23 Şubat 2018 Cuma

KÜFREVİZADE ABDÜLBAKİ EFENDİ VE BİTLİS HADİSESİ, Abdülaziz KARDAŞ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI

             KÜFREVİZADE ABDÜLBAKİ EFENDİ
VE BİTLİS HADİSESİ
Abdulaziz KARDAŞ
             Küfrevizade Abdülbaki Efendi, 1872 yılında Bitlis’te doğdu. Babası Siirt’in bir köyü olan Küfra (Şirvan)’dan Bitlis’e yerleşmiş, Nakşibendi Şeyhi Muhammed Efendi, annesi Fatma Hanım’dır.
Abdülbaki Efendi
Küfrevizade Abdülbaki Efendi, eğitimine babasının tekkesinde başlamış, dana sonra bölgenin önde gelen din adamlarından dersler almıştır. Eğitimi sırasında Arapça ve Farsça öğrenmiş, daha sonra tekkesinde ve bölgede halkın aydınlatılmasına çalışmıştır. Bu nedenle nüfuzu sadece Bitlis ve çevresiyle sınırlı kalmamış, İran ve Rusya’nın bazı bölgelerinde yaşayan Müslümanlar arasında da yayılmıştı.
Böylece çok geniş bir coğrafyada itibar gören Küfrevizade Abdülbaki Efendi, halkı tahriklere karşı uyanık tutmuş ve onların birlik ve beraberlik içinde yaşamalarını sağlamaya çalışmıştı.
Bu nedenle, başta Osmanlı Devlet adamları olmak üzere yörede vatan hizmetinde bulunan askeri-ticari görevliler üzerinde de derin izler bırakmıştı. Osmanlı Hükümeti de Küfrevizade Abdülbaki Efendi ve ailesinin taleplerinin karşılanmasına çok önem vermiştir.
Küfrevizade Abdülbaki Efendi’nin babası Şeyh Muhammed Küfrevi, vefat ettikten sonra ailenin geçimini sağlamak amacıyla Maliye Nezareti, 6 Ekim 1913 tarihinden itibaren Küfrevi Ailesine maaş bağlamıştı. Ancak Aiileye ait olan Küfrevi Tekkesi ve Muhammed Küfrevi’nin mezarını ziyaret etmek amacıyla Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinden, Rusya ve İran’dan gelen birçok kişi burada ağırlandığı için bu maaş yetersiz kalmıştı.
Kasım KÜFREVİ
Küfrevi Ailesi’nin Hükümet ve Memleket işlerinde gösterdiği yararlı faaliyetleri ve halkın aydınlatılmasındaki önemini göz önüne alan Bitlis Valisi Mazhar Müfit Bey, 22 Aralık 1913 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne başvurarak söz konuşu maaşın yükseltilmesini talep etmiştir.
Küfrevizade Abdülbaki Efendi’nin bölgedeki etkinliğini gösteren en önemli olay, Bitlis ve çevresinde etkili olan “Bitlis Hadisesi”dir.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin son döneminde Rusya ve batılı devletlerin desteğini alan Ermeniler, bölgedeki faaliyetlerine hız vermişti. Ruslar, tarihi emellerine ulaşmak amacıyla Ermenilerin yanı sıra bölgede yaşayan Müslüman Kürtleri de elde etme çabası içinde olmuşlardır. Bu maksatla Kürtler arasında nüfuz sahibi olanları yanlarına çekmek için birçok yolu denemekten geri durmamışlardı. Rus tahrik ve desteğiyle altyapısı iyice hazırlanan isyan 8 Mart 1914 tarihinde başlatılmıştı.
Bitlis Hadisesi’yle ilgili üç isim dikkat çekmekteydi. Başta Gayda Tekkesi Şeyhi Şehabettin, aynı tekkenin idari işleriyle meşgul amcazadesi Seyyid Ali ve şeyhinin halifesi Molla Selim gelir. Bu üç isim de halk üzerinde nüfuzlu şahsiyetler oldukları kadar Van Bölgesinde tekke sahibi Seyyid Taha ile de rabıtaları vardı. Bunlar yöre halkını Hükümete ve ıslahatlara karşı ayaklandırmak maksadıyla çeşitli faaliyetlerde bulunmuştu. Bölgenin yapısı ve Rusların buradaki emellerinden dolayı isyanın tehlikeli bir hal almasına yol açma ihtimalini göz önünde bulunduran Hükümet, zamanında harekete geçerek isyanı bastırmıştır. İsyanın liderlerinden Molla Selim tutuklanmış ve sorgulanmak üzere Bitlis’e götürülürken yandaşları tarafından Jandarmanın elinden zorla alınmıştı. Bölgeden gelen takviye, Jandarma birliklerinin müdahalesiyle isyan tamamen bastırılmış ve Molla Selim, üç yandaşı ile Bitlis’teki Rus Konsolosluğuna sığınmıştır.
Bitlis'teki Küfrevi Türbesi
Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra, Rusya bu kişileri kayıtsız ve şartsız olarak Hükümete teslim etmişti. Bitlis Hadisesi, bir Rus komplosuydu. Rus Konsolosluğu’nda başlayan, Rus Konsolosluğu’nda biten bir isyandı. Hadise, bütün bölgede olduğu gibi Mitki ve Garzan’da da halkı ve aşiretleri üzmüştü. Bu nedenle bunlar Sedaret Makamına ve dahiliye Nezareti’ne gönderdikleri telgraflarla Osmanlı Halifesi’ne bağlılıklarını bildirmişlerdi.
