Mazlum Yegül, Ahlat’ın efsanevi Kaymakamı,
Cumhuriyetin kuruluşunun ardından baştan aşağı yeniden inşa edilen Anadolu’nun
her yöresinde olduğu gibi, Ahlat’ın virane halini, modern bir yapıya
kavuşturmak için kolları sıvamıştı.
|
Niobe Ağlayan Kaya |
Ahlat’ı
modern bir kent olarak yeni baştan inşa ettirmiş, adının,
Ahlat’ın en önemli caddesine verilmesini gerçekleştirerek
ölümsüzleştirmişti.
Buradaki görevini başarı ile
tamamladıktan sonra daha üst makamlara atanmış,
Ahlat Kaymakamlığına da Kenan Aybek adında genç bir kaymakam atanmış
atanmış, Mazlum Yegül’ün tamamlayamadığı işleri büyük bir çabayla tamamlamaya
çalışıyordu.
Caddeler, sokaklar tamamlanmış, kent
parkı ve meydanı inşa ediliyordu. Park için Yamlar mevkiinden getirilen doğal
çimlerden çiçek tarhları yapılacaktı. Ahlat’ta bu işi yapabilecek bilgi
birikimine sahip, deneyimli kimse yoktu.
O dönemde, işlediği bir suçtan dolayı,
aldığı hapis cezasını çektikten sonra, cezanın devamı olarak Ahlat’a sürgün
olarak gönderilen Manisalı Şevket adında
biri vardı. Sürgün Şevket, her gün Polis Karakoluna giderek imza veriyor, sair
zamanlarda ise çarşı içinde bir o yana bir bu yana gezip duruyordu.
İşin ilginç yanı, Manisalı Sürgün Şevket,
park ve bahçe işlerinden biraz anlıyordu. Bu durum, Kaymakam Kenan Aybek’in
kulağına gitmişti. Kenan Aybek, Sürgün Şevket’i
Makamına çağırarak bu işin üstesinden gelip gelemeyeceğini sorduğunda,
Şevket’in gözlerinde bir ışıltı meydana gelmişti.
Çünkü Şevket, daha önce, Manisa’yı güllük
gülistanlık haline getiren “Manisa
Tarzanı”nın çıraklarından biriydi. Sıkıntıdan patlıyordu, hem kendine bir
uğraş bulmuş olacak hem de az da olsa
cebine bir miktar para girecekti.
Sürgün Şevket, dört elle işine sarıldı, gece
gündüz çalıştı, çabaladı ve Ahlat Kent Parkını, çevredeki diğer tüm yerleşim
merkezlerini kıskandıracak bir güzelliğe kavuşturdu. Parkın orta yerine de Van
Gölü şeklinde fıskiyeli bir havuz yapıldı.
|
Manisa Tarzanı |
Sürgün Şevket, çiçek tarhlarını yaparken
davetsiz bir misafiri vardı. Karşısına geçer onu dakikalarca izlerdi. Şevket,
işinden başını kaldırıp bakmazdı bile. Bu davetsiz misafir, Şevketin çimleri nasıl kestiğini, nasıl
yerleştirdiğini, aletleri nasıl
kullandığını, şakülünü, çekicini, ipini, malasını dikkatle izler, yorulduktan
sonra çeker giderdi.
Park,
tamamlanınca Ahlat halkının bir övünç kaynağı olmuştu adeta. Kaymakam
Kenan Aybek ise yapmış olduğu bu hizmetten dolayı son derece mutluydu.
Mutluluğunu aradan uzun yıllar geçtikten sonra Başbakanlık Müsteşar
Yardımcılığı görevi yaptığı dönemde, Sürgün Şevket’in çalışmalarını izleyen
davetsiz misafirine, yani bana büyük bir gururla anlatmıştı.
Bana Ahlat’ı sordu, Kent Parkını sordu,
merak ediyordu, acaba hala yerinde duruyor mu, yoksa yerine başka bir şey mi
yapılmış?
Dilimin döndüğünce, Kent Parkı’nın Ahlat
için ne kadar önemli olduğunu, sadece Ahlat halkının değil, çevreden gelen pek
çok insan için çok önemli bir dinlenme alanı olduğunu anlattım.
Ahlatlılar olarak, bu kadar önemli bir
alanı değerlendirip park haline getirmiş olmalarından dolayı kendilerine
minnettar olduğumuzu anlattım.
Uzun yıllar birlikte, aynı mekanda hizmet
ettik. Ne büyük bir eksikliktir ki, günün koşulları gereği onu emeklilik döneminde
aramak sormak ya da alıp Ahlat’a götürmek mümkün olamadı.
