9 Nisan 2019 Salı

ABDULLAH NALBANT USTA KÜTÜPHANESİ KİTAP BAĞIŞLARINIZI BEKLİYOR


AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN EFSANE İSMİ
ABDULLAH NALBANT USTA KÜTÜPHANESİ
KİTAP BAĞIŞLARINIZI  BEKLİYOR…
Kütüphaneden Bir Bölüm
   Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı tarafından, 2010 yılında Bitlis Eren Üniversitesi Kanık Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu’nda kurulan “Ahlat Halk Hekimliğinin Efsane İsmi Abdullah Nalbant Usta Kütüphanesi” hizmet alanını genişletmek,  akademik yayınlara daha  fazla ağırlık vermek amacıyla toplumun her kesiminden kitap bağışı bekliyor.
      Yapılacak bu bağışların özellikle akademik ağırlıklı olması önem kazanıyor. Halihazırda 5000 civarında olan kitap adedinin 10.000’e çıkarılması hedefleniyor.
Kütüphaneden Bir Bölüm
      Toplumumuzun kitaba ve bilime önem veren kesiminin bu çağrıya duyarsız kalmayacağına inancımız tamdır.
      Kitap, bir toplumunu aydınlanması için en önemli kaynakların başında gelmektedir.
Bu bakımdan yeni kuşakların  uygar ve aydın birer birey olabilmelerinde kitap vazgeçilmez bir araç olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
       Abdullah Nalbant Usta Kütüphanesinin ise öncelikle akademik ve bilimsel içerikli kitaplara gereksinimi vardır.
       Bu tür kitap bağışlarınızı Bitlis Eren Üniversitesi Kanık Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu Ahlat-Bitlis adresine gönderebilirsiniz.
      Özellikle bilim dünyasından bu değerli kaynak kitapları beklediğimizi belirtmek isteriz.

        DURUM   NISAN-2019
           Değerli Okuyucularımız,
Dr.Kemal SÜZER
        Tam yarım yüzyıl önce, Ahlat’ta genç, dinamik, heyecanlı, çalışkan, zeki, bilgili, neşeli, aydın,  cana yakın, sempatik  bir Hükümet Tabibi vardı. Adı Dr. Kemal SÜZER.
      Dr. SÜZER, Tunceli’nin Nazimiye İlçesi’ndendi. İzmir 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olmuştu. Ahlat, onun ilk görev yaptığı yerlerdendi. Ahlat halkıyla inanılmaz sıcak bir diyalog kurabilmiş ender kamu görevlilerinden biriydi.
    Yaklaşık olarak 4 yıl kadar Ahlat’ta görev yaptı. Buradan ayrıldıktan sonra Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde “Çocuk Hastalık-
ları” alanında ihtisas yaparak Mütehassıs Dr. unvanını aldı. Yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptı. Son olarak İstanbul’da bir hastanenin Başhekimi iken emekliye ayrıldı.
     Dr. SÜZER,  yaşamı boyunca Ahlat ve Ahlatlılar  ile ilişkisini hiç kesmedi. O, kendisini Ahlatlı saydı, Ahlatlılar da onu ağabeyleri gibi bağrına bastı. Dr. Kemal  SÜZER, 24 Mart 2019’da  aramızdan ayrıldı. Acımız büyüktür…

       Saygılarımızla…


KÜFREVİZADELER-V AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


KÜFREVİZADELER-V 
                                                                                                                                       geçen sayının devamı…

