30 Mayıs 2020 Cumartesi

NİOBE VE MANİSA TARZANI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


NİOBE VE MANİSA TARZANI
 Mazlum Yegül, Ahlat’ın efsanevi Kaymakamı, Cumhuriyetin kuruluşunun ardından baştan aşağı yeniden inşa edilen Anadolu’nun her yöresinde olduğu gibi, Ahlat’ın virane halini, modern bir yapıya kavuşturmak için kolları sıvamıştı.
Niobe Ağlayan Kaya
      Ahlat’ı  modern bir kent olarak yeni baştan inşa ettirmiş,  adının,  Ahlat’ın en önemli caddesine verilmesini gerçekleştirerek ölümsüzleştirmişti.
      Buradaki görevini başarı ile tamamladıktan sonra daha üst makamlara atanmış,  Ahlat Kaymakamlığına da Kenan Aybek adında genç bir kaymakam atanmış atanmış, Mazlum Yegül’ün tamamlayamadığı işleri büyük bir çabayla tamamlamaya çalışıyordu.
      Caddeler, sokaklar tamamlanmış, kent parkı ve meydanı inşa ediliyordu. Park için Yamlar mevkiinden getirilen doğal çimlerden çiçek tarhları yapılacaktı. Ahlat’ta bu işi yapabilecek bilgi birikimine sahip, deneyimli kimse yoktu.
      O dönemde, işlediği bir suçtan dolayı, aldığı hapis cezasını çektikten sonra, cezanın devamı olarak Ahlat’a sürgün olarak gönderilen  Manisalı Şevket adında biri vardı. Sürgün Şevket, her gün Polis Karakoluna giderek imza veriyor, sair zamanlarda ise çarşı içinde bir o yana bir bu yana gezip duruyordu.
      İşin ilginç yanı, Manisalı Sürgün Şevket, park ve bahçe işlerinden biraz anlıyordu. Bu durum, Kaymakam Kenan Aybek’in kulağına gitmişti. Kenan Aybek, Sürgün Şevket’i  Makamına çağırarak bu işin üstesinden gelip gelemeyeceğini sorduğunda, Şevket’in gözlerinde bir ışıltı meydana gelmişti.
      Çünkü Şevket, daha önce, Manisa’yı güllük gülistanlık haline getiren “Manisa Tarzanı”nın çıraklarından biriydi. Sıkıntıdan patlıyordu, hem kendine bir uğraş bulmuş olacak hem de az da olsa  cebine bir miktar para girecekti.
      Sürgün Şevket, dört elle işine sarıldı, gece gündüz çalıştı, çabaladı ve Ahlat Kent Parkını, çevredeki diğer tüm yerleşim merkezlerini kıskandıracak bir güzelliğe kavuşturdu. Parkın orta yerine de Van Gölü şeklinde fıskiyeli bir havuz yapıldı.
     
Manisa Tarzanı
Sürgün Şevket, çiçek tarhlarını yaparken davetsiz bir misafiri vardı. Karşısına geçer onu dakikalarca izlerdi. Şevket, işinden başını kaldırıp bakmazdı bile. Bu davetsiz misafir,  Şevketin çimleri nasıl kestiğini, nasıl yerleştirdiğini,  aletleri nasıl kullandığını, şakülünü, çekicini, ipini, malasını dikkatle izler, yorulduktan sonra çeker giderdi.
      Park,  tamamlanınca Ahlat halkının bir övünç kaynağı olmuştu adeta. Kaymakam Kenan Aybek ise yapmış olduğu bu hizmetten dolayı son derece mutluydu. Mutluluğunu aradan uzun yıllar geçtikten sonra Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevi yaptığı dönemde, Sürgün Şevket’in çalışmalarını izleyen davetsiz misafirine, yani bana büyük bir gururla anlatmıştı.
      Bana Ahlat’ı sordu, Kent Parkını sordu, merak ediyordu, acaba hala yerinde duruyor mu, yoksa yerine başka bir şey mi yapılmış?
      Dilimin döndüğünce, Kent Parkı’nın Ahlat için ne kadar önemli olduğunu, sadece Ahlat halkının değil, çevreden gelen pek çok insan için çok önemli bir dinlenme alanı olduğunu anlattım.
      Ahlatlılar olarak, bu kadar önemli bir alanı değerlendirip park haline getirmiş olmalarından dolayı kendilerine minnettar olduğumuzu anlattım.
      Uzun yıllar birlikte, aynı mekanda hizmet ettik. Ne büyük bir eksikliktir ki, günün koşulları gereği onu emeklilik döneminde aramak sormak ya da alıp Ahlat’a götürmek mümkün olamadı.
