22 Aralık 2020 Salı

CELAL USTA, MAŞALLAH, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

CELAL USTA, MAŞALLAH!..

Celal Usta ve Pamuk Hanım
  Üç sözcükten oluşan başlıktaki bu ifade, Selçuklu Rönesansı’nın yaşandığı Tarihi Ahlat Kenti’nde yaşamını sürdüren bir taş ustasının, büyük emekler sonucu ortaya çıkardığı, taş yapı eserlerinin  ressamlar gibi altına değil de, tam alnının çatısına  attığı imzadan başka bir şey değildi…           Asıl adı Celal Öztürk olan bu taş ustasına Ahlat halkının  uygun gördüğü lakap ise “Acem Celal” idi. Lakabından da anlaşıldığı gibi, Celal Usta, aslen Azeri kökenli olup, 1915 yılında yaşanan Türk-Ermeni çatışmaları nedeniyle  maruz kaldığı şiddet ve baskı sonucu zorunlu göçe mecbur edilen binlerce  Türk ve Müslüman “Muhacir” ailelerı gibi, Kafkasya’dan yola çıkıp vara vara Elazığ’a kadar gelebilen şanslı kişilerden biriydi.
Elazığ’da ne işi, ne aşı, ne de bir yoldaşı vardı, ama çaresiz de değildi,  gençliği, yeteneği, özgüveni, umutları ve hayalleri onu yüreklendiriyor, gelecek için umut vadediyordu. Çok sürmedi, günün koşullarına göre, ekonomik durumu iyice olan bir ailenin yanında iş bulmayı başarmıştı.  Çalışkanlığı, becerikliliği ile kısa sürede kendini kabul ettirmeyi becerdi.
      Her şey yolunda gidiyordu, artık eli para tutuyordu, huzurlu ve mutlu bir biçimde yaşamını sürdürüyordu. Bir gün hiç beklenmedik, şaşırtıcı bir gelişme oldu, Kafkasya’dan Anadolu’nun içlerine kadar düşmana teslim olmadan gelebilen Celal Usta, bir çift ela göze esir düşmüştü. O ela gözler, şöyle der gibiydi:
      Bir yolcu gözliyirem
       Bir gün gelecek
       Bir hayal kuriram
       Heç bitmeyecek…
      İşte o yolcu çıkıp gelmişti, taa Kafkasya’dan, adı Celal, bitmeyecek olan ise hayallerdi.
      Bir şirin gülüş vurdu meni en derinden
       Bakınca gamaşdı gözlerim gözelliğinden
       Sevirem sözü yıkdı meni derinden
       Bırak izimi ey peri, meni sevmeyeceksen.
Celal Usta ve Ailesi


      Esiri olduğu bu ela gözlü dilber, çalıştığı evin genç ve güzeller güzeli kızı Pamuk idi. Bu destansı aşk, dünyanın her yerinde milyonlar kere yaşananlar gibi “zengin kız, fakir oğlan” yaşanmışlıklarının, ne ilk ne de son olmayan yeni bir versiyonuydu.. Çoğunda olduğu gibi bu aşkta da aileyi ikna etmek kolay olmayacaktı. Nihayet aile ikna edilmiş, sevenler birbirlerine kavuşmuş ve  mutlu sona erişilmişti.

      İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur, örneğinde olduğu gibi, Celal ile Pamuk kanatlanıp uçmayı kafalarına koymuşlardı. Bu düşüncelerle Azerbaycan’a dönmenin, oraya yerleşmenin hayalleri ile dolup taşmaktaydılar. Edindikleri, o günün koşullarındaki en önemli ulaşım aracı olan bir at ile hayallerine, ideallerine erişmek üzere yola koyulurlar.
      Hacca gitmeye kalkışan karıncanın, sen bunu başaramazsın diyenlere verdiği  “gidemezsem hiç olmazsa bu yolda ölürüm” yanıtında olduğu gibi, iki sevdalı yürek, bir atın sırtında, tüm zorlukları göze almaktan çekinmezler…
      Kader’e bakınız ki yolları Ahlat’a düşer, burada birkaç gün mola verecekler, hem kendileri hem at dinlenecek, ama bir aksilik olur at hastalanır, çevredeki insanlardan yardım alırlar, atın iyileşmesi için dua ederler ne var ki at günden güne iyileşeceğine kötüleşir ve sonunda ölür.
      Bütün hayalleri suya düşmüştür, çok üzgündürler. Yeni bin at bulmak, kalınan yerden devam etmek, o günün koşullarında çok kolay olmasa gerek, çaresizdirler, Ahlat’ta kalmanın dışında bir seçeneklerinin olmadığının bilincinde olmalılar ki,  öyle yaparlar…
      Ahlat’ta mutludurlar, Celal Usta, ekmeğini taştan çıkararak yuvasını geçindirir. Bir  çocukları olur, mutlulukları fazla sürmez, çok geçmeden bir hastalık çocuklarını ellerinden alır, üzgün ama umutsuz değiller. Veren Allah bir başkasını da verir umuduyla teselli bulurlar. Ne acıdır ki, ikinci ve üçüncü çocukta aynı akibete uğrar.
      Yılmazlar, dördüncü çocukları olduğunda adını “Duran” koyarlar, kalsın yaşasın diye. Tanrı dileklerini kabul eder, Duran yaşar, ikincisinin adını ise “Dursun” koyarlar, Dursun  da bu dünyada durur ve yaşar. Acı ve hüzünlü  günler geride kalmıştır, mutludurlar artık.
      13. Yüzyılda, Kubbet-ül İslam unvanı ile taçlandırılan, 300.000 nüfusu ile o günün dünyasının en büyük beş kentinden biri olan Ahlat’ın nüfusu son dönemlerde 3.000’e kadar düşmüştü. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte yeni bir ruh ile yeniden küllerinden yaratılmaya çalışılıyordu.
      Dönemin Ahlat Kaymakamı Mazlum Yegül, çağdaş ve modern bir kent yaratmak için kolları sıvamış gece gündüz demeden çalışıyordu. Önce Ahlat’a iki büyük cadde açılmış biri Van Gölü’ne paralel, Tatvan-Adilcevaz  güzergahındı, diğeri ise bunu kesen Ahlat-Malazgirt ekseninde.

     Malazgirt Caddesi,  Ahlat kent parkının önünden başlayıp kuzeye doğru uzanıyor. Yaklaşık 1,5 kilometre mesafede 5 yol mevki var. Buraya beş yol denmesinin nedeni, kuşkusuz aşağıdan gelen yolun buruda beş yöne ayrılmasından kaynaklanmaktadır. Yollardan biri doğuya yönelerek Malazgirt istikametine, bir diğeri batıya dönerek Tatvan istikametine, geriye kalan iki yol ise, biri Celal Usta’nın evinin sağından  dönemin Belediye Başkanı Yusuf Özdemir’in evine doğru, diğeri ise Celal Ustanın evinin solundan dönemin Muhtarı Abdurrahman Akpolat’ın evine doğru gidiyor. Beş yolun en alımlı ve manzaralı yerinde ise Celal Usta’nın kendisi için yaptığı kutu gibi evi var.  Evin ne sağında ne de solunda başka bir ev yok. Evin tam önündeki ceviz ağacını ise, Fransız Rönesans ressamları manzarayı tamamlamak için  özenerek oraya yerleştirmiş, tabloyu tamamlamışlardı. Sanki.
      Celal Usta, yaptığı  evlerin üzerine öylesine kocaman bir imza atıyordu ki, kente dışarıdan gelenler çok uzak mesafelerden bu imzayı görüp, Celal Usta’nın eseri olduğunu kolaylıkla anlayabiliyorlardı.. Selçuklu sanatçıların imzalarını küçük boyutlu taşlara kazıyıp eserlerinin en az görülen bir köşesine “Kitabe” tanımlaması ile yerleştirirken, Celal Usta imzasını beyaz kireçle, kırmızı renkli “Ahlat Taşı”na nakşediyordu. Doğal olarak, acımasız doğa koşulları gereği bu imzalar, Selçuklu ustalarının ki gibi yüzyıllar boyu değil de on yıllar içinde doğanın acımasızlığına fazla direnç gösteremeden okunması mümkün olmayan bir görüntüye dönüşüyorlardı.
      Celal Usta’nın pek çok özelliğinden biri de sesinin çok güzel olmasıydı.  Yaptığı binaların üzerinde çalışırken, ezan vakti geldiğinde, hemen abdestini tazeleyip inşaatın üzerinden vakit ezanını okumayı alışkanlık haline getirmişti. Bu alışkanlığını, her yıl ramazan ayı boyunca evinin damından akşam ezanını okuyarak,  kent halkına iftar saatini bildirerek sürdürürdü.  Sesi çok  gürdü, mahallenin hemen her köşesinden duyulurdu. Ama onu zorlayan bir rakibinin olduğunu da söylemek gerek, o da Gardiyan İsmail idi. Gardiyan İsmail de kendi evinin damından ezan okurdu, kuşkusuz ikisi arasında bir rekabet söz konusuydu. Bu konuda benim görüşümün söz konusu olması halinde tercihimin Celal Usta’dan yana olacağını söyleyebilirim.
Celal Usta Ebedi İstirahatgahinda