 Kasım Bey, anılarının yazılması önerime ise; “Son dönemlerde okuduğum anılarda, gerçek dışı beyanlara rastlıyorum ve bazı anılarda gereksiz bir abartı yapıldığını gördüğüm için anı yazma olayına pek sıcak bakmıyorum.” ifadelerini kullanmıştı. Her şeye karşın gene de anılarını yazmaya, tarihe ışık tutmaya kendisini ikna edemediğim için kendimi suçluyorum.
      Bunun gerçekleşmeyeceğini anlayınca, hiç olmazsa yaptığımız sohbetlerin derlenerek kamuoyuna intikalini sağlayabilirsek, böylesine değerli bir insanın bu ülke için yaptığı hizmetleri, birlik, beraberlik ve kardeşlik konularındaki görüş ve düşüncelerini yok olup gitme riskine karşı koruyabiliriz diye düşünüyorum.
      Naciye Hanım’ın vefatı Küfrevi Ailesi üzerinde büyük bir travmaya neden olmuştu. Büyük acı bir türlü hazmedilemiyordu. Başta kayınpederim Cesim Bey olmak üzere tüm aile bireyleri depresyona girmişlerdi. Cesim Bey, ısrarla “Ben Naciye Hanım’ın yanına gitmek istiyorum.” şeklindeki arzusunu dile getiriyordu. Yüce Yaradan dileğini kabul etmiş olmalı ki, tam tamına altı ay sonra o da aramızdan ayrıldı. Cenazesi geçici olarak Karacaahmet Mezarlığındaki Naciye Hanım’ın kabrinin yanına defnedildi.
Dr. Kasım KÜFREVİ
      Ertesi gün, Kasım Bey, taziye için geldi. Çok üzgündü, “Ah Cesim, bunu da mı yapacaktın.” diye acısına dile getiriyordu. O günün akşamında içinde bulunduğu büyük acının etkisiyle evinde rahatsızlandı. Acilen hastaneye kaldırıldı, tedavi altına alındı. Cesim Bey’in vefatından 13 gün sonra 3 Aralık 1992 tarihinde ebediyete intikal etti. Cenazesi, Aile geleneği gereği Bitlis’teki Küfrevi Türbesi’ne defnedilmesi yerine kendi arzusu doğrultusunda, Eyüp Sultan Kabristanındaki annesinin mezarının yanındaki babasının boş kalan kabrine defnedildi.
      Kasım Bey’in vefatının ardından ben de son zamanlarda tanıma şansına eriştiğim, büyük bir insanı, büyük bir bilgi kaynağını, mükemmel bir bilim insanını zamansız kaybetmenin acısını içime sindiremedim. Onun bana rol model olarak gösterdiği yakınlığı, teveccühü yüzüstü bırakamayacağımı, ona olan şükran borcumu bir türlü yerine getirmem gerektiğini düşünerek “KASIM KÜFREVİ’NİN ARDINDAN” adı ile bir kitap yazmaya karar verdim.
      Kitap, 1992 yılında 5.000 adet basıldı, hiçbir kimseden bir kuruş dahi maddi yardım alınmadan halkımıza  ve Kasım Bey’i sevenlere dağıtıldı. Tamamı tükendi,  çeşitli kesimlerden yeniden basılması istendi. Ancak ilk kitabın basılması sonrası,  ticari bir kazanç elde etme amacıyla yapıldığı yöndeki acımasız suçlamalara maruz kalınması, ikinci basımının yapılmasını mümkün kılmadı.