Lise yıllarımda, ergenlik çağının da
etkisiyle olacak, derslerle pek uyum içinde olamıyordum. Bu durum babamın da
canını oldukça sıkıyor olmalıydı. Artık çekilmez olmuştu, bir çözüm arayışında
başarılı olamamış, çareyi evden kaçmakta
bulmuştum.
Gidebileceğim tek bir yer vardı, Manisa.
Çünkü orada babamın teyzesinin oğlu Hasan Amca vardı. Hasan Amca’nın çocukluğu
babamla birlikte, yokluk ve fakirlik içinde geçmiş. Babam çıkış yolunu Ahlat’ta
bulmuşken, Hasan Amca da Manisa’da kendine bir meslek edinmişti.
Dişçilik yapıyordu, işleri iyiydi, üç çocuğu vardı. Hakkında anlatılanlardan
etkilenmiş ve orada kendime bir çıkış yolu bulabileceğim hayaline kapılmıştım.
Trene atladığım gibi, soluğu Manisa’da
aldım. Bu benim evden ilk kaçışımdı. Daha sonraları bir kere daha kaçacağımı
hayal bile edemezdim.
Hasan Amca’nın oğlu Süleyman ile iyi
anlaşıyorduk. Ahlat’ta görmek değil, hayal bile edemeyeceğim sosyal bir yaşamı
vardı. Süleyman’ın yaşı benden küçük ama
arkadaşları, motosikleti, futbol maçları, olanakları, okuldaki başarısı
ile benim bir hayli üzerimde bir yaşam
standardı vardı. Sonradan İstanbul Tıp Fakültesi sınavlarını kazanmıştı.
Süleyman, bu olanakları ile beni de ihmal
etmiyor, fırsat buldukça birçok şeyi benimle paylaşıyordu. Bu sayede,
Manisa’yı, Manisa Tarzanını, İzmir’i,
İzmir Enternasyonal Fuarını görme fırsatını bulmuştum.
Bir gün dedi ki, hadi Niobe’ye gidelim, tabi ben Niobe’nin ne olduğunu bilmiyordum.
Erkenden yola koyulduk. Motosikletinin arkasına oturdum, yeşillikler içinden,
dar yollardan, çamların arasından yokuş yukarı bir hayli tırmandık, sonunda
yüksekçe bir kayanın önünde durduk.
Kayanın üzerinde bir ıslaklık göze
çarpıyordu ve genel olarak şekli bir kadın başını andırıyordu. Bu
Yüzden
bu kayaya “Ağlayan Kaya” deniyormuş.
Süleyman, dili döndüğünce bana anlatmaya başladı, Yunan Mitolojisine ve efsaneye göre,
Tantalos adlı yarı tanrının kızının
adıymış Niobe. Çocukluğu bu yörede
geçmiş. Daha sonra Kral Amphion ile
evlenmiş ve yedisi kız, yedisi oğlan olmak üzere 14 çocuk dünyaya getirmiş.
Niobe, bu kadar
çok çocuğa sahip olduğu için kendisiyle pek gururlanırmış. Zamanla diğer
kadınları küçümsemeye, çarşıda açıkça kendini övmeye başlamış “Hepinizden üstünüm ben” diyormuş,
diğer kadınlara “hanginizin benim kadar
çok çocuğu var? Analık konusunda Leto bile aşık atamaz benimle”. Leto adını
duyan kadınlar korkuyla “aman sus Niobe”
diyorlarmış “Leto böyle konuştuğunu bir duyarsa”.
“Duyarsa duysun” dermiş Niobe
bağıra bağıra. Bunu duyan Leto, Niobe’nin çocuklarının öldürülmesi
emrini vermiş. Çocukları öldürülen Niobe, bu büyük acı karşısında o anda
orada taş kesilmiş. Üzerindeki ıslaklık ise gözyaşları imiş.
Bir
başka gün, Süleyman Manisa Tarzanı’nın mekanı olan bir yere götürdü. Manisa
Tarzanı sözü bir anda beni yıllar öncesine götürdü. Ahlat’ta Kent Parkının
çiçek tarhlarını yapan Manisalı ve Manisa Tarzanı’nın çırağı olduğunu söyleyen
Sürgün Şevket’i anımsadım.
Hayalimde yer eden Manisa Tarzanı imajını ise Süleyman anlattıkları ile
bambaşka bir yere oturttum. O günlerde
Tarzan’ın birkaç ay önce öldüğünü duyunca, onu görememenin hüznü kapladı içimi.
