9 Nisan 2019 Salı

KÜFREVİZADELER-V AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


KÜFREVİZADELER-V 
                                                                                                                                       geçen sayının devamı…

 Kasım Bey, anılarının yazılması önerime ise; “Son dönemlerde okuduğum anılarda, gerçek dışı beyanlara rastlıyorum ve bazı anılarda gereksiz bir abartı yapıldığını gördüğüm için anı yazma olayına pek sıcak bakmıyorum.” ifadelerini kullanmıştı. Her şeye karşın gene de anılarını yazmaya, tarihe ışık tutmaya kendisini ikna edemediğim için kendimi suçluyorum.
      Bunun gerçekleşmeyeceğini anlayınca, hiç olmazsa yaptığımız sohbetlerin derlenerek kamuoyuna intikalini sağlayabilirsek, böylesine değerli bir insanın bu ülke için yaptığı hizmetleri, birlik, beraberlik ve kardeşlik konularındaki görüş ve düşüncelerini yok olup gitme riskine karşı koruyabiliriz diye düşünüyorum.
      Naciye Hanım’ın vefatı Küfrevi Ailesi üzerinde büyük bir travmaya neden olmuştu. Büyük acı bir türlü hazmedilemiyordu. Başta kayınpederim Cesim Bey olmak üzere tüm aile bireyleri depresyona girmişlerdi. Cesim Bey, ısrarla “Ben Naciye Hanım’ın yanına gitmek istiyorum.” şeklindeki arzusunu dile getiriyordu. Yüce Yaradan dileğini kabul etmiş olmalı ki, tam tamına altı ay sonra o da aramızdan ayrıldı. Cenazesi geçici olarak Karacaahmet Mezarlığındaki Naciye Hanım’ın kabrinin yanına defnedildi.
Dr. Kasım KÜFREVİ
      Ertesi gün, Kasım Bey, taziye için geldi. Çok üzgündü, “Ah Cesim, bunu da mı yapacaktın.” diye acısına dile getiriyordu. O günün akşamında içinde bulunduğu büyük acının etkisiyle evinde rahatsızlandı. Acilen hastaneye kaldırıldı, tedavi altına alındı. Cesim Bey’in vefatından 13 gün sonra 3 Aralık 1992 tarihinde ebediyete intikal etti. Cenazesi, Aile geleneği gereği Bitlis’teki Küfrevi Türbesi’ne defnedilmesi yerine kendi arzusu doğrultusunda, Eyüp Sultan Kabristanındaki annesinin mezarının yanındaki babasının boş kalan kabrine defnedildi.
      Kasım Bey’in vefatının ardından ben de son zamanlarda tanıma şansına eriştiğim, büyük bir insanı, büyük bir bilgi kaynağını, mükemmel bir bilim insanını zamansız kaybetmenin acısını içime sindiremedim. Onun bana rol model olarak gösterdiği yakınlığı, teveccühü yüzüstü bırakamayacağımı, ona olan şükran borcumu bir türlü yerine getirmem gerektiğini düşünerek “KASIM KÜFREVİ’NİN ARDINDAN” adı ile bir kitap yazmaya karar verdim.
      Kitap, 1992 yılında 5.000 adet basıldı, hiçbir kimseden bir kuruş dahi maddi yardım alınmadan halkımıza  ve Kasım Bey’i sevenlere dağıtıldı. Tamamı tükendi,  çeşitli kesimlerden yeniden basılması istendi. Ancak ilk kitabın basılması sonrası,  ticari bir kazanç elde etme amacıyla yapıldığı yöndeki acımasız suçlamalara maruz kalınması, ikinci basımının yapılmasını mümkün kılmadı.
      Kasım Bey ile zaman zaman bir araya geliyorduk, İstanbul’a her gidişimde onu ziyaret etmeden dönmüyordum.  Her seferinde değeri ölçülemeyecek kazanımlar elde ediyordum. Bir süre sonra bu bilgileri hafızamda muhafaza edemez hale gelmiştim. Bunun çaresi olarak yanıma bir ses kayıt cihazı alarak gitmenin yararlı olacağı kanısına varmıştım. 