Bitlis Hadisesi’nin bastırılmasından sonra 28 Nisan 1914’te Osmanlı Dahiliye Nezareti, Talat Paşa imzasıyla Van ve Bitlis vilayetlerine birer şifreli yazı göndermişlerdi. Yazıda Bitlis Hadisesi esnasında faydalı hizmetlerde bulunduğu tespit edilen ve bu hizmetlerinden dolayı ödüllendirilmeyi hak eden kişilerin isimleri ve ne suretle ödüllendirilmeleri gerektiğinin bildirilmesi istenmişti.
            Bu istek üzerine Bitlis Valiliği’nden 7 mayıs 1914’te gönderilen cevapta; Bitlis Hadisesi esnasında askere yardım etmek amacıyla adamlarıyla teşkili teklif eden ve en evvel silah alan Bitlisli Hacı Necmettin Efendizade Şemsettin ve asilerin teklifine sureti katiyede red cevabı veren Bitlis’te mukim Küfrevi Şeyhizade Şeyh Abdülbaki ve Hacı Fazıl Efendizade Şeyh Mehmed ve o günlerde Mutki’de bulunarak Hükümet lehine çalışan Şeyh Fthullahzade Şeyh Alauddin ve aynı zamanda Hükümet lehinde çalışan Norşinli Şeyh Ziyauddun  efendilerin Beşinci Rütbe’den birer nişan ile ödüllendirilmeleri teklif edilmiştir.
            Bitlis’ten gönderilen teklif yazısı üzerine 12 Mayıs 1914 tarihinde çıkarılan bir “İrade-i Seniyye” ile adı geçen şahıslar Beşinci Rütbe’den birer “Mecidi Nişanı” ile ödüllendirilmişlerdir. Dahiliye Nezareti, 16 Mayıs 1914 tarihinde Bitlis Vilayeti’ne çektiği bir telgrafla bu ödüllendirmenin yapıldığını bildirmiştir.
Mustafa Kemal Paşa
MUSTAFA KEMAL PAŞA İLE TANIŞMA
            Avrupa  devletleri arasındaki siyasi, askeri ve iktisadi rekabet gibi başlıca sebeplerle çıkan  dünya savaşına kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti de katılmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Doğu Cephesi’ndeki askeri harekatı, 1 Kasım 1914’te Rus Ordusunun sınırımızı geçmesiyle başlamıştı. Bunun üzerine Küfrevizade Abdülbaki Efendi ve Bitlis’in önde gelen aşiret reisleri ile din adamları; yöre halkının düşmanla mücadeleye girmesi ve vatanın savunulması için büyük çaba sarfetmişti.
           Ancak, bütün mücadelelere rağmen Ruslar ilerlemeye devam ederek, 3 Mart 1916 tarihinde Bitlis’i işgal etmişlerdi. Rusların Bitlis ve çevresini işgali üzerine binlerce kişi mülteci durumuna düşerek Diyarbakır’a sığınmıştı.
            Küfrevi Ailesi’de Bitlis’in işgali esnasında önce Silvan’a, ardından da Diyarbakır’a göç etmişti. Burada kaldıkları süre içinde masraflarının Hükümet tarafından karşılanması amacıyla Muş Mebusu İlyas Sami Bey vasıtasıyla talepte bulunulmuş, Hükümet de yapılan bu talebi uygun bularak kendilerine yeterli miktarda tahsisatta bulunmuştur. Başkumandanlık Vekaleti, Rusların Anadolu içlerine ilerlemesini engellemek amacıyla harekete geçerek Çanakkale Muharebeleri’nden sonra 2’nci Ordu’yu Doğu Bölgesi’ne göndermeyi kararlaştırmış ve bu ordunun kumandanlığına da Ahmed İzzed Paşa’yı tayin etmişti. Albay Mustafa Kemal’i de 16’ncı Kolordu Kumandanlığına tayin etmiştir.
            Albay Mustafa Kemal, 27 Mart 1916’da Diyarbakır’a giderek göreve başlamıştır. Daha sonra karargahını Silvan’a nakletmiş ve 1 Nisan 1916’da Mirlivalığa (Tuğgeneral) terfi ettirilmiştir.
            Mustafa Kemal Paşa, Bitlis’e giderek komutayı ele almış ve çalışmalarına başlamıştır. Bu çerçevede Bitlis’te bulunan ordu kumandanları, aşiret reisleri ve din adamlarıyla görüşmeler yaparak Bitlis’in ve bölgenin düşman işgalinden kurtarılması için faaliyetlerde bulunmuştur.
            Mustafa Kemal Paşa’nın Küfrevizade Abdülbaki Efendi ile tanışması ve dostluğu, Birinci Dünya Savaşı döneminde Silvan’dan Bitlis’e gitmesiyle başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın bu aileyi daha önceden de tanıdığı kuvvetle muhtemeldir. Yine bu dönemde, Kafkas Cephesi, 2’nci Ordu ve daha sonra Kafkas Orduları Grubu Komutanlığı’na tayin edilen Ahmet İzzed Paşa da Küfrevi Ailesiyle tanışmış ve dostluk kurmuştu.
            Mustafa Kemal Paşa, 7 Kasım 1916’da Bitlis Cephesi’ni denetlemek amacıyla beraberinde 5’inci Tümen komutanlığına yeni tayin edilen Albay Ali Fuat Cebesoy ve 16’ncı Kolordu Kurmay Başkanı İzzettin Çalışlar olmak üzere Silvan’dan Bitlis’e hareket etmiştir. 9 Kasım’da Duhan’a ulaşan Mustafa Kemal Paşa, ertesi gün Ali Fuat ve İzeddin beylerle birlikte Bitlis’e varmıştır.
            Mustafa Kemal Paşa’nın Bitlis’teki izlenimleri Hatıra Defteri’nde şu şekilde geçmektedir; “Öğlenden evvel saat 10’da El-Şeyhuttani el-Halidi Mehmet Efendi, el-Nakşibendi-i Küfrevi’nin Kızılmescit Mahallindeki Türbesini ziyaret ettim. Küçük bir türbe şeyhin merkadi ve yanında biraderzadesi olduğunu türbedarın ifade ettiği bir zatın merkadi vardır. Şeyhin merkadinin örtüsü sırma işlemeli, yakut, elmas gibi taşlarla müzeyyen diğer merkad dahi sırmalı işlemeli örtülüdür.”