      Lise yıllarımda, ergenlik çağının da etkisiyle olacak, derslerle pek uyum içinde olamıyordum. Bu durum babamın da canını oldukça sıkıyor olmalıydı. Artık çekilmez olmuştu, bir çözüm arayışında başarılı olamamış,  çareyi evden kaçmakta bulmuştum.
      Gidebileceğim tek bir yer vardı, Manisa. Çünkü orada babamın teyzesinin oğlu Hasan Amca vardı. Hasan Amca’nın çocukluğu babamla birlikte, yokluk ve fakirlik içinde geçmiş. Babam çıkış yolunu Ahlat’ta bulmuşken, Hasan Amca da Manisa’da kendine bir meslek edinmişti.
      Dişçilik yapıyordu, işleri iyiydi,  üç çocuğu vardı. Hakkında anlatılanlardan etkilenmiş ve orada kendime bir çıkış yolu bulabileceğim hayaline kapılmıştım.
      Trene atladığım gibi, soluğu Manisa’da aldım. Bu benim evden ilk kaçışımdı. Daha sonraları bir kere daha kaçacağımı hayal bile edemezdim.
      Hasan Amca’nın oğlu Süleyman ile iyi anlaşıyorduk. Ahlat’ta görmek değil, hayal bile edemeyeceğim sosyal bir yaşamı vardı.  Süleyman’ın yaşı benden küçük ama arkadaşları, motosikleti, futbol maçları, olanakları, okuldaki başarısı ile  benim bir hayli üzerimde bir yaşam standardı vardı. Sonradan İstanbul Tıp Fakültesi sınavlarını kazanmıştı.
      Süleyman, bu olanakları ile beni de ihmal etmiyor, fırsat buldukça birçok şeyi benimle paylaşıyordu. Bu sayede, Manisa’yı,  Manisa Tarzanını, İzmir’i, İzmir Enternasyonal Fuarını görme fırsatını bulmuştum.
       Bir gün dedi ki, hadi Niobe’ye gidelim,  tabi ben Niobe’nin ne olduğunu bilmiyordum. Erkenden yola koyulduk. Motosikletinin arkasına oturdum, yeşillikler içinden, dar yollardan, çamların arasından yokuş yukarı bir hayli tırmandık, sonunda yüksekçe bir kayanın önünde durduk.
      Kayanın üzerinde bir ıslaklık göze çarpıyordu ve genel olarak şekli bir kadın başını andırıyordu. Bu
Yüzden bu kayaya “Ağlayan Kaya” deniyormuş.
      Süleyman, dili döndüğünce  bana anlatmaya  başladı, Yunan Mitolojisine ve efsaneye göre, Tantalos adlı yarı tanrının kızının adıymış Niobe. Çocukluğu bu yörede geçmiş. Daha sonra Kral Amphion ile evlenmiş ve yedisi kız, yedisi oğlan olmak üzere 14 çocuk dünyaya getirmiş.
      Niobe, bu kadar çok çocuğa sahip olduğu için kendisiyle pek gururlanırmış. Zamanla diğer kadınları küçümsemeye, çarşıda açıkça kendini övmeye başlamış “Hepinizden üstünüm ben” diyormuş, diğer kadınlara “hanginizin benim kadar çok çocuğu var? Analık konusunda Leto bile aşık atamaz benimle”. Leto adını duyan kadınlar korkuyla “aman sus Niobe”  diyorlarmış “Leto böyle konuştuğunu bir duyarsa”.
      “Duyarsa duysun” dermiş  Niobe bağıra bağıra.  Bunu duyan Leto, Niobe’nin çocuklarının öldürülmesi emrini vermiş.  Çocukları öldürülen Niobe, bu büyük acı karşısında o anda orada taş kesilmiş. Üzerindeki ıslaklık ise gözyaşları imiş.
      Bir başka gün, Süleyman Manisa Tarzanı’nın mekanı olan bir yere götürdü. Manisa Tarzanı sözü bir anda beni yıllar öncesine götürdü. Ahlat’ta Kent Parkının çiçek tarhlarını yapan Manisalı ve Manisa Tarzanı’nın çırağı olduğunu söyleyen Sürgün Şevket’i anımsadım.
      Hayalimde yer eden Manisa Tarzanı imajını ise Süleyman anlattıkları ile bambaşka bir yere oturttum.  O günlerde Tarzan’ın birkaç ay önce öldüğünü duyunca, onu görememenin hüznü kapladı içimi. Manisa’nın sembolü olan, çevreci kimliğiyle tanınan  ’Manisa Tarzanı’nın asıl adı  Ahmet Bedevi imiş. Manisa’da çevre bilinci ve duyarlılığının ışıklarını yakan, efsanevi yaşamı ile sadece Manisalıların değil tüm Türkiye’nin ilgisini çekmeyi başarmış bir doğa dostu.
