yunan ve İngiliz kuvvetlerine karşı verilmiştir. Doğrusu, bu mücadelenin Rus ve Ermenilere karşı verilerek başlatıldığıdır. Ayrıca Kuvay-ı Milliye zannedildiği gibi 1919’da değil, bu tarihten çok önce başlamıştır. Halkın organize olduğu, bazen düzenli ordunun yanında ve bazen de müstakilen düşmanla savaşan ilk Türk milisleri aşiret alaylarıdır. Ruhları bütün Kuvay-ı Milliye şehitleri ile birlikte şadolsun.
Kasım Küfrevi'nin
Ardından Kitabı
      Bu bölgede kurulmuş ve Kurtuluş Savaşı’na katılmış milis kuvvetleri, kadın kahramanlar, ikmal kuruluşları, Reddi-i İlhak Cemiyetleri, Erzurum ve Sivas kongrelerine sağlanılan destekler ayrı ayrı inceleme konularıdır. Bu incelemelerin sonucu, bugünkü Doğulu gençlerin ecdatları ile iftihar etmeleri neticesini ortaya çıkarır ki, bundan hiç şüphem yoktur. Hiçbir Doğulu aile, Kurtuluş Savaşı’ında, Batılı  aileden daha az şehit vermemiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu milletin tüm evlatlarının ortak eseridir. Bu eserin elde edilmesinde, din adamları Atatürk’e sürekli destek olmuşlardır.
      Atatürk, bazı kesimlerce iddia edildiği gibi din ve İslamiyet düşmanı değildir. Anadolu’nun birçok yerinde çıkan kargaşalar gibi Doğu’da da bazı reaksiyonel hareketler olmuş, bazı ailelerin yerleri değiştirilmiştir. Bu arada, biz de bir süre zorunlu iskana tabi olduk. Ancak, Atatürk’ün emri ile yeri değiştirilen ailenin ihtiyaçları salandı. Ayrıca, Atatürk’ün Doğu politikasında suhunet ve sevgi vardı. O dönemdeki yönetimde şiddetten yana olanlar başkaları idi.
      Atatürk’ün hilafet konusundaki tutumu da yanlış anlaşılmıştır. Onun tutumu, İslam alemi için çok lüzumlu idi. O dönemin şartlarını, İslam aleminin içerisinde bulunduğu  şartları iyi değerlendirmek gerekir.”
      Zor koşullarda gerçekleştirilen bu anma programının önümüzdeki yıllarda daha uygun koşullarda, daha geniş katılımla gerçekleştirilmesi umuduyla…