ALPARSLAN AHLAT
ATATÜRK ANADOLU
Tanrı, Kainatı yaratırken bazı gezegenlere özenmiş olmalı, örneğin
dünyayı,
başta insanlık alemi olmak
üzere canlıların hizmetine tahsis etmiş.
Dünya’nın coğrafik yapısına da özen göstermiş, bazı bölgeleri dağlık, kayalık,
bazı bölgeleri ise cennetten bir parça olarak tasarlamış. Acaba önce uhrevi
dünyayı yaratmış, daha sonra mı dünyayı yaratmaya karar vermiş diye insanın
aklına takılmıyor değil.
Belki de Adem ile Hava’yı Cennet’ten
kovunca, onlar evsiz barksız, dımdızlak ortada kalmasınlar diye mi? Adem ile
Havva, Cennet’ten gelirken bazı güzellikleri de beraberlerinde getirdikleri
için mi, dünyanın bazı yerleri Cennet’ten bir parça gibi güzel?
Bu güzelliklerden biri de Anadolu değil
mi? Uygarlığın ilk izlerinin Anadolu’da
görülmesi bunun bir belirtisi olamaz mı? Adem ile Havva’nın ilk geldikleri
dünya parçasının Anadolu olma olasılığını da göz ardı etmemek gerek.
Nuh’un gemisini Anadolu’nun taşkın
sellerinde yüzdürüp, Ağrı Dağı’nın tepesine kondurduğu tesadüf olmasa gerek.
Anadolu işte bu yüzden tarif
edilemeyecek kadar güzel, bu yüzden
herkesin gözünü kamaştıran bir sevgili. Kimi düşünürler, şairler yazarlar,
bilim insanları boşuna mı Anadolu için
bu güzellemeleri dizelere getirmişler.
Dikkat etmek lazım!...
Ne İskender takmışım ben.
Ne şah. Ne sultan.
Anadolu’yum ben.
Tanıyor musun?
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Ve de uyarına gelirse.
Tepemde bir çınar olursa.
Taş maş da istemez hani.”
Ben ömrümün sonuna kadar Anadolu’yu dinleyeceğim ve onun sesini
dinletmeye çalışacağım.
Tanrım siz şu Anadolu’yu çocukluk
günlerinizde mi yarattınız?
Bir mezarın doğurduğu iştahlı bir
çocuktur Anadolu
İçimde bir Anadolu türküsü dinlemek
ihtiyacı var.
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Analar bir Anadolu’dur baştan sona.
Yanar kül olur. Yandığını söylemez
Uzat saçlarını Frigya, yarimsen,
yurdumsan; söz ver Anadolu.
Sevdam türkülere benzer, anama benzer.
Anadolu’ma benzer, bereketli, katıksız.
Anadolu bu kadar güzel ve değerli iken
Türkler Anadolu’ya tepeden paraşütle inmediler, büyük mücadeleler verdiler,
Anadolu toprağını kanlarıyla suladılar. O yüzdendir Anadolu Türkler için
kutsaldır.
Anadolu’nun kapılarını Türklere açan
Büyük Türk Kumandanı Alparslan, Anadolu’yu Türkler’den almak için leş kargaları
gibi üstüne çökenleri çil yavrusu gibi dağıtarak Anadolu’yu ilelebet Türk Yurdu
yapan ise Atatürk’tür.
Ne ilginçtir, 26 Ağustos 1071 Türklerin Anadolu’ya Ahlat’tan,
Büyük Komutan Alparslan’ın stratejik dehası sonucu girdiği tarih iken, bir başka 26 Ağustos 1922 ise Anadolu’dan
asla çıkmayacağımızın ve Anadolu’nun
Türklerin ilelebet vatanı olduğunun Atatürk’ün stratejik dehasının sonucu
tescil edildiği tarihtir. İkisi de 26, ikisi de Ağustos, bu bir tesadüf müdür
acaba?
Önce 26 Ağustos 1071 tarihinin stratejik
konjonktürüne bir göz atacak atalım.