Ahmet Bedevi
      Ahmet Bedevi,  nüfus kaydındaki adıyla Ahmeddin Carlak, 1899’da Bağdat’ta doğmuş.. Dağlarda yaşamaya başlamadan önce başarılı bir askermiş. Kurtuluş Savaşı’ndan önce Türk Ordusu’nda er olarak askerlik görevine başlamış.
      Ardından Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve 4,5 yıl boyunca savaşta gösterdiği başarı ve yararlılıklardan ötürü “Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası”na layık görülerek terhis olmuş ve yolu Manisa’ya düşmüş.
      Cumhuriyet ilan edilmesinden birkaç yıl sonra Manisa’ya yerleşmiş ve Spil Dağı’nda Topkale adıyla anılan dağlık yörede kendine bir kulübe yaparak yaşamını orada sürdürmeye başlamış.
      Kentin ağaçlandırılması için olağanüstü çaba harcamış. Çalışmaları, kişiliği ve yaşam tarzıyla çevrecilerin sembolü olmuş., Manisa’nın simgesi haline gelmiş.
      1924’ten sonra saçını ve sakalını kesmeyen, üzerine sadece bir şort giyen Bedevi, bu tarzıyla ve doğayla uyumlu yaşamı nedeniyle Tarzan’a benzetilmiş ve ’Manisa Tarzanı’ olarak anılmaya başlanmış.
      Benim Manisa’ya gidişim 1964 yılıydı. Ahmet Bedevi,  birkaç ay evvel 1963 yılında yaşamını yitirmişti.
      Kent meydanının bir köşesinde güzelce bir mekanın  önündeydik. Süleyman buranın Manisa Turizm Müdürlüğü olduğunu söyledi.  Her tarafı Manisa Tarzanı’nın resimleri ile donatılmıştı.
O günlerdeki ben
      Ölümünün ardından hiçbir şeye dokunulmamış her şey olduğu gibi duruyordu. Belli ki ilgililer Tarzan’ın ölümünün ardından nasıl hareket edecekleri konusunda henüz bir karara varmış değillerdi. Bir süre sonra basında Manisa Tarzanı’nın bir heykelinin  yapılacağı haberleri yer almaya başlamıştı. Daha sonraları yapılıp parklardan birine yerleştirildi. Bu arada Manisalılar Tarzan için bir kütüphane, ya da bir kültür merkezi açarlar diye umut ediyordum, ancak sadece onun kulübesinin bir benzerini yapmışlardı.
      Süleyman’ın sosyal bir çevresi vardı, hafta sonları arkadaşları ile futbol maçları yapıyorlardı. Beni de davet etti ve takımda futbol oynamamı istedi. Ne var ki benim futbolla uzak yakın hiç alakam yoktu. Ben kenarda bekledim, maç bitti, motosiklete binip eve döndük.
      Biz, daha  kapıya adımımızı atmadan evin kapısı usulca açıldı, Hasan amca motosikletin sesini duymuş ve kapıya gelmişti. Bu durumdan ben bir anormalliğin olduğunu  izlenimi edindim. İçeri girdik, oturma odasına geçtik baş köşede babamı sakin bir halde oturuyor vaziyette gördüm. 
      Şok olmuştum, ne çabuk beni buldu diye. Hem buraya geldiğimi nereden bildi, bir türlü inanamıyordum. Yollara düşmüş, araya araya gelip beni bulmuştu.
      Babamın elini öpüp hoş geldin dedim, süt dökmüş kedi gibi bir kenara kıvrıldım.  Buz gibi hava evi sarıp sarmaladı. Hasan Amca, görmüş geçirmiş birisiydi, benim bu ezik halimi görünce, dayanamamış, bana ilgi göstermeye başlamış, çok geçmeden evdeki soğuk havayı gidermeyi başarmıştı.
      Birkaç gün kaldı babam, birlikte Manisa’yı gezdik, artık yavaş yavaş geriye dönüşün  zamanı geliyordu. Manisa garından trene bindik,. Hasan Amca ve ailesi bizi uğurlamaya  geldiler. Hüzünlü bir ayrılıktan sonra  Ahlat’a döndük.
      Bu evden kaçış, o yıl eğitimimi aynı sınıfta geçirmeme neden olmuş, hiç kuşkusuz ufkumu açmış, bilgi dağarcığımı bir hayli zenginleştirmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ilaminal71@gmail.com