            Bitlis’in işgali sırasında Rus ve Ermenilerce kutsal yerler tahrip edilmişti. Tahrip edilen ve yıkılan yerler arasında Küfrevi türbesi’de bulunmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa, Bitlis’te bulunduğu sırada Küfrevi Ailesini ziyaret etmişti. Bu ziyaretten memnun olan Küfrevizade Abdülbaki Efendi’nin annesi Fatma Hanım, Mustafa Kemal Paşa’ya; “Allah seni Padişah yapsın”  şeklinde dua etmişti. Paşa’nın sonradan Cumhurbaşkanı olması üzerine bu dua Küfrevi Ailesi’nin fertleri tarafından gururla anlatılmaktadır.
            Mustafa Kemal Paşa, Bitlis ile Muş’un kurtarılması için gittiği bölgede 8’inci Tümen Kumandanı Nuri Conker, Tabur Kumandanı Binbaşı Fuat Bulca, Refet Bele, Ali Çetinkaya ve Albay İsmet İnönü gibi önemli komutanlarla birlikte çalışmıştı. Ayrıca burada bulunan Küfrevizade Abdülbaki Efendi, Mutki Aşiret Reisi Hacı Musa Bey ve kardeşi Nuh bey, Şeyh Ziyaüddin Efendi, Ohinli Şeyh Alauddin Efendi ile Bitlis Mebusu Sadullah Bey’i tanıma ve birlikte çalışma imkanı bulmuştu.
            Birinci Dünya Savaşı döneminde Bitlis’te bulunan aşiretlerin ve din adamlarının oluşturdukları milis ve gönüllü birliklerin önemli katkısı olmuştur. Bu katkı, Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal Paşa’nın çalışmalarıyla da sürdürülmüştü. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın 16’ncı Kolordu Kumandanı iken burada kurduğu dostluklar, Milli Mücadele ve sonraki dönemlerde birçok sorunun çözülmesini kolaylaştırmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, 18 Aralık 1916’da Ahmet İzzed Paşa’nın izinli olarak İstanbul’a gitmesi üzerine 2’nci Ordu Kumandanlığını vekaleten yürütmeye başlamıştı.
Mustafa Kemal Paşa, 16 Şubat 1917’de Hicaz Kuvve-i Seferiye kumandanlığına atanmıştı, Bitlis bölgesinden uzaklaşmasına rağmen Küfrevi Ailesiyle olan dostluk ve irtibatını koparmamıştı. Paşa Bitlis’teki gelişmelerin yanında Küfrevilerin durumu ve istekleriyle de yakından ilgilenmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın desteği ile Küfrevi Ailesi’nin bölgedeki aşiretler üzerindeki nüfuzunu göz önüne alan Hükümet, Meclis-i Vükela kararıyla Küfrevi Ailesi’ne maddi destekte bulunmuştu.
Mustafa Kemal Paşa’nın Küfrevizade Abdülbaki Efendi ile iletişim ve ilişkisini gösteren çok sayıda mektup bulunmaktadır. Bu mektuplardan biri 27 Ağustos 1917 tarihli olup Halep’ten gönderilmiştir. Mektup şu şekildeydi;
Mustafa Kemal Atatürk
“Küfrevi Şeyhi Abdülbaki Efendi Hazretlerine, Muhterem Efendim, 3 Ağustos 1917 tarihli mektubunuzu yirmi üç gün sonra Halep’ta aldım. Matlubunuzun husülünü arzu ettiğime elbette emniyet edersiniz. Mektubunuzu İstanbul’da iken alamamış olduğumdan müteessirim. Yaverim vasıtasıyla Sadrazam Paşa Hazretlerine gönderilen mektubunuzun daha o zaman takdim edilmiş olduğunu mumaileyden anladım. Her halde arzunuzun is’af edileceğini ümid ile zat-ı alilerine ve rüfekanıza takdim-i selam ederim. Efendim. Yedinci Ordu Kumandanı Mirliva M. Kemal”
Osmanlı Hükümeti, Birinci Dünya Savaşı yıllarında aşiretlerin devlet aleyhindeki faaliyetlerini engellemek ve bunların devlete ittatlerini sağlamak amacıyla onlara nasihatte bulunmak üzere Küfrevizade Abdülbaki Efendi’yi görevlendirmişti. Küfrevizade Abdülbaki Efendi’nin nasihat ve ikazları aşiretler üzerinde büyük tesir göstermişti. Bu nedenle 4 Ağustos 1917’de Daire-i Meşihat-ı İslamiye, Şeyhülislam Musa Kazım imzasıyla Sadrazamlık Makamına başvurarak, Küfrevizade Abdülbaki Efendi’nin Dördüncü Rütbeden “Mecidi Nişani” ile  ödüllendirilmesini istemişti.
Bu istek, 6 Ağustos 1917’de çıkarılan bir İrade-i Seniyye ile Küfrevizade Abdülbaki Efendi’ye Dördüncü Rütbeden Mecidi Nişanı verilmiştir. Osmanlı Hükümeti ayrıca Harbiye Nezareti’nin mestüre tertibinden (örtülü ödenek)  Kürfevizade ve kardeşi Abdülbari Efendiye maaş bağlamıştı.
Ancak, Birinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu mali sorunlar nedeniyle devletin aileye vermekte olduğu maaşı da etkilemiş ve Dahiliye Nezareti’nin isteği doğrultusunda söz konusu maaş kesilmişti.