      Babamın Ahiret Kardeşim dediği Hacıdervişin Mehmet, bir gün bize ziyarete gelmişti. Atını bahçedeki dut ağacının altına bağlamıştı. Atı orada görünce içimden ata binmek  isteği geldi. 12-13 yaşlarındaydım, boyum ata binmeye yetmiyordu, önce atın yularını açtım, sonrada dut ağacının dalına çıkarak oradan ata binmeyi becerdim. At bir türlü yerinden kımıldamaya yanaşmıyordu. Üzerinde tepinmeye başladım, at baktı çare yok, “eh günah benden gitti, sen arandın, sonucuna da katlanacaksın” dercesine yola doğru yürümeye başladı. Karşıdan Celal Usta’nın evi görünüyordu, bir süre o istikamette yürüdü, tam eve yaklaşıyorduk ki, at birden sola doğru bir dönüş yaparak yoldan çıkmaya başladı ve hızını da bir miktar artırdı. İyice hızlanınca işin sonunun kötü olacağı kanısına vardım ve paniğe kapılmaya başladım. Tam da Celal Usta’nın evinin yakınına gelmiştik, çığlığım çıktığı kadar bağırmaya başladım.
      Sesimi çevreye duyurabilmiş bir miktar rahatlamıştım. Sesimi duyan, Celal Usta’nın, yaşasın diye adını “Dursun” koyduğu oğlu, şimşek gibi evden fırlayıp bana doğru koşmaya başladı. Arkasından ağabeyi “Duran” da bana doğru koşarak geliyordu.  İkisi birden  atı durdurup beni  üzerinden sağ salım indirdiler ve götürüp  eve teslim ettiler. Minnettarım.
     
Tahsin Yaşar Öztürk İlhami Nalbantoğlu

Celal Usta’nın oğlu Tahsin ile aramızda bir yaş fark vardı,  o dönemde eğitim sisteminde var olan “Orta Okul” bitirme sınavlarına girecektik.  Komşularımızdan marangoz “Mecit Usta”nın boş bir evi vardı. Akşamları burada geç saatlere kadar ders çalışmak için izin almıştık. Tahsin, Necmi Aydoğan, Cengiz Çiroğlu, Erdoğan Uslu, Tuna Öktem ve ben  gaz lambası ışığında birlikte ders çalışıyorduk. Bir ara camda bir karaltı hissettik, camdan baktığımızda Celal Usta’nın büyük oğlu Duran bizi gözetliyordu.
      Ertesi gün bir açıklama gelir diye bekliyorduk ki o açıklama geldi ve aynen şöyleydi. “Ben sizin çalışıp çalışmadığınızı, kimin dersi kaynatmaya çalıştığını anlamak için kontrol ediyordum.” Toplu ders çalışmanın yararını görmüş, hepimiz mezun olmuştuk.
      Liseye ben Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde, Tahsin ise İstanbul Eyüp Lisesi’nde başlamıştı. Ertesi yıl ikimiz de eğitimimize Bitlis Lisesi’nde devam etmek durumunda kalmıştık. Bu yüzden ikimiz aynı evde birlikte yaşadık ve pek çok renkli anılarla dolu bir bagajımız var…
      Celal Usta ve Pambıh Eze’yi rahmetle ve minnetle anıyoruz… 

1 yorum:

  1. Ağzına yüreğine sağlık.Güzel bir hayat hikayesi olmuş.Son derece Edebi ve o derecede akıcı bir anlatım.Yakışmış kardeşime❤️❤️❤️❤️❤️

    YanıtlaSil

ilaminal71@gmail.com