Rabia,
Erciş’te dünyaya gelmiş, 14-15
yaşlarında, dünyalar kadar güzel bir genç kızdı. Annesinin adı Gülizar, babasının Şemsettin, soyadları ise Kürümoğlu.
Kürümoğulları, Doğu Anadolu Bölgesi’nin en köklü ve en büyük
ailelerindendir. 6-7 yüzyıl kadar önce
Anadolu’ya Orta Asya’dan geldikleri, Horasan kökenli oldukları
biliniyor. Daha sonraları, değişik nedenlerle Anadolu’nun hemen her yöresine
dağılmış, değişik alanlarda, büyük
başarılara imza atmışlardır.
Anadolu’ya geldiklerinde ilk önce
Hakkari’nin Tiyar Vadisi’ndeki Erdel Köyü’ne yerleşmişler. İpek Yolu üzerinde
bulunan bu yörede yıllarca ticaretle uğraşmışlar. Daha sonraları, o dönemde
önemli bir ticaret merkezi olan Bitlis’e
göç etmişler.
Uzun yıllar Bitlis’te ticarete hakim
olmuşlar, yaşadıkları mahalle Kürümoğlu
Mahallesi olarak anılmaya başlamış. Cumhuriyet döneminde Kürümoğlu Ailesinin önemli şahsiyetlerinden dönemin
Başbakanı İsmet İnönü’nün Bitlis’i ziyaret etmesi üzerine mahallenin adı İnönü
Mahallesi olarak değiştirilmiş.
Bitlis’te ayrıca Kürümoğlu ailesine ait
bir de aile mezarlığı bulunmaktadır.
1916 yılında Bitlis’in Ruslar tarafından
işgal edilmesi üzerine, Batıya doğru göç etmek durumunda kalmışlar, kimileri
Diyarbakır, kimileri Elazığ ve
Malatya’ya yerleşmiş, buralarda başta
ticaret olmak üzere çeşitli işlerle
ilgilenmişler.
Rusların Bitlis’i terk etmesi üzerine
kimileri geri dönüp işine, gücüne burada devam etmiş. Kimileri bu gidişi
fırsata dönüştürerek Bitlis yerine başka
yerlere yerleşip ticaret yaşamını sürdürmüş.
|
Abdurrahman Gazi Kümbeti |
I. Dünya Savaşı sürecinde Aile içindeki
bu dağılma devam etmiş, kimileri İzmir’e kadar uzanmış, bir başka bölümü ise
Van ve Erciş’e yerleşmeyi tercih etmiş.
Rabia, Erciş’te Manifaturacı olarak ticaretle uğraşan Şemsettin Kürümoğlu’nun çocuklarından
biriydi. Çok hareketli, ele avuca sığmayan, zeki ve çalışkan bir genç kızdı.
Gün geçtikçe, büyüyor, gelişiyordu.
O dönemde, Anadolu’nun pek çok yerinde
olduğu gibi Doğu illerimizde tıpkı Kürümoğlu Ailesi gibi köklü, büyük, vatanperver pek çok aile daha
bulunuyordu.
Hacıpolat Ailesi’de bunlardan biriydi,
onlar da Orta Asya’dan gelip, önce Erzurum yöresine, daha sonra da bir kısmı
Anadol’nun çeşitli yörelerine dağılırken bir kısmı da gelip Ahlat’a
yerleşmişler.
Anadolu’nun bu köklü ve büyük aileleri, gelenek ve töre gereği
birbirlerinden kız alıp vermeyi tercih ederlerdi. Bu geleneğin somut
örneklerini Kürümoğlu ve Hacıpolat ailelerinde sıkça görmek mümkün.
Hacıpolat Ailesi’nin o dönem önemli
şahsiyetlerinden olan Abdurrahman Akpolat, Kürümoğlu Ailesi’nin kızları Nuriye
Hanım ile evliydi. Bu evlilikten 2 erkek, 5 kız dünyaya gelmişti.
Kürümoğlu Ailesini kızları Nuriye Hanım,
bilgisi, görgüsü ve özgüveni ile haklı olarak büyük bir saygı ve itibar elde etmiş, sözü dinlenen bir
hanımdı. Hacıpolat Ailesine mensup
Abdurrahman Akpolat ise, Ahlat’ın uzun
yıllar muhtarlığını yapan, saygın sözü dinlenen, toplumun yararı için gece gündüz hizmet veren, otoriter bir
yönetici olarak adını duyurmuştu.
Daha sonraları Abdurrahman Akpolat,
kardeşi Şerif’i de Kürümoğulları’nın kızları Saide Hanım ile evlendirmiş, bu da
yetmemiş, Muhtar Abdurrahman’ın oğlu
Ziya da dayısı Rıfat Kürümoğlu’nun kızları
Sevim Hanım ile evlenmişti.
Böylece Kürümoğlu Ailesi ile Hacıpolat
Ailesi kız alıp vermelerle birbirlerine sıkı bağlarla kenetlenmişlerdi.
Rabia, yıllar geçtikçe büyüyor,
gelişiyor, serpiliyor genç ve güzel bir kız oluyordu. İri yarı cüssesiyle “taşı sıksa, suyunu çıkaracak” denilecek
düzeyde güçlü bir fizyonomiye sahipti.
