AŞK!.. BİTLİS'TE AŞK!..
Hiçbir ilçesinde lise yoktu Bitlis’in, koca ilin tek
lisesi Bitlis Lisesi’ydi. Tüm ilçelerden öğrenciler lise eğitimi almak için
Bitlis’e geliyorlardı. Ne bir yurt, ne de bir pansiyon vardı. Üç-beş öğrenci
bir araya gelerek bir ev tutuyor birlikte kalıyorlardı. Bir otel odası ya da
bir akraba yanı da bu amaç için kullanılıyordu. Her ilçenin öğrencileri
genellikle birlikte aynı evlerde kalıyorlardı. Bitlis’in ilçelerinden
gelenlerin yanı sıra, komşu illerden ve bu illerin ilçelerinde de çok sayıda
öğrenci lise eğitimi almak için Bitlis’e geliyordu.
Ahlat’tan gelen öğrenciler sayıca en fazla
olanlardı. Bunların yanında Tatvanlılar, Adilcevazlılar, Mutkililer,
Hizanlılar, Güroymaklılar, Bulanıklılar, Ercişliler, Siirtliler, Muşlular ve
Vanlılar da vardı. Ayrıca Bitlis’te görev yapan her meslekten kamu
görevlilerinin çocukları ya da yakınları da bu grubun bir parçasıydı. Büyük bir
dayanışma, yardımlaşma ve arkadaşlık ilişkisi içinde yaşam devam edip
gidiyordu.
Ne zaman ki okulun en güzel kızı ile Siirtli bir
öğrencinin aşk mektupları okul idaresi tarafından yakalandı, işte o zaman her
şey çorap söküğü gibi ortalara saçıldı. Siirtli gençle mektuplaşan bu güzel
kızın aşırı derecedeki ciddiyeti herkese parmak ısırtmıştı. Bu kadar ciddi ve
çevresiyle mesafeli duran bir kız, nasıl olur da bir gençle mektuplaşırdı. Hem
de Bitlisli olmayan bir gençle, hem de hafif engelli bir gençle. Bu yakışıklı
gencin rahatsızlığı kolundaydı, bu yüzden eli sürekli cebinde dururdu. Derste
bile tahtaya kalktığında elini cebinden çıkarmazdı. Öğretmenler bu gencin sorununu anlayışla karşılar, onun rencide
olmaması için tolerans gösterirlerdi. Kimi hocalar bu duruma bozulsalar bile,
gidip sessizce psikolojik durununu izah ederdi. Kibar biriydi, hocalar
kibarlığını ön plana çıkararak özrünü hoşgörü ile karşılarlardı.
Mektup olayı patlak verince, ortalık birbirine
girmişti, bu patlama ardından artçı patlamalara da neden oluyordu. Siirt
Lisesi’nden sürgün gelen bu arkadaşımız, idarenin aldığı karar gereği Van
Lisesi’ne sürgün ediliyordu. Ama, artık saklı gizli bir şey kalmamıştı. Kimin
kiminle mektuplaştığı, kimin kime aşık olduğu, hangi hocanın hangi öğrencisine
aşık olduğu, hangi öğrencinin hangi hocasına aşık olduğu, kimin kime yüz
vermediği, kimin iki kişiyi birden idare ettiği tek tek ortaya dökülüyordu.
Matematik öğretmenimiz Cengiz Hoca, Ülker adlı
öğrencisine aşık olduğu için, o günlerde çok moda olan “Ül hemi vallah, ül hemi billah” türküsünü çekinmeden her ortamda
söylüyordu. Almanca dersi öğretmenimiz Hayati Bey, müzik dersi hocamıza aşık
olduğu için ikide-bir olur olmaz
zamanlarda müzik odasının kapısını yanlışlıkla açmış numaralarına yatıyordu. Bu
iki öğretmenimiz daha sonraları evlenip Ankara’ya yerleşmişlerdi.
Beden dersi öğretmenimiz Eşref Bey, Fransızca
öğretmeniniz Ayla Hanım’la bir küs bir barışık. İngilizce öğretmenimiz Serpil
Hanım, o dönemde Bitlis’te Yedek Subay olarak askerlik görevini yapan Diş
Doktoru Sami Bey’le sıkı fıkı. Bu çiftimiz de evlendi. Sami Bey, sonradan
Parlementoya girdi, uzun süre Ankara’da yaşadılar.