Manisa’nın sembolü
olan, çevreci kimliğiyle tanınan ’Manisa Tarzanı’nın asıl adı Ahmet Bedevi imiş. Manisa’da
çevre bilinci ve duyarlılığının ışıklarını yakan, efsanevi yaşamı ile sadece
Manisalıların değil tüm Türkiye’nin ilgisini çekmeyi başarmış bir doğa dostu.
|
Ahmet Bedevi |
Ahmet Bedevi, nüfus kaydındaki adıyla Ahmeddin
Carlak, 1899’da Bağdat’ta doğmuş.. Dağlarda yaşamaya başlamadan önce
başarılı bir askermiş. Kurtuluş Savaşı’ndan önce Türk Ordusu’nda er olarak
askerlik görevine başlamış.
Ardından Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve 4,5 yıl boyunca savaşta
gösterdiği başarı ve yararlılıklardan ötürü “Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası”na layık görülerek terhis olmuş
ve yolu Manisa’ya düşmüş.
Cumhuriyet ilan edilmesinden birkaç yıl sonra Manisa’ya yerleşmiş ve Spil Dağı’nda Topkale adıyla anılan dağlık yörede kendine bir kulübe yaparak yaşamını
orada sürdürmeye başlamış.
Kentin ağaçlandırılması için olağanüstü çaba harcamış. Çalışmaları,
kişiliği ve yaşam tarzıyla çevrecilerin sembolü olmuş., Manisa’nın simgesi
haline gelmiş.
1924’ten sonra saçını ve sakalını kesmeyen, üzerine sadece bir şort
giyen Bedevi, bu tarzıyla ve doğayla uyumlu yaşamı nedeniyle Tarzan’a
benzetilmiş ve ’Manisa Tarzanı’
olarak anılmaya başlanmış.
Benim Manisa’ya gidişim 1964 yılıydı. Ahmet Bedevi, birkaç ay
evvel 1963 yılında yaşamını yitirmişti.
Kent meydanının bir köşesinde güzelce bir mekanın önündeydik. Süleyman buranın Manisa Turizm Müdürlüğü olduğunu
söyledi. Her tarafı Manisa Tarzanı’nın
resimleri ile donatılmıştı.
|
O günlerdeki ben |
Ölümünün ardından hiçbir şeye dokunulmamış her şey olduğu gibi
duruyordu. Belli ki ilgililer Tarzan’ın ölümünün ardından nasıl hareket
edecekleri konusunda henüz bir karara varmış değillerdi. Bir süre sonra basında
Manisa Tarzanı’nın bir heykelinin yapılacağı
haberleri yer almaya başlamıştı. Daha sonraları yapılıp parklardan birine
yerleştirildi. Bu arada Manisalılar Tarzan için bir kütüphane, ya da bir kültür
merkezi açarlar diye umut ediyordum, ancak sadece onun kulübesinin bir
benzerini yapmışlardı.
Süleyman’ın sosyal bir çevresi vardı, hafta
sonları arkadaşları ile futbol maçları yapıyorlardı. Beni de davet etti ve
takımda futbol oynamamı istedi. Ne var ki benim futbolla uzak yakın hiç alakam
yoktu. Ben kenarda bekledim, maç bitti, motosiklete binip eve döndük.
Biz, daha kapıya adımımızı
atmadan evin kapısı usulca açıldı, Hasan amca motosikletin sesini duymuş ve
kapıya gelmişti. Bu durumdan ben bir anormalliğin olduğunu izlenimi edindim. İçeri girdik, oturma
odasına geçtik baş köşede babamı sakin bir halde oturuyor vaziyette
gördüm.
Şok olmuştum, ne çabuk beni buldu diye. Hem buraya geldiğimi nereden
bildi, bir türlü inanamıyordum. Yollara düşmüş, araya araya gelip beni
bulmuştu.
Babamın elini öpüp hoş geldin dedim, süt dökmüş kedi gibi bir kenara
kıvrıldım. Buz gibi hava evi sarıp
sarmaladı. Hasan Amca, görmüş geçirmiş birisiydi, benim bu ezik halimi görünce,
dayanamamış, bana ilgi göstermeye başlamış, çok geçmeden evdeki soğuk havayı
gidermeyi başarmıştı.
Birkaç gün kaldı babam, birlikte Manisa’yı gezdik, artık yavaş yavaş
geriye dönüşün zamanı geliyordu. Manisa
garından trene bindik,. Hasan Amca ve ailesi bizi uğurlamaya geldiler. Hüzünlü bir ayrılıktan sonra Ahlat’a döndük.
Bu evden kaçış, o yıl eğitimimi aynı sınıfta geçirmeme neden olmuş, hiç
kuşkusuz ufkumu açmış, bilgi dağarcığımı bir hayli zenginleştirmişti.