8 Şubat 2018 Perşembe

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, AŞK!.. BİTLİS'TE AŞK!.. İlhami NALBANTOĞLU

AŞK!.. BİTLİS'TE AŞK!..
Hiçbir ilçesinde lise yoktu Bitlis’in, koca ilin tek lisesi Bitlis Lisesi’ydi. Tüm ilçelerden öğrenciler lise eğitimi almak için Bitlis’e geliyorlardı. Ne bir yurt, ne de bir pansiyon vardı. Üç-beş öğrenci bir araya gelerek bir ev tutuyor birlikte kalıyorlardı. Bir otel odası ya da bir akraba yanı da bu amaç için kullanılıyordu. Her ilçenin öğrencileri genellikle birlikte aynı evlerde kalıyorlardı. Bitlis’in ilçelerinden gelenlerin yanı sıra, komşu illerden ve bu illerin ilçelerinde de çok sayıda öğrenci lise eğitimi almak için Bitlis’e geliyordu.
Ahlat’tan gelen öğrenciler sayıca en fazla olanlardı. Bunların yanında Tatvanlılar, Adilcevazlılar, Mutkililer, Hizanlılar, Güroymaklılar, Bulanıklılar, Ercişliler, Siirtliler, Muşlular ve Vanlılar da vardı. Ayrıca Bitlis’te görev yapan her meslekten kamu görevlilerinin çocukları ya da yakınları da bu grubun bir parçasıydı. Büyük bir dayanışma, yardımlaşma ve arkadaşlık ilişkisi içinde yaşam devam edip gidiyordu.
Ne zaman ki okulun en güzel kızı ile Siirtli bir öğrencinin aşk mektupları okul idaresi tarafından yakalandı, işte o zaman her şey çorap söküğü gibi ortalara saçıldı. Siirtli gençle mektuplaşan bu güzel kızın aşırı derecedeki ciddiyeti herkese parmak ısırtmıştı. Bu kadar ciddi ve çevresiyle mesafeli duran bir kız, nasıl olur da bir gençle mektuplaşırdı. Hem de Bitlisli olmayan bir gençle, hem de hafif engelli bir gençle. Bu yakışıklı gencin rahatsızlığı kolundaydı, bu yüzden eli sürekli cebinde dururdu. Derste bile tahtaya kalktığında elini cebinden çıkarmazdı. Öğretmenler bu gencin  sorununu anlayışla karşılar, onun rencide olmaması için tolerans gösterirlerdi. Kimi hocalar bu duruma bozulsalar bile, gidip sessizce psikolojik durununu izah ederdi. Kibar biriydi, hocalar kibarlığını ön plana çıkararak özrünü hoşgörü ile karşılarlardı.
Mektup olayı patlak verince, ortalık birbirine girmişti, bu patlama ardından artçı patlamalara da neden oluyordu. Siirt Lisesi’nden sürgün gelen bu arkadaşımız, idarenin aldığı karar gereği Van Lisesi’ne sürgün ediliyordu. Ama, artık saklı gizli bir şey kalmamıştı. Kimin kiminle mektuplaştığı, kimin kime aşık olduğu, hangi hocanın hangi öğrencisine aşık olduğu, hangi öğrencinin hangi hocasına aşık olduğu, kimin kime yüz vermediği, kimin iki kişiyi birden idare ettiği tek tek ortaya dökülüyordu.
Matematik öğretmenimiz Cengiz Hoca, Ülker adlı öğrencisine aşık olduğu için, o günlerde çok moda olan “Ül hemi vallah, ül hemi billah” türküsünü çekinmeden her ortamda söylüyordu. Almanca dersi öğretmenimiz Hayati Bey, müzik dersi hocamıza aşık olduğu için  ikide-bir olur olmaz zamanlarda müzik odasının kapısını yanlışlıkla açmış numaralarına yatıyordu. Bu iki öğretmenimiz daha sonraları evlenip Ankara’ya yerleşmişlerdi. 
Beden dersi öğretmenimiz Eşref Bey, Fransızca öğretmeniniz Ayla Hanım’la bir küs bir barışık. İngilizce öğretmenimiz Serpil Hanım, o dönemde Bitlis’te Yedek Subay olarak askerlik görevini yapan Diş Doktoru Sami Bey’le sıkı fıkı. Bu çiftimiz de evlendi. Sami Bey, sonradan Parlementoya girdi, uzun süre Ankara’da yaşadılar.