  

11 Şubat 2018 Pazar

DURUM-ŞUBAT 2018, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

DURUM-ŞUBAT 2018
 
       Değerli okuyucularımız,
       Son zamanlarda güzel Türkçemizin organize bir saldırıya maruz kaldığına üzülerek tanık oluyoruz.
       Dünya dilleri arasında pek çok özelliğe sahip olan dilimizde sanki bazı sözcüklerin karşılığı yokmuş gibi yerine uydurma sözcükler kullanma gafletini görüyoruz.
       Yaşlı başlı dede üç yaşındaki torununa “dedeciğim”, anne yavrusuna “yavrum” demek yerine “anneciğim” diye hitap ediyor.
       Özellikle gençler, evet yerine “yani” ya da “aynen” gibi uydurma sözcükleri kullanmayı övünülecek bir şeymiş gibi gerinerek söylüyor.
       “O iş bende”, “lansman” ve benzeri birçok uyduruk sözcüğü kullanmak suretiyle güzel Türkçemize ne denli büyük bir zarar verdiklerinin farkında değiller sanki!..
       Oysa, dilimizde  bu uydurma sözcüklerin yerini fazlasıyla dolduracak sözcüklerimiz vardır. O halde bu aymazlık neden, bunu kimler topluma dayatıyor diye düşünmek ve bu gafletten uzak durmak gerekmiyor mu?
       Saygılarımızla…


AHLAT'IN KURTULUŞ GÜNÜ NEDEN KUTLANMAZ?, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, lhami NALBANTOĞLU

AHLAT'IN KURTULUŞ GÜNÜ NEDEN KUTLANMAZ?
            Bundan yaklaşık 30 yıl kadar önce “Ahlat Kültür Haftası”nı başlatırken, ne yerel yönetimlerin ne özel sektörün, ne de halkın, bir kültürel etkinliği kutlamak için ekonomik bir destek vermesi söz konusu değildi.
            Bir avuç “Ahlat Sevdalısı” kendi olanakları ile bu hareketi başlatmış, emekleri ile bir başarıya imza atmışlardı.
            Zaman çok değişti, Türkiye büyüdü, olanaklar arttı, artık her kurumun, her kuruluşun ekonomik gücü arttı. Üniversite kuruldu, özel sektör büyüdü, halkın ekonomik gücü arttı. Devlet bütçesine bu tür faaliyetlerin yapılması için ödenek kondu.
            Olanaklar bu denli artmışken, kimsenin aklına “Tarihimizi canlı tutmak, gelecek kuşaklara taşımak, bu uğurda canlarını veren ve bu kutsal hazineyi bizlere emanet eden atalarımızı anmak, onlara olan şükran duygularımızı göstermek” gibi bir kavram gelmiyor mu?
Bu bizim borcumuzdur, bu borcu ödemezsek tarihimize ihanet etmiş olmaz mıyız?
 


YÜZ YIL ÖNCE 21 ŞUBAT'TA AHLAT KURTULMUŞTU, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

YÜZ YIL ÖNCE 21 ŞUBAT'TA AHLAT KURTULMUŞTU!..
13. Yüzyıl Türk-İslam dünyasının en gelişmiş, en uygar kentlerinden biri olan Ahlat, 300.000’e varan nüfusu ile döneminin dünyadaki sayılı kentlerinden biri durumundaydı. Tarih süreci içerisinde üstlenmiş olduğu misyon gereği olarak “Kubbe-tül İslâm”, günümüz Türkçesi ile  İslam’ın Kubbesi unvanı ile taçlandırılmıştı. Bir başka ifade ile İslam’ın doruk, yani zirve noktasıydı.
Ahlat, o dönemin muhteşem tarihi ve kültürel zenginliğini günümüze kadar taşıyabilmiş ender yelerden birisidir.
Tarihi belgelere göre M.Ö. 3000 yıllarında kurulduğu anlaşılan Ahlat,  Türklerin Anadolu’yu yurt edindikleri döneme kadar pek çok değişik kavimlere ve uygarlıklara beşiklik etmiştir.  Özellikle Selçuklular döneminde çok parlak bir misyonu üstlenmiştir.  Dana sonra Osmanlılar döneminde “Ata Yadigarı Şehir” ve “Ruhaniyatlı Şehir” olarak adlandırılmış ve Osmanlı Padişahları tarafından büyük iltifat görmüştür.
Ahlat, üstlenmiş olduğu bu müstesna misyonu ile hemen  tarihin her döneminde stratejik konumundan ötürü tüm egemen güçlerin gözdesi olma özelliğini sürdürmüştür. Bu nedenle pek çok kereler el değiştirmiş, pek çok kereler işgal edilmiştir ve pek çok kereler yakılıp yıkılmaktan kendini koruyamamıştır.
Bu saldırı ve işgallerin sonuncusu
 1915-1916 tarihindeki Rus istilasıdır. Geçmişte pek çok kereler olduğu gibi bu dönemde de  tarihinin en acımasız katliamına ve talanına maruz kalmaktan kurtulamamıştı Ahlat.
Dönemin Rus İmparatoru Çar Deli Petro’nun sıcak denizlere ulaşma hedefi şeklindeki vasiyetini yerine getirmek isteyen Rus kuvvetleri hızla Anadolu’yu işgal etmeye başlamışlardı. İşgalci güçlerin Rus Kumandanı General Şarpantiye, Adilcevaz’ı işgal ettikten sonra Ahlat’a doğru ilerliyordu. 
Şarpantiye, 3’üncü Rus Maverayibaykal Kazak Livası’nı da güçlerine katarak  Ahlat’a doğru ilerlemeye başlamıştı.  Ruslar bu taarruza yaklaşık olarak 36 süvari ve Kazak bölüğü ve 22 topla başladılar. Bunlara ek olarak 3’üncü Maverayibaykal Kazak Livası da dahil edilmişti.
Rus işgal kuvvetlerinin 3’üncü Maverayibaykal Kazak Livası Adilcevaz cephesinden taarruz ederken, Kafkas Süvari tümenleri de Malazgirt yönünden gelerek  Ahlat’ı kuşatmışlardı. Takvimler  29 Haziran 1915’i gösteriyordu. Dönemin askeri ve stratejik koşulları  Ahlat’ın savunması için ancak 2 Taburluk bir kuvveti ayırabilmişti. Bu birlik, Rus askerleri karşısında fazla bir direnç gösteremeyeceği düşüncesiyle askeri bir strateji olarak kenti terk etmeyi tercih etmişti. Bu manevra ile büyük zayiat vermenin önüne geçilmişti. Ancak, olanakları kenti terk etmeye uygun olanların dışında kalan yoksul ve fakir Ahlat halkı, Ahlat’a gelene dek işgal edilen her yöremizde olduğu gibi Ermeni ve Rus katliamından nasiplerini  almaktan kurtulamamışlardı.
O günleri yaşayan bir vatandaşımız maruz kalınan bu acımasız katliamı şöyle dile getiriyordu. “İşgal sırasında gücümüz elverdiğince çarpışıyorduk. Rus askerleri ve Ermeni çeteleri haince, hunharca ve acımasızca Kent’te karşılaştıkları herkesi kesip kurşuna diziyorlardı.”
Ahlat’ın işgalinden kısa bir süre sonra Türk Komutanı Abdülkerim Paşa, 3’ncü Ordunun sağ cenahı ile Ruslara karşı taarruza başladı. Abdülkerim Paşa karşısında tutunamayacaklarını anlayan işgal kuvvetleri, 24 Temmuz akşamı Ovakışla’dan başlamak üzere karanlıkta Ahlat’ı terk ederek Adilcevaz’a doğru geri çekilmek zorunda kalmışlardı. 24 Temmuz 1916 akşamı Ahlat’ı terk eden işgalci  düşman kuvvetleri, kin ve nefret duygularını dizginleyemiyor ve  4 Şubat 1916 tarihinde Chernozubov komutasında bir kez daha Ahlat’a saldırarak, ikinci defa  işgal ediyorlardı.
8 Ağustos 1916 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 2’nci Orduya bağlı 16’ncı Kolordunun 8’inci Tümeni tarafından Bitlis düşman işgalinden kurtuldu. Mustafa Kemal’in ileri taarruz emri vermesi üzerine 8’inci Türk Piyade Tümeni ve milis halk tarafından taarruza devam edilerek Rahva Ovası’na kadar düşman kovalandıysa da daha ileriye gidilemedi.
Tarih durağan bir periyot değil, yaşayan bir süreç ve ne zaman ne olacağını  kestirmek mümkün değil. Hiç beklenmeyen bir anda Rusya’da meydana gelen ihtilal, bir anda her şeyi tersine çeviriyor ve Ruslar palas pandıras pıllarını pırtılarını toplayarak alelacele Rusya’nın yolunu tutuyorlardı. Böylece Sovyet Blokunun sıcak denizlere açılma hevesi de kursaklarında kalıyordu. Türk birlikleri de bunların peşine düşüp kovalıyordu. Ancak  çekilirken de ellerinden gelen ne varsa geri koymuyor, yapabildikleri en acımasız katliamlarına devam ediyorlardı.
Tatvan’la Ahlat arasındaki Zığak   Köyü (Sarıkum) o tarihlerde Ahlat’a bağlıydı, Tatvan’da Ahlat’a bağlı bir köydü buradaki vahşet unutulacak gibi değildi. Düşman tarafından yerlere ucu sivri demir kazıklar çakılmış, başta hamile kadınlar olmak üzere, kadın, çocuk, kız ve yaşlı demeden insanlar karınları üzerine bu kazıkların üzerine atılmışlardı. Kazıklar birçoklarının karınlarından girmiş, sırtlarından dışarı çıkmıştı. Bu vahşet, tarihin kanlı sayfalarındaki yerini alıyordu böylece.
İşgal sırasında Ahlat’ın Kırklar Mahallesinde mahsur kalan 18 Türk Askerini Satı Kadın adındaki bir kahraman kadın pratik zekası ile azgın Rus askerlerinin saldırısından kurtarmayı başarmıştı.
29 Haziran 1915 tarihinde başlayan kabus,  2 yıl 17 gün sonra 21 Şubat 1918 tarihinde sona eriyordu. 
Tarihin her döneminde paylaşılamayan bir sevgili konumunda olan güzel Ahlat  artık esaretten kurtuluyordu...

 


8 Şubat 2018 Perşembe

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, AŞK!.. BİTLİS'TE AŞK!.. İlhami NALBANTOĞLU

AŞK!.. BİTLİS'TE AŞK!..
Hiçbir ilçesinde lise yoktu Bitlis’in, koca ilin tek lisesi Bitlis Lisesi’ydi. Tüm ilçelerden öğrenciler lise eğitimi almak için Bitlis’e geliyorlardı. Ne bir yurt, ne de bir pansiyon vardı. Üç-beş öğrenci bir araya gelerek bir ev tutuyor birlikte kalıyorlardı. Bir otel odası ya da bir akraba yanı da bu amaç için kullanılıyordu. Her ilçenin öğrencileri genellikle birlikte aynı evlerde kalıyorlardı. Bitlis’in ilçelerinden gelenlerin yanı sıra, komşu illerden ve bu illerin ilçelerinde de çok sayıda öğrenci lise eğitimi almak için Bitlis’e geliyordu.
Ahlat’tan gelen öğrenciler sayıca en fazla olanlardı. Bunların yanında Tatvanlılar, Adilcevazlılar, Mutkililer, Hizanlılar, Güroymaklılar, Bulanıklılar, Ercişliler, Siirtliler, Muşlular ve Vanlılar da vardı. Ayrıca Bitlis’te görev yapan her meslekten kamu görevlilerinin çocukları ya da yakınları da bu grubun bir parçasıydı. Büyük bir dayanışma, yardımlaşma ve arkadaşlık ilişkisi içinde yaşam devam edip gidiyordu.
Ne zaman ki okulun en güzel kızı ile Siirtli bir öğrencinin aşk mektupları okul idaresi tarafından yakalandı, işte o zaman her şey çorap söküğü gibi ortalara saçıldı. Siirtli gençle mektuplaşan bu güzel kızın aşırı derecedeki ciddiyeti herkese parmak ısırtmıştı. Bu kadar ciddi ve çevresiyle mesafeli duran bir kız, nasıl olur da bir gençle mektuplaşırdı. Hem de Bitlisli olmayan bir gençle, hem de hafif engelli bir gençle. Bu yakışıklı gencin rahatsızlığı kolundaydı, bu yüzden eli sürekli cebinde dururdu. Derste bile tahtaya kalktığında elini cebinden çıkarmazdı. Öğretmenler bu gencin  sorununu anlayışla karşılar, onun rencide olmaması için tolerans gösterirlerdi. Kimi hocalar bu duruma bozulsalar bile, gidip sessizce psikolojik durununu izah ederdi. Kibar biriydi, hocalar kibarlığını ön plana çıkararak özrünü hoşgörü ile karşılarlardı.
Mektup olayı patlak verince, ortalık birbirine girmişti, bu patlama ardından artçı patlamalara da neden oluyordu. Siirt Lisesi’nden sürgün gelen bu arkadaşımız, idarenin aldığı karar gereği Van Lisesi’ne sürgün ediliyordu. Ama, artık saklı gizli bir şey kalmamıştı. Kimin kiminle mektuplaştığı, kimin kime aşık olduğu, hangi hocanın hangi öğrencisine aşık olduğu, hangi öğrencinin hangi hocasına aşık olduğu, kimin kime yüz vermediği, kimin iki kişiyi birden idare ettiği tek tek ortaya dökülüyordu.
Matematik öğretmenimiz Cengiz Hoca, Ülker adlı öğrencisine aşık olduğu için, o günlerde çok moda olan “Ül hemi vallah, ül hemi billah” türküsünü çekinmeden her ortamda söylüyordu. Almanca dersi öğretmenimiz Hayati Bey, müzik dersi hocamıza aşık olduğu için  ikide-bir olur olmaz zamanlarda müzik odasının kapısını yanlışlıkla açmış numaralarına yatıyordu. Bu iki öğretmenimiz daha sonraları evlenip Ankara’ya yerleşmişlerdi. 
Beden dersi öğretmenimiz Eşref Bey, Fransızca öğretmeniniz Ayla Hanım’la bir küs bir barışık. İngilizce öğretmenimiz Serpil Hanım, o dönemde Bitlis’te Yedek Subay olarak askerlik görevini yapan Diş Doktoru Sami Bey’le sıkı fıkı. Bu çiftimiz de evlendi. Sami Bey, sonradan Parlementoya girdi, uzun süre Ankara’da yaşadılar.
Hemen hemen bütün  erkek öğrencilerin, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere aşık olduğu  Tarih öğretmenimiz Ayşen Hanım, Fizik öğretmenimiz Ülgüt Bey’le nişanlı. Bunlar da evlendiler, emekli olduktan sonra önce Bursa’ya, ardından İzmir’e yerleştiler. Edebiyat öğretmenimiz Veysel Bey, Kız Lisesi’nin Edebiyat öğretmenine aşık olduğu için habire “Mehlika Sultana aşık yedi genç, gece şehrin kapısından girdi.” Şiirini ya da “Sustu Enadir  Layf Gazinosu, sustu şarkılar, paletimde renk sustu, fırçamda şekil!” şiirini  okuyup okuyup duruyordu. Bu çiftimiz de daha sonraları evlenip Ankara’ya yerleşmişlerdi.
Bir diğer, lakabı “Estetik” olan edebiyat öğretmeniz, genç sevgilisine genç görünmek için, o dönemde pek alışık olmadığımız bir biçimde saçlarını simsiyah koyu bir patlıcan karasına boyayıp duruyordu. Öteki Edebiyat öğretmenimiz Dursun Bey, her gün lacivert elbiselerini giyinip, yakasına taktığı beyaz mendil ile kimin gönlüne girmeye çalışıyor acaba, bir türlü çözemiyorduk.
Sanat Tarihi öğretmenimiz Nihat Bey’e aşık olan genç kız arkadaşımız, ikide bir koridorun ortasında bayılıyor, kız arkadaşlarımız zar-zor ayıltarak ayağa kaldırıyorlardı. Nihat Hoca aşık olduğu Sultan Hanım için okulun bodrum katındaki odasında Cümbüşüyle Türk Sanat Müziğinin en nadide parçalarını terennüm ediyor. “Tut-i mucizei guyem ne desem laf değil…” ya da “Açmam, açamam, söyleyemem…” gibi eserleri ilk kez onun ağzından öğreniyoruz. Bu çiftimiz de  daha sonraları evlendi, Ankara’da yaşıyorlar.
Açığa vuran aşk defterinin sayfaları, Tahsih-Gül, Nazmi-Hatice, Savaş-Aysel, Nihat-Gülgün, Cemil-Sevda   ve daha niceleri ile uzayıp gidiyordu.
Skandal patlamıştı bir kere, ardı arkası kesilmiyordu. Araya Şubat tatili girdi, tatil dönüşü yerde iki metre kar. Bitlis’te böyle bir ortamda ne yapılabilirdi ki, dedikodunun her türlü versiyonunu vizyona koymaktan başka. Her olayın kendine özgü uzantıları da olmuyor değildi. “Vay efendim, Siirtli bir öğrenci, Bitlisli bir kıza nasıl mektup yazarmış?” “Yok efendim, Bitlisli bir kız Ahlatlı bir genci nasıl severmiş?” “Bitlisli gençler ödlü mü ki meydan bunlara kalsın.? Ve benzeri dedikodular almış başını gidiyordu.
Bu tür dedikodular doğal olarak gençler arasındaki gerilimi de tırmandırıyordu. Bitlisli kız Ahlatlı gence aşık olabilir mi? Haddine mi düşmüş.  Eylem gerekiyordu, biraz gözdağı, az tehdit, olayı çözmüyordu.
Gönül ferman dinler mi, sevmişler bir kere, dünya vız gelir. Ama Bitlisli gençler bunları onur meselesi yapmazlar mı? Ortada bir durum var, çözümlenmeye aday. O günün koşulları içinde çözüm için seçenekler çok fazla değil, hem de delikanlılık çağının çözümleri. Mutlaka güçten, kuvvetten geçmiyor mu, dünyanın her yerinde olduğu gibi.
Üç sinemanın bulunduğu ve her birinde üç flmin gösterildiği Bitlis’te, gerek Amerikan filmlerinde, gerekse bunların Yeşilçam versiyonlarında da öyle olmuyor muydu? Eee Bitlis’te neden olmayacakmıştı ki?
Ve… “Bitlis Meydan Savaşları” başlıyor, buna “Gökmeydan Savaşları” da denilebilir. Gençler arasında gerilim yüksek, herkes birbirini kolluyor, arada bilgi ve istihbarat getirip götürenler yok değil. Özellikle Ahlatlıların her hareketi kontrol altında, zaman ve mekanlar da kontrol ediliyor. Herkes hazırlıklı ve beklenen an geliyor…
Tütün fabrikasının olduğu yokuşun hemen altında bulunan fırının önünde başlayıp yokuş yukarı doğru yayılıyordu harekat alanı. İlk kıvılcımı kimin çaktığı ve ne şekilde başladığı belli olmayan kavga, birdenbire şiddetlenerek kıyasıya devam ediyordu. Artık yumrukların konuşma zamanı gelmişti. Allahtan yumruktan başka silahı yoktu kimsenin. Masum bir gençlik enerjisi patlamasının göstergesiydi kuşkusuz.
Taraflar bir süre güçlerini ortaya koyduktan sonra, çevreden gelip araya girenlerin de etkisiyle muharebe fazla hasara neden olmadan sonuçlanıyor gibiydi. Tarafların galibi ve mağlubu yoktu.  Bitlisli gençler onurlarını korumak için gerekeni yapmışlardı. Ahlatlı gençler ise aşk faslına konu olan arkadaşlarını yalnız bırakmamış dik duruşlarını göstermişlerdi.
Olay kısa sürede her tarafa yayıldı, yankıları günlerce sürdü. Artık ortaya neşeli savaş söylenceleri çıkıyordu. Bu söylenceler arasında ön plana çıkan ise Ahlatlı bir genç ile Bitlisli gencin karşılıklı mücadeleleriydi.
İstanbul’da vücut geliştirme çalışmalarına katılmış ve pazularını iyice şişirmiş Ahlatlı genç, kaslarını gere gere olayın en yoğun olduğu yere doğru ilerlerken, Bitlisli genç ani bir refleksle ileriye fırlayıp yumruğunu rakibinin burnunun ortasına indirip kenardaki çukura yuvarlamıştı. Neye uğradığını şaşıran arkadaşımız, hemen toparlanmış ve başından düşen şapkasını alıp yeniden kafasına geçirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi kavgaya devam ediyordu. İşin ilginç yanı, bu olup bitenleri bir türlü hatırlamıyordu. Oysa savaşın en ağır toplarından biri olarak kendisinden çok şey bekleniyordu. Tüm bu olup bitenler, savaşa neden olan gençlerin aşklarını perçinliyordu. Bedel ödenmişti, artık arada bir engel kalmıyordu.
Aşık olan Ahlatlı genç, sevgilisinin gözünde kahramanlaşıyordu, bu yüzden böyle bir aşk bitemezdi, bitmedi de…
Okullar tatil olmuş herkes memleketine dönmüştü. Bu nedenle sevgililer birbirlerinden ayrı kalmışlardı. Ancak o günün koşullarında en önemli iletişim aracı olan mektuplaşma ayrılık hasretini bir nebze olsun hafifletebilirdi. Sevgiliden gelen mektup çok önemliydi, sessizce okuyup heyecanını içine gömemezdin. Sana bır kızdan mektup geldiğini, tıpkı Kemal Sunal filmlerinde çok kereler örneğini gördüğümüz gibi dost ve düşmana duyurmalıydın.
Bunun da kendine göre kuralları var, önce durumu ağzı gevşek birine fısıldayacaksın ve sıkıca tembihleyeceksin “sakın kimseye söyleme haaa”  bu uyarı herkese duyur anlamı taşıyor aslında. Nitekim de öyle oluyor. İkinci kuralı ise, gene Kemal Sunal filmlerinde olduğu gibi, mektubu başkalarının görebileceği ve duyabileceği bir şekilde kendin değil, başka birine okutacaksın. Böylece sağır sultan bile bu gelişmeden haberdar olabilir.
Bir de bunun yanıt aşaması var tabi. Önce beyaz bir kağıt bulacaksın, güzel bir kaligrafi ile en çarpıcı sözcükleri sevgiliye yazacaksın. Bunu kendin yapamıyorsan, bir  yapabilene yalvar yakar yaptıracaksın.
Yıllar yılları kovaladı, zaman bir su gibi akıp geçti. O günün öyküsünde yer alan kişiler, günümüzde her biri kendi alanında önemli başarılara imza atmış konumlara geldiler. Bu arkadaşlar zaman zaman bir araya geldiklerinde, gençlik yıllarının bu sevimli maceralarını bir tatlı anı olarak anlatıyor, neşeleniyor ve birbirlerinin yanaklarından öpüp duygularını, özlemlerini tazeliyorlar.
Sonuçta dostluk kazanıyor, ne kadar güzel değil mi?
Yaşasın dostluk. Yaşasın aşk…