      Bir seferinde ses kayıt cihazını masanın üzerine koyup çıt çıkarmadan onu dinlemeye ve sesini kaydetmeye başladım. Söyledikleri, anlattıkları o günün koşullarında da günümüz koşullarında da çok değerli tespitler ve bilgilerdir. Bu nedenle bu bilgileri Türk Toplumu ile paylaşmanın Ülkemizin birlik ve beraberliği adına bir zorunluluk olduğu kanısına vardım.
      BÖLÜCÜLÜK VE TERÖR
      Günümüzde terör, adeta bir sanayi dalı halini almıştır. Bu yöntem bazı ülkelere siyasi ve ekonomik menfaatler sağlamaktadır. Bazı ülkeler askeri güçlerle yenemedikleri düşmanlarına özel olarak yetiştirdikleri veya destek sağladıkları terör örgütlerini musallat etmektedirler. Diğer taraftan bazı terör örgütleri de geçim kaynaklarını terörizme bağlamışlardır. Terörizmi bir meslek olarak benimseyip yaşama biçimi olarak almışlardır.
      Türkiye’de çalışan dimağların dikkatleri şahıslara yöneltilmiştir. Bu hal, onların olaylara bakma fırsatını kısıtlamıştır. Şahısların heyecan verici kısa ömürlü slogan milliyetçiliğinin tesirinden kurtarılmaları, onların meselelere bizzat sahip çıkıp çözüm aramalarına imkan kazandırır.
      Türk aydını, çok kere neyin eksik olduğu ve daha ziyade düşmanın neyinin güçlü olduğu ile ilgilenmiştir. Kendi imkanlarına bakma eğilimini gösterememiştir.  Doğu ve Güneydoğu meselesi ele alınırken de hep bu olumsuzluklar sıralanıp gerçekte olmayan, aşılması zor zahiri engeller yaratılmıştır. Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak için kandırılan bu gençlerin babaları veya dedeleri bu ülkeyi düşmandan temizleyenler ve bu Cumhuriyeti kuranlardır.
Abdulbaki Küfrevi
      “Bugün bölücü hareketi ortaya çıkaran ve güçlenmesini sağlayan batılı emperyalist ülkelerdir. Bir zamanlar Marksist-Kürtçü hareketin arkasındaki en ciddi güçlerden birisini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği oluştururdu. Sovyetler Birliği komünist ideolojiyi dünyaya yayabilmek için. Dünyadaki tüm ayrılıkçı hareketler gibi Kürtçü hareketi de yaratmak ve yaşatmak zorunda idi.

      Türkiye Cumhuriyeti’nin zayıf düşürüleceği hassas noktalar arasında etnik ayrılıklar yaratılması en önemli husustu. Bu unsurdan hareketle bir hassasiyet yaratılabilirdi. Marksist hareketin arkasındaki en büyük güç Sovyet Rusya olmakla beraber, batılı bazı ülkeler de özellikle 1914’lerden sonra petrol nedeniyle bölücü harekete ilgisiz kalmamışlar ve bu konuyu kapanmaz yara haline getirmekte ortak strateji uygulamışlardır.
     Bazı batılı ülkeleri, Türk Devleti’nin bütünlüğünden rahatsızlık duymakta, onların tarihi ve ekonomik emellerinin karşısında bir engel olduğunu düşünmektedirler.
      Türk boyları, kabile şuurunu yenip, millet olma şuuruna uzun süre ulaşamamışlardır. Kader birliği bilincinin geçmişte yerine yeterince gelişmemiş oluşu ve millet olgusunun oluşması, Türk boylarının ayrı ayrı Bizans politikalarına yem olmalarına, aralarına düşmanlık ekip, birbirini kırdırmaya yol açmıştır.