Büyük Selçuklu kumandanı
Alparslan, Anadolu’nun kapılarını
Türklere açma hayali ile çözüm arayışı içindeyken, incelemelerde bulunmak
amacıyla Diyarbakır ve Bitlis yolu ile
Ahlat’a geldiğinde içini bir ferahlığın kapladığını hissetmişti. Ahlat’ın
muhteşem güzelliği karşısındaki hayranlığını dile getirmiş ve Ahlat’ı kendisine
karargah olarak seçtiğini belirtmişti.
Selçukluların kuruluş tarihi olarak
tarihe geçen 1055 tarihini takip eden yıllarda dönemin Muş Valisi ile anlaşan
Selçuklu ordusu Ahlat’ı Bizanslıların elinden almayı başarmış ve kentin başına
da Türk olan Gümüştekin getirilmişti.
Bir süre sonra Ahlat’ta başlayan bir iç
müdahale sonunda Afşin adlı bir kumandan Gümüştekin’i öldürerek Beyliğin başına
geçmişti. Daha sonraları iç karışıklıklar devam etmiş, Afşin’in yerine Ahmet Şah getirilmişti.
Bu fetih sonrası Ahlat’ta imar çalışmaları hızlandırılmış, bu nedenle
kentin çehresi değişmişti.
Alparslan Ahlat’a geldiğinde karşısında
gerek doğal güzelliği, gerekse mamur bir
şehir bulması, hemen yanı başında ise Bizans yönetimi altındaki Malazgirt’e çok
yakın bir mesafede bulunması, kafasında
tasarladığı büyük zafere ulaşmanın tılsımının burada olduğunu anlamıştı.
Alparslan, ilk iş olarak bir önceki
komutan Afşin’i affederek yeniden
Beyliğin başına getirmiş, daha sonra da isyan etmiş bulunan El Basan’ın üzerine
göndermiştir.
Alparslan Ahlat’taki düzeni sağladıktan
sonra, Suriye ve Mısır seferlerine çıkmak üzere
Ahlat’tan ayrılmış.
Bu sırada Bizans İmparatoru Romen
Diogenes, Alparslan’a gönderdiği elçilerle, Ahlat, Erciş ve Malazgirt’in
Bizans’a bırakılmasını istediğini bildirmiştir. Bu haberi alan Alparslan Mısır
ve Suriye seferlerini erteleyerek, süratle Ahlat’a dönmüştür. Bu dönüşten
haberdar olan Romen Diogenes, Tarkhaniones ve Ursel adlı komutanlarını 1070 yılında Ahlat üzerine
göndermeye karar vermiş.
Bu harekatı haber alan Alparslan,
deneyimli komutanlarından Sanduk Bey’i bu saldırıya karşı koymakla
görevlendirmişti. Sanduk Bey, Bizans kuvvetlerini püskürtmekle kalmamış,
ellerinde ne varsa alıp gerisin geriye postalamıştı.
Sanduk Bey, ele geçirdiği ganimetler arasında bulunan,
Hristiyan alemi için önemli bir anlamı olan bir haçı, Halifeye sunulmak üzere o
sırada Hamedan’da bulunan Vezir Nazım-ül
Mülk’e göndermişti.
Bu sırada Selçuklu Sultanı Alparslan’ın
Ahlat’a gelmediğini zanneden İmparator Diogenes, Ermeni kumandanı Basil’in
kumandasındaki bir kıta askeri Ahlat
üzerine yollamış ise de, bu kıta Selçuklu
güçleri tarafından tamamen ortadan kaldırılmıştı.
Bu gelişmeleri İmparator Diogenes’e rapor
edecek bir asker bile bulunamamıştı. Bu gelişmeler olası bir zaferin gelmekte
olduğunu kanıtlayan ipuçlarıydı. Nitekim öyle olmuş, Alparslan 26 Ağustos 1071
Cuma günü, Ahlat’ın Sütey Yaylası mevkiinde
Cuma namazını kıldırmış, atının kuyruğunu kendi elleriyle bağlamı, şu
konuşmayı yapmıştı.
“Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman
ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı
kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.
Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne
kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua
ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum.
Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya
şehit olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip
etsin.