      Kasım Bey ile zaman zaman bir araya geliyorduk, İstanbul’a her gidişimde onu ziyaret etmeden dönmüyordum.  Her seferinde değeri ölçülemeyecek kazanımlar elde ediyordum. Bir süre sonra bu bilgileri hafızamda muhafaza edemez hale gelmiştim. Bunun çaresi olarak yanıma bir ses kayıt cihazı alarak gitmenin yararlı olacağı kanısına varmıştım. 
      Bir seferinde ses kayıt cihazını masanın üzerine koyup çıt çıkarmadan onu dinlemeye ve sesini kaydetmeye başladım. Söyledikleri, anlattıkları o günün koşullarında da günümüz koşullarında da çok değerli tespitler ve bilgilerdir. Bu nedenle bu bilgileri Türk Toplumu ile paylaşmanın Ülkemizin birlik ve beraberliği adına bir zorunluluk olduğu kanısına vardım.
      BÖLÜCÜLÜK VE TERÖR
      Günümüzde terör, adeta bir sanayi dalı halini almıştır. Bu yöntem bazı ülkelere siyasi ve ekonomik menfaatler sağlamaktadır. Bazı ülkeler askeri güçlerle yenemedikleri düşmanlarına özel olarak yetiştirdikleri veya destek sağladıkları terör örgütlerini musallat etmektedirler. Diğer taraftan bazı terör örgütleri de geçim kaynaklarını terörizme bağlamışlardır. Terörizmi bir meslek olarak benimseyip yaşama biçimi olarak almışlardır.
      Türkiye’de çalışan dimağların dikkatleri şahıslara yöneltilmiştir. Bu hal, onların olaylara bakma fırsatını kısıtlamıştır. Şahısların heyecan verici kısa ömürlü slogan milliyetçiliğinin tesirinden kurtarılmaları, onların meselelere bizzat sahip çıkıp çözüm aramalarına imkan kazandırır.
      Türk aydını, çok kere neyin eksik olduğu ve daha ziyade düşmanın neyinin güçlü olduğu ile ilgilenmiştir. Kendi imkanlarına bakma eğilimini gösterememiştir.  Doğu ve Güneydoğu meselesi ele alınırken de hep bu olumsuzluklar sıralanıp gerçekte olmayan, aşılması zor zahiri engeller yaratılmıştır. Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak için kandırılan bu gençlerin babaları veya dedeleri bu ülkeyi düşmandan temizleyenler ve bu Cumhuriyeti kuranlardır.
Abdulbaki Küfrevi
      “Bugün bölücü hareketi ortaya çıkaran ve güçlenmesini sağlayan batılı emperyalist ülkelerdir. Bir zamanlar Marksist-Kürtçü hareketin arkasındaki en ciddi güçlerden birisini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği oluştururdu. Sovyetler Birliği komünist ideolojiyi dünyaya yayabilmek için. Dünyadaki tüm ayrılıkçı hareketler gibi Kürtçü hareketi de yaratmak ve yaşatmak zorunda idi.