Hemen hemen bütün  erkek öğrencilerin, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere aşık olduğu  Tarih öğretmenimiz Ayşen Hanım, Fizik öğretmenimiz Ülgüt Bey’le nişanlı. Bunlar da evlendiler, emekli olduktan sonra önce Bursa’ya, ardından İzmir’e yerleştiler. Edebiyat öğretmenimiz Veysel Bey, Kız Lisesi’nin Edebiyat öğretmenine aşık olduğu için habire “Mehlika Sultana aşık yedi genç, gece şehrin kapısından girdi.” Şiirini ya da “Sustu Enadir  Layf Gazinosu, sustu şarkılar, paletimde renk sustu, fırçamda şekil!” şiirini  okuyup okuyup duruyordu. Bu çiftimiz de daha sonraları evlenip Ankara’ya yerleşmişlerdi.
Bir diğer, lakabı “Estetik” olan edebiyat öğretmeniz, genç sevgilisine genç görünmek için, o dönemde pek alışık olmadığımız bir biçimde saçlarını simsiyah koyu bir patlıcan karasına boyayıp duruyordu. Öteki Edebiyat öğretmenimiz Dursun Bey, her gün lacivert elbiselerini giyinip, yakasına taktığı beyaz mendil ile kimin gönlüne girmeye çalışıyor acaba, bir türlü çözemiyorduk.
Sanat Tarihi öğretmenimiz Nihat Bey’e aşık olan genç kız arkadaşımız, ikide bir koridorun ortasında bayılıyor, kız arkadaşlarımız zar-zor ayıltarak ayağa kaldırıyorlardı. Nihat Hoca aşık olduğu Sultan Hanım için okulun bodrum katındaki odasında Cümbüşüyle Türk Sanat Müziğinin en nadide parçalarını terennüm ediyor. “Tut-i mucizei guyem ne desem laf değil…” ya da “Açmam, açamam, söyleyemem…” gibi eserleri ilk kez onun ağzından öğreniyoruz. Bu çiftimiz de  daha sonraları evlendi, Ankara’da yaşıyorlar.
Açığa vuran aşk defterinin sayfaları, Tahsih-Gül, Nazmi-Hatice, Savaş-Aysel, Nihat-Gülgün, Cemil-Sevda   ve daha niceleri ile uzayıp gidiyordu.
Skandal patlamıştı bir kere, ardı arkası kesilmiyordu. Araya Şubat tatili girdi, tatil dönüşü yerde iki metre kar. Bitlis’te böyle bir ortamda ne yapılabilirdi ki, dedikodunun her türlü versiyonunu vizyona koymaktan başka. Her olayın kendine özgü uzantıları da olmuyor değildi. “Vay efendim, Siirtli bir öğrenci, Bitlisli bir kıza nasıl mektup yazarmış?” “Yok efendim, Bitlisli bir kız Ahlatlı bir genci nasıl severmiş?” “Bitlisli gençler ödlü mü ki meydan bunlara kalsın.? Ve benzeri dedikodular almış başını gidiyordu.
Bu tür dedikodular doğal olarak gençler arasındaki gerilimi de tırmandırıyordu. Bitlisli kız Ahlatlı gence aşık olabilir mi? Haddine mi düşmüş.  Eylem gerekiyordu, biraz gözdağı, az tehdit, olayı çözmüyordu.
Gönül ferman dinler mi, sevmişler bir kere, dünya vız gelir. Ama Bitlisli gençler bunları onur meselesi yapmazlar mı? Ortada bir durum var, çözümlenmeye aday. O günün koşulları içinde çözüm için seçenekler çok fazla değil, hem de delikanlılık çağının çözümleri. Mutlaka güçten, kuvvetten geçmiyor mu, dünyanın her yerinde olduğu gibi.
Üç sinemanın bulunduğu ve her birinde üç flmin gösterildiği Bitlis’te, gerek Amerikan filmlerinde, gerekse bunların Yeşilçam versiyonlarında da öyle olmuyor muydu? Eee Bitlis’te neden olmayacakmıştı ki?