Ayrılmayı tercih edenler gitsinler.
Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ancak ben de
sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim.
Beni takip edenler ve nefislerini ulu Allah'a
adayanlardan şehit olanlar cennete, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır.”
Bu inançlı, etkili, içten ve kutsal
konuşma etkisini göstermiş, 26 Ağustos 1071 Cuma günü akşam saatlerinde koca
Bizans İmparatorluğu’nun, mağrur Kumandanı elleri arkasında bağlı olarak Büyük Türk Kumandanı Alparslan’ın
huzuruna çıkarılmıştı.
Büyük Kumandan, büyüklüğüne yakışır bir biçimde ilk olarak düşmanının
ellerini çözdürmüş, onu öldürmeyeceğine dair güvence vermişti.
Böylece Anadolu’nun kapıları ardına kadar Türklere açılmıştı. Ahlat’a
ise bu kutsal zaferde, bu kutsal Kumandan’a karargahlık, ev sahipliği yapmış
olmanın gururunu taşımak düşmüştü.
Zaferden çok değil bir yıl sonra 1072 yılında Alparslan’ın ölümü
üzerine, Selçukluların başına Alparslan’ın Zafer öncesi konuşmasında belirttiği
gibi, vasiyeti yerine getirilmiş Melikşah seçilmişti. O dönemde Ahlat’ın emiri
ise Ahmet Şah idi. Onun da 1083 yılında ölümü üzerine Ahlat’ta iç karışıklar
çıkmaya başlamıştı. İsmail Türki adlı bir kumandan bu başkaldırıları bastırmış,
yeniden sükuneti sağlamayı başarmıştı.
Bu başkaldırıların ardında Diyarbakır emirliğinde bulunan Mervanilere
geçici olarak bağlanan Ahlat daha sonraları oraya bağlı bir emirlik haline
getirildi. Ancak bu durum 1095 yılına kadar ancak devam edebildi. Çünkü İsmail Türki, yeniden güç kazanmış ve
Ahlat’ı Mervanilerden geri alarak
bağımsız bir beylik haline getirmişti.
İsmail Türki ise, 1098 yılında vefat edince yerine oğlu I. Sökmen
geçiyordu. Bu gelişme Ahlat için yeni
bir başlangıç demek oluyordu.
I.Sökmen, babasının yolundan giderek, Ahlat’ın iç sorunlarını gidermeyi
başarmıştı. Selçuklu Sultanı Melikşah‘ın ölümünden sonra Devleti’nin içinde başlayan karışıklardan
faydalanan I.Sökmen, Melikşah’ın oğlu
Mehmet Tapar ile bir araya gelerek başarılı işler yapmaya başlamışlardı.
Suriye’deki Haçlılar’ın üzerine gönderilen I.Sökmen, burada hastalanarak
Ahlat’a dönmek durumunda kaldı ve 1112
yılında burada öldü. Yerine küçük oğlu İbrahim Şah Ahlat Beyliği’nin başına
geçti. Başa geçtiğinde kendisine karşı büyük kardeşleri isyan etmişlerdi,
bunları saf dışı bıraktı.
Böylece I.Sökmen’in başa gelmesiyle 1100
yılında kurulan Ahlat Şahlar
Beyliği, 1207 yılına kadar devam edecek,
Eyyubilerin ve daha sonra da Moğolların istilasından kurtulamayan Ahlat
Beyliği tarihteki onurlu yerini alacaktı.
Şimdi geliyoruz ikinci 26 Ağustos’a yani 26 Ağustos 1922 tarihine.
O dönemin büyük Türk Kumandanı Mustafa Kemal, Türkiye’nin içinde
bulunduğu koşulları şu sözleri ile anlatmaya çalışıyordu.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu
grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağış
şartları olan bir ateşkes anlaşması imzalanmış.
Dünya Savaşı’nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir bir durumda.
Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşı’na
sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar.
Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve
yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta.
Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz,
onursuz ve korkak; yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber
kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.
Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta…
İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer
bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da.