      Türkiye Cumhuriyeti’nin zayıf düşürüleceği hassas noktalar arasında etnik ayrılıklar yaratılması en önemli husustu. Bu unsurdan hareketle bir hassasiyet yaratılabilirdi. Marksist hareketin arkasındaki en büyük güç Sovyet Rusya olmakla beraber, batılı bazı ülkeler de özellikle 1914’lerden sonra petrol nedeniyle bölücü harekete ilgisiz kalmamışlar ve bu konuyu kapanmaz yara haline getirmekte ortak strateji uygulamışlardır.
     Bazı batılı ülkeleri, Türk Devleti’nin bütünlüğünden rahatsızlık duymakta, onların tarihi ve ekonomik emellerinin karşısında bir engel olduğunu düşünmektedirler.
      Türk boyları, kabile şuurunu yenip, millet olma şuuruna uzun süre ulaşamamışlardır. Kader birliği bilincinin geçmişte yerine yeterince gelişmemiş oluşu ve millet olgusunun oluşması, Türk boylarının ayrı ayrı Bizans politikalarına yem olmalarına, aralarına düşmanlık ekip, birbirini kırdırmaya yol açmıştır.
       ANADOLU KAPILARININ TÜRKLERE AÇILMASI
      Alparslan Anadolu’ya 1071 Malazgirt Zaferi ile yeni bir çehre verirken Romen Diyojen’e karşı cepheye sevk ettiği ordunun şüphesiz bütün askeri Türkmen değildi. Bu bölge Türklüğü daha doğrusu İslamiyet’i çok daha önce tanımıştı.  Bizans ordusuna karşı Müslüman Türk Hükümdarının yanında bölgedeki aşiret birliklerimiz de yerlerini almış, milletçe yarattığımız tarihe ortak bir sayfa daha eklemişlerdi.
      Zira amaçları birdi ve ortak inançları taşıyorlardı. En azından tarihi ve dini kültürleri ortaktı. Türk milletinin kurduğu her devlet ve medeniyet sadece bir Türk Boyu veya aşiretine ait değildir. Hanedanlar değişse dahi millet ve onun teba’sı aynıdır. Eyyubiler bir Türk devletidir. Selahattin Eyyubi’nin babası Kürttürk’ü, annesi Türkmendir. Eyyubi oğulları iki Türk zümrenin birleşmesinden meydana gelmiştir.
      Anadolu Müslüman Türklüğü için bize göre Alparslan ne ise, Selahattin Eyyubi de odur. Eyyubiler de Selçuklular gibi bu milletin dinine ve kültürüne hizmet etmiştir. Özellikle Haçlı Sefereri’nde, Eyyubi Müslüman-Türk faktörü çok önemlidir ve saygıyla anılmalıdır.
      Kudüs’ü kurtarmak için tekbir ve tehlil sedalarıyla cihada çıktığı zaman, dava arkadaşı, soydaşı ve dindaşı Alparslan gibi Cuma gününü seçen Selahattin Eyyubi, Kudüs’ü Haçlı işgalinden kurtararak, tekrar İslam’a kazandırmıştır.
      Eyyubi Hanedanı, Güneydoğu Anadolu, Irak, Suriye, Lübnan, Mısır ve İsrail toprakları üzerinde egemen olmuş, Türk-İslam mimarisinin köprülerde, camilerde, kalelerde çok güzel örneklerini yapmıştır. Bir çok ünlü tarihçi edip ve fikir insanı yetiştirmişlerdir. Gençlerimize, ecdatları ve onların kutsal amaçları ne derece iyi anlatılabilir ise onların kardeşlik duyguları o derece kuvvetli olur ve gelecekteki düşmanlarımıza karşı ortak mücadele vermeleri sağlanmış olur.
      Görüldüğü gibi bu millet kavmiyet batağına Hıristiyan ülkelerin kışkırtması ile sevkedilmiştir. Dün, Müslüman Türk askerlerinin önce “Milliyetçilik Mücadelesi” ile kanını döktüren Batı, daha sonra Yemen çöllerinde, Suriye’de, Irak’ta müslümanı müslümana kırdırmıştır.
Selim, Melih, Emre ve Sefa Küfrevi
,
          OSMANLI DÖNEMİ
      Ortak İslam uygarlığının, kültürünün, biliminin çok önemli iki kaynağı vardı. Bunlardan biri Müslümanların tümünün kültür kitabı Kuran-ı Kerim, diğeri yine bütün Müslümanlarca kutsal sayılan hadislerdir.
      İslam düşünürleri, İslam bilginleri, İslamlıkla çatışmayan, İslamlıkla bağdaşabilen ya da bağdaştırılabilen her türlü düşünce ve bilgiyi geliştirip, yaymaya çalışıyorlardı. Bu yüzden, İslam ülkelerinin tümünde ‘vezinde, edebi şekil ve türlerde, hayat ve kainat görüşlerinde, aşk ve güzellik telakkilerinde bir birlik’ doğmuştu.
      Fırat ile Tuna arasında Türk Cihan Devleti’nin temelleri atılırken, Hıristiyan aleminin Yakındoğu, Balkanlar ve Ege’deki menfaatleri büyük ölçüde sarsılmıştır. Osmanlıya karşı birleşen Hıristiyan alemi, bir çok Asya ülkesini ve hatta Müslüman halkları kışkırtarak, Osmanlıya karşı silah çektirmiştir.                 devam edecek…