Ve… “Bitlis Meydan Savaşları” başlıyor, buna “Gökmeydan Savaşları” da denilebilir. Gençler arasında gerilim yüksek, herkes birbirini kolluyor, arada bilgi ve istihbarat getirip götürenler yok değil. Özellikle Ahlatlıların her hareketi kontrol altında, zaman ve mekanlar da kontrol ediliyor. Herkes hazırlıklı ve beklenen an geliyor…
Tütün fabrikasının olduğu yokuşun hemen altında bulunan fırının önünde başlayıp yokuş yukarı doğru yayılıyordu harekat alanı. İlk kıvılcımı kimin çaktığı ve ne şekilde başladığı belli olmayan kavga, birdenbire şiddetlenerek kıyasıya devam ediyordu. Artık yumrukların konuşma zamanı gelmişti. Allahtan yumruktan başka silahı yoktu kimsenin. Masum bir gençlik enerjisi patlamasının göstergesiydi kuşkusuz.
Taraflar bir süre güçlerini ortaya koyduktan sonra, çevreden gelip araya girenlerin de etkisiyle muharebe fazla hasara neden olmadan sonuçlanıyor gibiydi. Tarafların galibi ve mağlubu yoktu.  Bitlisli gençler onurlarını korumak için gerekeni yapmışlardı. Ahlatlı gençler ise aşk faslına konu olan arkadaşlarını yalnız bırakmamış dik duruşlarını göstermişlerdi.
Olay kısa sürede her tarafa yayıldı, yankıları günlerce sürdü. Artık ortaya neşeli savaş söylenceleri çıkıyordu. Bu söylenceler arasında ön plana çıkan ise Ahlatlı bir genç ile Bitlisli gencin karşılıklı mücadeleleriydi.
İstanbul’da vücut geliştirme çalışmalarına katılmış ve pazularını iyice şişirmiş Ahlatlı genç, kaslarını gere gere olayın en yoğun olduğu yere doğru ilerlerken, Bitlisli genç ani bir refleksle ileriye fırlayıp yumruğunu rakibinin burnunun ortasına indirip kenardaki çukura yuvarlamıştı. Neye uğradığını şaşıran arkadaşımız, hemen toparlanmış ve başından düşen şapkasını alıp yeniden kafasına geçirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi kavgaya devam ediyordu. İşin ilginç yanı, bu olup bitenleri bir türlü hatırlamıyordu. Oysa savaşın en ağır toplarından biri olarak kendisinden çok şey bekleniyordu. Tüm bu olup bitenler, savaşa neden olan gençlerin aşklarını perçinliyordu. Bedel ödenmişti, artık arada bir engel kalmıyordu.
Aşık olan Ahlatlı genç, sevgilisinin gözünde kahramanlaşıyordu, bu yüzden böyle bir aşk bitemezdi, bitmedi de…
Okullar tatil olmuş herkes memleketine dönmüştü. Bu nedenle sevgililer birbirlerinden ayrı kalmışlardı. Ancak o günün koşullarında en önemli iletişim aracı olan mektuplaşma ayrılık hasretini bir nebze olsun hafifletebilirdi. Sevgiliden gelen mektup çok önemliydi, sessizce okuyup heyecanını içine gömemezdin. Sana bır kızdan mektup geldiğini, tıpkı Kemal Sunal filmlerinde çok kereler örneğini gördüğümüz gibi dost ve düşmana duyurmalıydın.
Bunun da kendine göre kuralları var, önce durumu ağzı gevşek birine fısıldayacaksın ve sıkıca tembihleyeceksin “sakın kimseye söyleme haaa”  bu uyarı herkese duyur anlamı taşıyor aslında. Nitekim de öyle oluyor. İkinci kuralı ise, gene Kemal Sunal filmlerinde olduğu gibi, mektubu başkalarının görebileceği ve duyabileceği bir şekilde kendin değil, başka birine okutacaksın. Böylece sağır sultan bile bu gelişmeden haberdar olabilir.
Bir de bunun yanıt aşaması var tabi. Önce beyaz bir kağıt bulacaksın, güzel bir kaligrafi ile en çarpıcı sözcükleri sevgiliye yazacaksın. Bunu kendin yapamıyorsan, bir  yapabilene yalvar yakar yaptıracaksın.
Yıllar yılları kovaladı, zaman bir su gibi akıp geçti. O günün öyküsünde yer alan kişiler, günümüzde her biri kendi alanında önemli başarılara imza atmış konumlara geldiler. Bu arkadaşlar zaman zaman bir araya geldiklerinde, gençlik yıllarının bu sevimli maceralarını bir tatlı anı olarak anlatıyor, neşeleniyor ve birbirlerinin yanaklarından öpüp duygularını, özlemlerini tazeliyorlar.
Sonuçta dostluk kazanıyor, ne kadar güzel değil mi?
Yaşasın dostluk. Yaşasın aşk…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ilaminal71@gmail.com