Adana ili, Fransızlar; Urfa, Maraş ve Antep, İngilizler tarafından işgal
edilmiş.
Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri: Merzifon Samsun’da
İngiliz askerleri bulunuyor.
Her tarafta, yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta.
Sonuçta, konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce,
15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e
çıkartılıyor.
Bundan başka, ülkenin her tarafında Hristiyanlar gizli, açık, özel istek
ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak
ve devletin bir an önce çökmesi için çalışıyorlar.
Daha sonra elde edilen sağlam bilgi ve belgelerle görüldü ki, İstanbul
Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti illerde çeteler kurmak ve
yönetmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla uğraşıyor.
Yunan Kızılhaçı ve Resmi Muhacirin Komisyonu, Mavri Mira heyetinin
çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira heyeti tarafından yönetilen
Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını geçmiş gençler de içinde olmak
üzere, her yerde kuruluşunu tamamlıyor.
Ermeni Patniği Zaven Efendi de Mavri Mira heyetiyle fikir birliği içinde
çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor.
Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde oluşturulmuş ve
İstanbul’daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor.
Durumun dehşet ve korkunçluğu karşısında, her yerde, her beldede bir
takım kişiler tarafından bu duruma karşı kurtuluş çeteleri düşünülmeye
başlanmıştı.
Bu düşünceyle yapılan girişimler, birtakım kuruluşlar doğurdu. Örneğin,
Edirne ve çevresinde Trakya Paşaeli
adıyla bir cemiyet vardı.
Doğu’da Erzurum’da Elazığ’da genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye
Cemiyeti kurulmuştu.
Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk
adında bir cemiyet var olduğu gibi, İstanbul’da da Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti vardı.
Bu cemiyet merkezinin gönderdiği delegelerle, Of ilçesiyle Lazistan sancağında şubeler açılmıştı.
İzmir’in işgal edileceğine dair Mayıs’ın 13’ünden beri açık belirtiler
gören İzmir’deki bazı genç yurtseverler, ayın 14-15’inci gecesi, bu acı durum
hakkında fikir alışverişinde bulunmuşlar ve oldubittiye getirildiğinde kuşku
kalmayan
Yunan işgalinin
İzmir’in Yunanistan’a bağlanmasıyla
sonuçlanmasına engel olmak esnasında birleşerek Redd-i İlhak ilkesini ortaya
atmışlardır.
Aynı gecede bu isteğin yaygınlaşmasını sağlamak için İzmir’de Yahudi
Mezarlığına toplanabilen halk tarafından bir miting yapılmışsa da, ertesi gün sabahleyin Yunan
askerlerinin rıhtımda görülmesiyle bu girişimden beklentileri karşılayacak
sonuç alınamamıştır.
Ülke bu durumda iken alınacak en ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?
İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu
topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar
olmuştur.
YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM
Mustafa
Kemal, bu zafere hazırlanırken şöyle diyordu; “Bağımsızlığa ulaşıncaya değin, bütün
ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma kutsal inançlarım adına and içtim.
Artık ben Anadolu’dan hiçbir yere gidemem.”
Hem bağımsızlığın hem de
Tanrı’nın özenle yarattığı Anadolu’nun önemini tüm içtenliğiyle gözler
önüne sermişti.
Mustafa Kemal, kazanılan bu başarıda
büyük destek ve katkısı olan Türk Kadını için de şöyle diyordu;
“Dünyada hiçbir milletin kadını
milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadınından daha fazla çalıştım
diyemez.”
Evet. Tam da öyle olmuş, bu ağır koşullar
karşısında, kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle bir bütün olan Türk Ulusu,
dahi bir komutan, tıpkı Alparslan gibi yüksek bir savaş stratejisi yeteneği ile
arkasına aldığı Türk Ulusu ile yola çıkmış, 26 Ağustos 1922 tarihinde
Başkumandanlık Meydan Muharebesini kazanarak, bu büyük zaferle, düşmanları birer birer vatandan kovmuş, tüm
Dünya ülkelerinin hayranlığını kazanıp
sonrasında da 29 Ekim 1923 tarihinde
Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuştur.