KÜFREVİZADELER-V
geçen sayının devamı…
Kasım Bey, anılarının yazılması
önerime ise; “Son dönemlerde okuduğum
anılarda, gerçek dışı beyanlara rastlıyorum ve bazı anılarda gereksiz bir
abartı yapıldığını gördüğüm için anı yazma olayına pek sıcak bakmıyorum.” ifadelerini
kullanmıştı. Her şeye karşın gene de anılarını yazmaya, tarihe ışık tutmaya
kendisini ikna edemediğim için kendimi suçluyorum.
Bunun gerçekleşmeyeceğini anlayınca, hiç
olmazsa yaptığımız sohbetlerin derlenerek kamuoyuna intikalini sağlayabilirsek,
böylesine değerli bir insanın bu ülke için yaptığı hizmetleri, birlik,
beraberlik ve kardeşlik konularındaki görüş ve düşüncelerini yok olup gitme
riskine karşı koruyabiliriz diye düşünüyorum.
Naciye Hanım’ın vefatı
Küfrevi Ailesi üzerinde büyük bir travmaya neden olmuştu. Büyük acı bir türlü
hazmedilemiyordu. Başta kayınpederim Cesim Bey olmak üzere tüm aile bireyleri
depresyona girmişlerdi. Cesim Bey, ısrarla “Ben
Naciye Hanım’ın yanına gitmek istiyorum.” şeklindeki arzusunu dile
getiriyordu. Yüce Yaradan dileğini kabul etmiş olmalı ki, tam tamına altı ay
sonra o da aramızdan ayrıldı. Cenazesi geçici olarak Karacaahmet Mezarlığındaki
Naciye Hanım’ın kabrinin yanına defnedildi.
|
Dr. Kasım KÜFREVİ |
Ertesi gün, Kasım Bey, taziye için geldi.
Çok üzgündü, “Ah Cesim, bunu da mı
yapacaktın.” diye acısına dile getiriyordu. O günün akşamında içinde
bulunduğu büyük acının etkisiyle evinde rahatsızlandı. Acilen hastaneye
kaldırıldı, tedavi altına alındı. Cesim Bey’in vefatından 13 gün sonra 3 Aralık
1992 tarihinde ebediyete intikal etti. Cenazesi, Aile geleneği gereği
Bitlis’teki Küfrevi Türbesi’ne defnedilmesi yerine kendi arzusu doğrultusunda,
Eyüp Sultan Kabristanındaki annesinin mezarının yanındaki babasının boş kalan
kabrine defnedildi.
Kasım Bey’in vefatının ardından ben de
son zamanlarda tanıma şansına eriştiğim, büyük bir insanı, büyük bir bilgi
kaynağını, mükemmel bir bilim insanını zamansız kaybetmenin acısını içime
sindiremedim. Onun bana rol model olarak gösterdiği yakınlığı, teveccühü
yüzüstü bırakamayacağımı, ona olan şükran borcumu bir türlü yerine getirmem
gerektiğini düşünerek “KASIM KÜFREVİ’NİN
ARDINDAN” adı ile bir kitap yazmaya karar verdim.
Kitap, 1992 yılında 5.000 adet basıldı,
hiçbir kimseden bir kuruş dahi maddi yardım alınmadan halkımıza ve Kasım Bey’i sevenlere dağıtıldı. Tamamı
tükendi, çeşitli kesimlerden yeniden
basılması istendi. Ancak ilk kitabın basılması sonrası, ticari bir kazanç elde etme amacıyla
yapıldığı yöndeki acımasız suçlamalara maruz kalınması, ikinci basımının
yapılmasını mümkün kılmadı.
Kasım Bey ile zaman zaman bir araya
geliyorduk, İstanbul’a her gidişimde onu ziyaret etmeden dönmüyordum. Her seferinde değeri ölçülemeyecek kazanımlar
elde ediyordum. Bir süre sonra bu bilgileri hafızamda muhafaza edemez hale
gelmiştim. Bunun çaresi olarak yanıma bir ses kayıt cihazı alarak gitmenin
yararlı olacağı kanısına varmıştım.
Bir seferinde ses kayıt cihazını masanın
üzerine koyup çıt çıkarmadan onu dinlemeye ve sesini kaydetmeye başladım.
Söyledikleri, anlattıkları o günün koşullarında da günümüz koşullarında da çok
değerli tespitler ve bilgilerdir. Bu nedenle bu bilgileri Türk Toplumu ile
paylaşmanın Ülkemizin birlik ve beraberliği adına bir zorunluluk olduğu
kanısına vardım.
BÖLÜCÜLÜK
VE TERÖR
Günümüzde terör, adeta bir sanayi dalı
halini almıştır. Bu yöntem bazı ülkelere siyasi ve ekonomik menfaatler
sağlamaktadır. Bazı ülkeler askeri güçlerle yenemedikleri düşmanlarına özel
olarak yetiştirdikleri veya destek sağladıkları terör örgütlerini musallat
etmektedirler. Diğer taraftan bazı terör örgütleri de geçim kaynaklarını
terörizme bağlamışlardır. Terörizmi bir meslek olarak benimseyip yaşama biçimi
olarak almışlardır.
Türkiye’de çalışan dimağların dikkatleri
şahıslara yöneltilmiştir. Bu hal, onların olaylara bakma fırsatını
kısıtlamıştır. Şahısların heyecan verici kısa ömürlü slogan milliyetçiliğinin
tesirinden kurtarılmaları, onların meselelere bizzat sahip çıkıp çözüm
aramalarına imkan kazandırır.
Türk aydını, çok kere neyin eksik olduğu
ve daha ziyade düşmanın neyinin güçlü olduğu ile ilgilenmiştir. Kendi
imkanlarına bakma eğilimini gösterememiştir.
Doğu ve Güneydoğu meselesi ele alınırken de hep bu olumsuzluklar
sıralanıp gerçekte olmayan, aşılması zor zahiri engeller yaratılmıştır.
Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak için kandırılan bu gençlerin babaları
veya dedeleri bu ülkeyi düşmandan temizleyenler ve bu Cumhuriyeti kuranlardır.
|
Abdulbaki Küfrevi |
“Bugün bölücü hareketi ortaya çıkaran ve
güçlenmesini sağlayan batılı emperyalist ülkelerdir. Bir zamanlar
Marksist-Kürtçü hareketin arkasındaki en ciddi güçlerden birisini Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği oluştururdu. Sovyetler Birliği komünist
ideolojiyi dünyaya yayabilmek için. Dünyadaki tüm ayrılıkçı hareketler gibi
Kürtçü hareketi de yaratmak ve yaşatmak zorunda idi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin zayıf
düşürüleceği hassas noktalar arasında etnik ayrılıklar yaratılması en önemli
husustu. Bu unsurdan hareketle bir hassasiyet yaratılabilirdi. Marksist
hareketin arkasındaki en büyük güç Sovyet Rusya olmakla beraber, batılı bazı
ülkeler de özellikle 1914’lerden sonra petrol nedeniyle bölücü harekete ilgisiz
kalmamışlar ve bu konuyu kapanmaz yara haline getirmekte ortak strateji
uygulamışlardır.
Bazı batılı ülkeleri, Türk Devleti’nin
bütünlüğünden rahatsızlık duymakta, onların tarihi ve ekonomik emellerinin
karşısında bir engel olduğunu düşünmektedirler.
Türk boyları, kabile şuurunu yenip,
millet olma şuuruna uzun süre ulaşamamışlardır. Kader birliği bilincinin
geçmişte yerine yeterince gelişmemiş oluşu ve millet olgusunun oluşması, Türk
boylarının ayrı ayrı Bizans politikalarına yem olmalarına, aralarına düşmanlık
ekip, birbirini kırdırmaya yol açmıştır.
ANADOLU KAPILARININ TÜRKLERE AÇILMASI
Alparslan Anadolu’ya 1071 Malazgirt
Zaferi ile yeni bir çehre verirken Romen Diyojen’e karşı cepheye sevk ettiği
ordunun şüphesiz bütün askeri Türkmen değildi. Bu bölge Türklüğü daha doğrusu
İslamiyet’i çok daha önce tanımıştı.
Bizans ordusuna karşı Müslüman Türk Hükümdarının yanında bölgedeki
aşiret birliklerimiz de yerlerini almış, milletçe yarattığımız tarihe ortak bir
sayfa daha eklemişlerdi.
Zira amaçları birdi ve ortak inançları
taşıyorlardı. En azından tarihi ve dini kültürleri ortaktı. Türk milletinin
kurduğu her devlet ve medeniyet sadece bir Türk Boyu veya aşiretine ait
değildir. Hanedanlar değişse dahi millet ve onun teba’sı aynıdır. Eyyubiler bir
Türk devletidir. Selahattin Eyyubi’nin babası Kürttürk’ü, annesi Türkmendir.
Eyyubi oğulları iki Türk zümrenin birleşmesinden meydana gelmiştir.
Anadolu Müslüman Türklüğü için bize göre
Alparslan ne ise, Selahattin Eyyubi de odur. Eyyubiler de Selçuklular gibi bu
milletin dinine ve kültürüne hizmet etmiştir. Özellikle Haçlı Sefereri’nde,
Eyyubi Müslüman-Türk faktörü çok önemlidir ve saygıyla anılmalıdır.
Kudüs’ü kurtarmak için tekbir ve tehlil
sedalarıyla cihada çıktığı zaman, dava arkadaşı, soydaşı ve dindaşı Alparslan
gibi Cuma gününü seçen Selahattin Eyyubi, Kudüs’ü Haçlı işgalinden kurtararak,
tekrar İslam’a kazandırmıştır.
Eyyubi Hanedanı, Güneydoğu Anadolu, Irak,
Suriye, Lübnan, Mısır ve İsrail toprakları üzerinde egemen olmuş, Türk-İslam
mimarisinin köprülerde, camilerde, kalelerde çok güzel örneklerini yapmıştır.
Bir çok ünlü tarihçi edip ve fikir insanı yetiştirmişlerdir. Gençlerimize,
ecdatları ve onların kutsal amaçları ne derece iyi anlatılabilir ise onların
kardeşlik duyguları o derece kuvvetli olur ve gelecekteki düşmanlarımıza karşı
ortak mücadele vermeleri sağlanmış olur.
Görüldüğü gibi bu millet kavmiyet
batağına Hıristiyan ülkelerin kışkırtması ile sevkedilmiştir. Dün, Müslüman
Türk askerlerinin önce “Milliyetçilik
Mücadelesi” ile kanını döktüren Batı, daha sonra Yemen çöllerinde,
Suriye’de, Irak’ta müslümanı müslümana kırdırmıştır.
|
Selim, Melih, Emre ve Sefa Küfrevi |
,
OSMANLI
DÖNEMİ
Osmanlı İmparatorluğu’nda din, milliyet
seviyesinde kabul edildiğinden, İslamiyet’in yüce kardeşlik ruhu,
İmparatorluğun İslam camiasının, uyum içinde yaşamasını sağlamıştır. Aynı yüce
zihniyet, her türlü dini ve etnik azınlığa da müsamahalı davranmıştır.
İslamlığı kabul eden ulusların hepsinin (Türklerin, İranlıların, Arapların vs.)
daha önce ulaştıkları belinli bir uygarlık ve kültür düzeyleri vardı. Ancak, bu
ulu Bunlar, yeni dinin etkisiyle yepyeni ve ortak İslam uygarlığı, İslam
kültürü yaratmışlardır.
Ortak İslam uygarlığının, kültürünün,
biliminin çok önemli iki kaynağı vardı. Bunlardan biri Müslümanların tümünün
kültür kitabı Kuran-ı Kerim, diğeri yine bütün Müslümanlarca kutsal sayılan
hadislerdir.
İslam düşünürleri, İslam bilginleri,
İslamlıkla çatışmayan, İslamlıkla bağdaşabilen ya da bağdaştırılabilen her
türlü düşünce ve bilgiyi geliştirip, yaymaya çalışıyorlardı. Bu yüzden, İslam
ülkelerinin tümünde ‘vezinde, edebi şekil ve türlerde, hayat ve kainat
görüşlerinde, aşk ve güzellik telakkilerinde bir birlik’ doğmuştu.
Fırat ile Tuna arasında Türk Cihan
Devleti’nin temelleri atılırken, Hıristiyan aleminin Yakındoğu, Balkanlar ve
Ege’deki menfaatleri büyük ölçüde sarsılmıştır. Osmanlıya karşı birleşen
Hıristiyan alemi, bir çok Asya ülkesini ve hatta Müslüman halkları kışkırtarak,
Osmanlıya karşı silah çektirmiştir. devam edecek…