7 Nisan 2019 Pazar

BİTLİS'İN ULULARI, DR. KASIM KÜFREVİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


BİTLİS’İN ULULARI
DR. KASIM KÜFREVİ
1920-1992
                                                          Prof.  Dr. İsmet KAYAOĞLU
Dr. Kasım KÜFREVİ
      1920 yılında Bitlis’te doğan Kasım Küfrevi, Şeyh Abdulbaki Küfrevi’nin oğludur. Küçük yaşlarda babasından dini bilimlerde dersler aldı. İstanbul Erkek Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Ailesinin mensup olduğu Nakşibendilik tarikatı konusunda “Nakşibendiliğin Kuruluşu ve Yayılışı” adlı bir doktora tezi yaptı (1949).
      Küfrevi ailesi soyadını Siirt’in Kufra köyünden alır. Akademik hayatı terk ederek 1950’de Demokrat Parti’den milletvekili seçildi. 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar Ağrı milletvekilliği yaptı. Yassıada’da yargılandıktan sonra beraat etti. Kısa bir aradan sonra, 1964’te siyasi hayata dönerek 1980 ihtilaline kadar parlamenter oldu. Fakat bilim hayatını terk etmedi. 1950’lerde Ezher Üniversitesinin düzenlediği bir ilmi toplantıda verdiği cevaplar dikkati çekmiştir. Ünlü alim Zahid el-Kevseri, ona hayranlığını belirterek kendisine geleneksel diploma olan bir icazet vermiştir.
      Üzerinde durduğu Nakşilik tam bir mistik (tasavvufî) tarikattır. Derviş tarikatları içerisinde en tutucu bir tarikat olarak sayılır. İbadet ve zikire çok önem verirler. Nakşibendiliğin bir kolu olan Halidiye, Doğu illerinde Şafi’ler arasında yayılmış ve tutunmuştur. Zikir esnasında dünya ile ilgili her şeyden arınılarak temiz giysiler giyilerek, kıble yönünde, gözler yumularak rabıta yapılır. Yani mürşidin yüzü, iki kaş arasında farz edilerek 20 kere istiğfar, sonra bir Fatiha, üç İhlas okunur ve sonra sesli olmamak üzere, Allah’ın razılığını dilemek suretiyle Allah adı belirli sayılarda anılır.
      Arapça, Farsça, Kürtçe, Fransızca, İngilizce ve Almanca bilen ve çok sayıda araştırmaları bulunan Kasım Küfrevi 03.12.1992 tarihinde vefat etti. Vasiyeti üzerine Eyüp Sultan Kabristanı’na defnedildi (Küfrevi mad. T. Diyanet Vakfı İslam Ans.).
      Kendisiyle yapılan röportajda şöyle diyor: “Bitlis’te bizim ailemizde, Türkçenin değişik bir şivesi konuşulur. ‘Bitlis Türk Ağzı’ diyebileceğimiz özel bir ağız vardır.”
      “Hiçbir Doğulu aile, Kurtuluş Savaşında Batıdaki aileden daha az şehit vermemiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu milletin tüm evlatlarının ortak eseridir. Bu eserin elde edilmesinde, din adamları Atatürk’e sürekli destek olmuşlardır. Bu desteği sağlayanlardan rahmetli dedemin Mustafa Kemal Atatürk’ten aldığı beş mektubu orijinalleriyle birlikte muhafaza ediyorum.” (İlhami Nalbantoğlu, Kasım Küfrevi’nin Ardından, Ankara, 1994)
Kasım Küfrevi'nin Ardından Kitabı
     Atatürk’ün bu aileyi önceden tanıdığı kuvvetle muhtemeldir. Yazdığı Hatıra Defterinde şu satırlara yer verir: “…Öğleden evvel saat 10’da El-Şeyhuttani el-Halidi Mehmed Efendi el-Nakşibendi-i Küfrevi’nin Kızılmescid Mahalinde türbesini ziyaret ettim. Küçük bir türbe şeyhin merkadı vardır. Şeyhin merkadının örtüsü sırma işlemeli, yakut, elmas gibi taşlarla müzeyyen, diğer merkad dahi sırma işlemeli, örtülüdür.”
         Atatürk şeyhlerin Bitlis’teki güç ve etkilerini bilerek Şeyh Abdulbaki Küfrevi Efendiden yardım istemiştir. Gönderdiği 24 Ağustos 1920 tarihli mektupta “…Zat-ı âlileri gibi vatanperver dindaşlarımızın vatani ve fedakârane olan yardım ve hizmetleriyle vatanımızın ve hilafet makamımızın kurtuluşuna matuf meşru mesaimizde ergeç başarıya ulaşma hakkında kanaatım sarsılmaz.” (A.Kardaş, Bitlis ve Çevresinde İz Bırakanlar. G.Ü. Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2004, s.74)
       Abdulbaki Efendi 5 Şubat 1921 tarihinde savaş sırasında tahrip edilen tekkesinin tamir masrafları ve kendisinin geçimi için bir miktar tahsisat bağlanması amacıyla Maliye Vekaletinden talepte bulunmuştur. Abdulbaki Efendi sahip olduğu ev, tekke ve tarım alanları işgal esnasında uğradığı tahripler yüzünden kazanç sağlamaya müsait değildi. Bu nedenle kendisine Maliye Vekaletince 3000 Lira maaş tahsis edilmiştir.
       Öyle anlaşılıyor ki Kurtuluş Savaşı esnasında ve sonrasında Bitlis’ten yeni devletin kurucularına yeterli destek gelmiştir.