Hemen hemen bütün
erkek öğrencilerin, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere aşık
olduğu Tarih öğretmenimiz Ayşen Hanım,
Fizik öğretmenimiz Ülgüt Bey’le nişanlı. Bunlar da evlendiler, emekli olduktan
sonra önce Bursa’ya, ardından İzmir’e yerleştiler. Edebiyat öğretmenimiz Veysel
Bey, Kız Lisesi’nin Edebiyat öğretmenine aşık olduğu için habire “Mehlika Sultana aşık yedi genç, gece
şehrin kapısından girdi.” Şiirini ya da “Sustu Enadir Layf Gazinosu,
sustu şarkılar, paletimde renk sustu, fırçamda şekil!” şiirini okuyup okuyup duruyordu. Bu çiftimiz de daha
sonraları evlenip Ankara’ya yerleşmişlerdi.
Bir diğer, lakabı “Estetik” olan edebiyat öğretmeniz, genç sevgilisine genç görünmek
için, o dönemde pek alışık olmadığımız bir biçimde saçlarını simsiyah koyu bir
patlıcan karasına boyayıp duruyordu. Öteki Edebiyat öğretmenimiz Dursun Bey,
her gün lacivert elbiselerini giyinip, yakasına taktığı beyaz mendil ile kimin
gönlüne girmeye çalışıyor acaba, bir türlü çözemiyorduk.
Sanat Tarihi öğretmenimiz Nihat Bey’e aşık olan genç
kız arkadaşımız, ikide bir koridorun ortasında bayılıyor, kız arkadaşlarımız
zar-zor ayıltarak ayağa kaldırıyorlardı. Nihat Hoca aşık olduğu Sultan Hanım
için okulun bodrum katındaki odasında Cümbüşüyle Türk Sanat Müziğinin en nadide
parçalarını terennüm ediyor. “Tut-i
mucizei guyem ne desem laf değil…” ya da “Açmam, açamam, söyleyemem…” gibi eserleri ilk kez onun ağzından
öğreniyoruz. Bu çiftimiz de daha
sonraları evlendi, Ankara’da yaşıyorlar.
Açığa vuran aşk defterinin sayfaları, Tahsih-Gül,
Nazmi-Hatice, Savaş-Aysel, Nihat-Gülgün, Cemil-Sevda ve daha
niceleri ile uzayıp gidiyordu.
Skandal patlamıştı bir kere, ardı arkası
kesilmiyordu. Araya Şubat tatili girdi, tatil dönüşü yerde iki metre kar.
Bitlis’te böyle bir ortamda ne yapılabilirdi ki, dedikodunun her türlü
versiyonunu vizyona koymaktan başka. Her olayın kendine özgü uzantıları da
olmuyor değildi. “Vay efendim, Siirtli
bir öğrenci, Bitlisli bir kıza nasıl mektup yazarmış?” “Yok efendim, Bitlisli
bir kız Ahlatlı bir genci nasıl severmiş?” “Bitlisli gençler ödlü mü ki meydan
bunlara kalsın.? Ve benzeri dedikodular almış başını gidiyordu.
Bu tür dedikodular doğal olarak gençler arasındaki
gerilimi de tırmandırıyordu. Bitlisli kız Ahlatlı gence aşık olabilir mi? Haddine
mi düşmüş. Eylem gerekiyordu, biraz
gözdağı, az tehdit, olayı çözmüyordu.
Gönül ferman dinler mi, sevmişler bir kere, dünya
vız gelir. Ama Bitlisli gençler bunları onur meselesi yapmazlar mı? Ortada bir
durum var, çözümlenmeye aday. O günün koşulları içinde çözüm için seçenekler
çok fazla değil, hem de delikanlılık çağının çözümleri. Mutlaka güçten,
kuvvetten geçmiyor mu, dünyanın her yerinde olduğu gibi.
Üç sinemanın bulunduğu ve her birinde üç flmin
gösterildiği Bitlis’te, gerek Amerikan filmlerinde, gerekse bunların Yeşilçam
versiyonlarında da öyle olmuyor muydu? Eee Bitlis’te neden olmayacakmıştı ki?
Ve… “Bitlis
Meydan Savaşları” başlıyor, buna “Gökmeydan
Savaşları” da denilebilir. Gençler arasında gerilim yüksek, herkes
birbirini kolluyor, arada bilgi ve istihbarat getirip götürenler yok değil.
Özellikle Ahlatlıların her hareketi kontrol altında, zaman ve mekanlar da
kontrol ediliyor. Herkes hazırlıklı ve beklenen an geliyor…
Tütün fabrikasının olduğu yokuşun hemen altında
bulunan fırının önünde başlayıp yokuş yukarı doğru yayılıyordu harekat alanı.
İlk kıvılcımı kimin çaktığı ve ne şekilde başladığı belli olmayan kavga,
birdenbire şiddetlenerek kıyasıya devam ediyordu. Artık yumrukların konuşma
zamanı gelmişti. Allahtan yumruktan başka silahı yoktu kimsenin. Masum bir
gençlik enerjisi patlamasının göstergesiydi kuşkusuz.
Taraflar bir süre güçlerini ortaya koyduktan sonra,
çevreden gelip araya girenlerin de etkisiyle muharebe fazla hasara neden
olmadan sonuçlanıyor gibiydi. Tarafların galibi ve mağlubu yoktu. Bitlisli gençler onurlarını korumak için
gerekeni yapmışlardı. Ahlatlı gençler ise aşk faslına konu olan arkadaşlarını
yalnız bırakmamış dik duruşlarını göstermişlerdi.
Olay kısa sürede her tarafa yayıldı, yankıları
günlerce sürdü. Artık ortaya neşeli savaş söylenceleri çıkıyordu. Bu
söylenceler arasında ön plana çıkan ise Ahlatlı bir genç ile Bitlisli gencin
karşılıklı mücadeleleriydi.
İstanbul’da vücut geliştirme çalışmalarına katılmış
ve pazularını iyice şişirmiş Ahlatlı genç, kaslarını gere gere olayın en yoğun
olduğu yere doğru ilerlerken, Bitlisli genç ani bir refleksle ileriye fırlayıp
yumruğunu rakibinin burnunun ortasına indirip kenardaki çukura yuvarlamıştı.
Neye uğradığını şaşıran arkadaşımız, hemen toparlanmış ve başından düşen
şapkasını alıp yeniden kafasına geçirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi
kavgaya devam ediyordu. İşin ilginç yanı, bu olup bitenleri bir türlü
hatırlamıyordu. Oysa savaşın en ağır toplarından biri olarak kendisinden çok
şey bekleniyordu. Tüm bu olup bitenler, savaşa neden olan gençlerin aşklarını
perçinliyordu. Bedel ödenmişti, artık arada bir engel kalmıyordu.
Aşık olan Ahlatlı genç, sevgilisinin gözünde
kahramanlaşıyordu, bu yüzden böyle bir aşk bitemezdi, bitmedi de…
Okullar tatil olmuş herkes memleketine dönmüştü. Bu
nedenle sevgililer birbirlerinden ayrı kalmışlardı. Ancak o günün koşullarında
en önemli iletişim aracı olan mektuplaşma ayrılık hasretini bir nebze olsun
hafifletebilirdi. Sevgiliden gelen mektup çok önemliydi, sessizce okuyup
heyecanını içine gömemezdin. Sana bır kızdan mektup geldiğini, tıpkı Kemal
Sunal filmlerinde çok kereler örneğini gördüğümüz gibi dost ve düşmana
duyurmalıydın.
Bunun da kendine göre kuralları var, önce durumu
ağzı gevşek birine fısıldayacaksın ve sıkıca tembihleyeceksin “sakın kimseye söyleme haaa” bu uyarı herkese duyur anlamı taşıyor aslında.
Nitekim de öyle oluyor. İkinci kuralı ise, gene Kemal Sunal filmlerinde olduğu
gibi, mektubu başkalarının görebileceği ve duyabileceği bir şekilde kendin
değil, başka birine okutacaksın. Böylece sağır sultan bile bu gelişmeden
haberdar olabilir.
Bir de bunun yanıt aşaması var tabi. Önce beyaz bir
kağıt bulacaksın, güzel bir kaligrafi ile en çarpıcı sözcükleri sevgiliye
yazacaksın. Bunu kendin yapamıyorsan, bir
yapabilene yalvar yakar yaptıracaksın.
Yıllar yılları kovaladı, zaman bir su gibi akıp
geçti. O günün öyküsünde yer alan kişiler, günümüzde her biri kendi alanında
önemli başarılara imza atmış konumlara geldiler. Bu arkadaşlar zaman zaman bir
araya geldiklerinde, gençlik yıllarının bu sevimli maceralarını bir tatlı anı
olarak anlatıyor, neşeleniyor ve birbirlerinin yanaklarından öpüp duygularını,
özlemlerini tazeliyorlar.
Sonuçta dostluk kazanıyor, ne kadar güzel değil mi?
Yaşasın dostluk. Yaşasın aşk…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
ilaminal71@gmail.com