       ANADOLU KAPILARININ TÜRKLERE AÇILMASI
      Alparslan Anadolu’ya 1071 Malazgirt Zaferi ile yeni bir çehre verirken Romen Diyojen’e karşı cepheye sevk ettiği ordunun şüphesiz bütün askeri Türkmen değildi. Bu bölge Türklüğü daha doğrusu İslamiyet’i çok daha önce tanımıştı.  Bizans ordusuna karşı Müslüman Türk Hükümdarının yanında bölgedeki aşiret birliklerimiz de yerlerini almış, milletçe yarattığımız tarihe ortak bir sayfa daha eklemişlerdi.
      Zira amaçları birdi ve ortak inançları taşıyorlardı. En azından tarihi ve dini kültürleri ortaktı. Türk milletinin kurduğu her devlet ve medeniyet sadece bir Türk Boyu veya aşiretine ait değildir. Hanedanlar değişse dahi millet ve onun teba’sı aynıdır. Eyyubiler bir Türk devletidir. Selahattin Eyyubi’nin babası Kürttürk’ü, annesi Türkmendir. Eyyubi oğulları iki Türk zümrenin birleşmesinden meydana gelmiştir.
      Anadolu Müslüman Türklüğü için bize göre Alparslan ne ise, Selahattin Eyyubi de odur. Eyyubiler de Selçuklular gibi bu milletin dinine ve kültürüne hizmet etmiştir. Özellikle Haçlı Sefereri’nde, Eyyubi Müslüman-Türk faktörü çok önemlidir ve saygıyla anılmalıdır.
      Kudüs’ü kurtarmak için tekbir ve tehlil sedalarıyla cihada çıktığı zaman, dava arkadaşı, soydaşı ve dindaşı Alparslan gibi Cuma gününü seçen Selahattin Eyyubi, Kudüs’ü Haçlı işgalinden kurtararak, tekrar İslam’a kazandırmıştır.
      Eyyubi Hanedanı, Güneydoğu Anadolu, Irak, Suriye, Lübnan, Mısır ve İsrail toprakları üzerinde egemen olmuş, Türk-İslam mimarisinin köprülerde, camilerde, kalelerde çok güzel örneklerini yapmıştır. Bir çok ünlü tarihçi edip ve fikir insanı yetiştirmişlerdir. Gençlerimize, ecdatları ve onların kutsal amaçları ne derece iyi anlatılabilir ise onların kardeşlik duyguları o derece kuvvetli olur ve gelecekteki düşmanlarımıza karşı ortak mücadele vermeleri sağlanmış olur.
      Görüldüğü gibi bu millet kavmiyet batağına Hıristiyan ülkelerin kışkırtması ile sevkedilmiştir. Dün, Müslüman Türk askerlerinin önce “Milliyetçilik Mücadelesi” ile kanını döktüren Batı, daha sonra Yemen çöllerinde, Suriye’de, Irak’ta müslümanı müslümana kırdırmıştır.
Selim, Melih, Emre ve Sefa Küfrevi
,
          OSMANLI DÖNEMİ
      Ortak İslam uygarlığının, kültürünün, biliminin çok önemli iki kaynağı vardı. Bunlardan biri Müslümanların tümünün kültür kitabı Kuran-ı Kerim, diğeri yine bütün Müslümanlarca kutsal sayılan hadislerdir.
      İslam düşünürleri, İslam bilginleri, İslamlıkla çatışmayan, İslamlıkla bağdaşabilen ya da bağdaştırılabilen her türlü düşünce ve bilgiyi geliştirip, yaymaya çalışıyorlardı. Bu yüzden, İslam ülkelerinin tümünde ‘vezinde, edebi şekil ve türlerde, hayat ve kainat görüşlerinde, aşk ve güzellik telakkilerinde bir birlik’ doğmuştu.
      Fırat ile Tuna arasında Türk Cihan Devleti’nin temelleri atılırken, Hıristiyan aleminin Yakındoğu, Balkanlar ve Ege’deki menfaatleri büyük ölçüde sarsılmıştır. Osmanlıya karşı birleşen Hıristiyan alemi, bir çok Asya ülkesini ve hatta Müslüman halkları kışkırtarak, Osmanlıya karşı silah çektirmiştir.                 devam edecek…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ilaminal71@gmail.com