ABDULLAH NALBANT USTA, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


ABDULLAH  NALBANT  USTA
Prof. Dr. İSA KAYACAN
      Ilhami Nalbantoğlu’nun bir kitabı yenilerde bana ulaştı. Tam adı: Ahlat Halk Hekimliğinin
Abdullah Nalbant Usta
Efsane İsmi: Abdullah Nalbant Usta.
 
      224 sayfalık kitap, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Yayınları arasında, Ankara’da günyüzü görmüş.
      Yazışma adresleri: Sakarya Caddesi Ertuğ Pasajı No: 17/21 Kızılay-Ankara. Sipariş: P.K.499 Yenişehir-Ankara.
      İlhami Nalbantoğlu’nun bir sayfalık biyografisinin verilişiyle söze başlanmış. Sonra İlhami Nalbantoğlu’nun üç sayfalık sunuşu dikkat çekiyor. Kitap dokuz bölümden meydana gelmiş. Bu bölümlerin ana başlıkları; Giriş, Nalbantlık zor zanaat, Halk hekimliğine yöneliş, diğer faaliyetler, Yakın çevresi, yaşamından diğer kesitler, Yaşadığı kent Ahlat üzerine, Ahlat yaşamından kesitler, Abdullah Nalbant usta için ne dediler?, şeklinde sıralanıyor. 
      Birinci bölümde, Abdullah Nalbant Usta’nın biyografisi verilmekte... 
      Buradan Abdullah Nalbant Usta’nın; 01.07.1913 tarihinde doğduğunu, Babasının adının Müşir, Annesinin adının Kudret olduğunu 01.01.1985 tarihinde Ahlat’da vefat ettiğini öğreniyoruz.
      Abdullah Nalbant Usta, Nalbantlık mesleğinin yanı sıra, Ahlat’ta pek çok ilk’e de imza atmış. Kadayıf üretimi, boya yapımı, değişik gül fidanlarının geliştirilmesi, gül suyu üretimi, emme-basma tulumbayı ilk kez getirmesi bunlardan bazıları olarak sıralanıyor.
      Verilen bilgiler arasında; Abdullah Nalbant Usta’nın mensubu olduğu ailenin bir önceki kuşağının Kafkasya’dan göç edip Iğdır’ın yakın bir köyüne gelmiş olmaları yer alıyor.
Abdullah Nalbant Usta Kitabı
      Bu göç sırasında, coşmuş ve taşmış Aras’ın sularından geçerken  Ailenin büyüklerinin hemen hemen tamamının azgın sularda boğularak can verdiğini, Abdullah Nalbant Usta’nın öksüz ve yetim kalıp, akraba ve komşuların yardımları ile yaşama tutunduğu dile getiriliyor.
      Abdullah Nalbant usta, iki numaralı oğlu Sebahattin’in çamaşır kazanına düşüp yanması sonucunda, oğlunun tedavisi için büyük bir özveri ve sabır ile tedaviyi başarı ile tamamlayınca, halk hekimliğine yönelmişliğinin başlangıç adımı atılmıştır.
      Abdullah Nalbant Usta’nın hiçbir mazeret göstermeksizin gidip hasta olan canlıyı muayene ettiğini, tedavi için yapılması gereken hususları muhatabı olduğu kişinin anlayacağı biçimde izah ederek, sonucunun kendisine bildirilmesini sıkı sıkıya tembih ettiğini öğreniyoruz.
      Arka kapakta, Abdullah Nalbant Usta için söylenenlerden kısa bölümler, imza sahipleri itibariyle verilmiş. Bunlardan ikisi:
      1 Abdullah Amcayı çok iyi hatırlıyorum. Amca diyorum, çünkü babam Selâhattin Sümer’in kardeşten de öte yakın arkadaşıydı. (Muzaffer Sümer)
      2.Ahlat’ın korucusuydu. Yaptığı hizmetlerden dolayı herhangi bir ücret veya karşılık kabul etmemesi, onun en büyük özeliği idi. (Turgut Sevimli)