Böyle olunca doğal olarak çevresinde taliplileri de
çoğalıyordu. Ahlat’tan da isteyeni vardı. Her ne kadar da son kararı verecek olanın ailesi olmasına karşın,
kendisinin de görüşüne başvurulması Kürümoğlu Ailesi’nin geleneklerindendi.
Ailesi de usule adaba uygun olarak
Rabia’nın görüşüne başvuruyorlardı. Bu kadar çok isteyenin arasından bir seçim
yapmak kolay değildi.
Ne zaman ki ona talip olanlardan birinin
adının Şemsettin olduğunu öğrendi, işte o zaman Rabia’nın yüreğini bir heyecan
fırtınası sardı.
Her genç kız gibi Rabia da babasına
düşkündü. Babasının adını taşıyan bir isteyenin olması, evlenince geride
bırakacağı sevgili babasının adını taşıyan bir kişi ile baba özleminin bir
miktar azaltılabileceği aklının bir köşesine takılmıştı.
Ahlat’ta Kalender Mahallesinde oturan,
Ahlat’ın köklü ailelerinden Kalenderlerin oğlu Şemsettin Kalenderin Rabia’nın
yüreğinde bıraktığı bu minik iz, bir çığ gibi büyümüş ve kısa bir süre sonra da
mutlu bir evlilikle sonuçlanmıştı.
Rabia ile yolumun kesiştiğinde ben 7-8
yaşlarındaydım. O ise evlenmiş, çoluk
çocuğa karışmış, hatta torun torba sahibi olmuş, orta yaşlarda bir anneanne ve
babaanne idi.
En önemlisi, adı da artık Rabia değil “Rabe Eze” olmuştu. Rabe Eze de tıpkı
kendinden öncekiler gibi, gözbebeği oğlu Tahsin’e Hacıpolatların kızları
Bedriye hanımı gelin olarak almayı tercih etmişti.
Bedriye hanım ise benim teyzemdi. Bedriye
teyzem zaman zaman kayınvalidesinden
sitayişle söz eder, biraz da otoritesini
ima ederek “Menim kaynanam profösördür,
her şeyi bilir.” derdi.
Rabe Eze, temelini Kürümoğlu Ailesi’nden aldığı bilgi, görgü ve
kültürü ile bir canlı kütüphane, bir halk filozofu, bir meddah, bir orta
oyuncu, bir halk kültürü ustası gibiydi.
Biz
yaramaz ve haşarı çocukları önüne
oturtur, saatlerce, bıkmadan usanmadan
masallar, hikayeler, efsaneler, bulmacalar, kağıt katlama teknikleri ve
değişik objelerden gözümüzün önünde yapıp seslendirerek oynattığı oyuncuklarla
mıh gibi sabitlerdi yerimize.
Bu seanslar, genellikle tendirevinde ve
tendirin başında ayaklarımızı tendire sallandırarak gerçekleşirdi. Rabe Eze, öyküleri
anlatmaz yaşar bize de yaşatırdı.
Bir keresinde Acem Şahı’nın sarayını öyle
bir anlatmıştı ki, benim yaşamım boyunca her saray sözcüğü duyduğumda Rabe Eze’nin saray tasviri canlanır oldu belleğimde.
36 Kısım tekmili birden Zaloğlu Rüstem’in
kahramanlık maceraları en çok istenilen ve dinlenilen öykülerin ilk sırasında
yer alıyordu.
Yaralı Mahmut Destanı, bitmez tükenmez
tefrikaları ile çocukluğumuzun en lezzetli öyküsü olarak hala hafızalarımızdaki
yerini korumaktadır.
Rabe Eze, bir gün; “uşaklar man bir peşkir getirin, size davşan yapam” dedi,
sevinçten havalara uçtuk. Hemen anneme koştum; “Ana, Rabe Eze peşkir istir, bize davşan yapacak.”
Annem, misafir yemek peçetelerinden birini verdi, Rabe
Eze’ye götürdüm, merakla önüne dizildik, başladı peçeteyi katlamaya, bir sihirbazın şapkadan tavşan çıkarmasını
bekler gibi dikkatle izliyor ve peçeteden tavşanın nasıl olacağını merak
ediyorduk.
Uzun kulakları ve daha uzun kuyruğuyla,
Rabe Eze’nin elindeki tavşan çok hareketliydi, ayakları yoktu ama sürekli
sıçrayarak kaçmaya çalışıyordu. Rabe Eze,
bir elinin üzerine oturttuğu tavşanı kaçmaması için sürekli diğer
eliyle, havada tutuyor, yeniden elinin üzerine oturtturuyordu, tavşan ise
yeniden sıçrayıp kaçmaya çalışıyordu.
|
Tahsin Kalender Usta |
Gözlerimize inanamıyorduk, Rabe Eze, bir
yandan tavşanı kaçmaması için azarlıyor, diğer yandan da tavşanın sesiyle cevap
verip karşılıklı bir diyalog gerçekleştiriyordu.
Böylece biz çocukları saatlerce oyalayıp,
mum gibi karşısında oturtmayı başarıyordu. Ne var ki, ben diğer çocuklardan bir
iki yaş daha büyük olduğum için, bu olayı bir türlü kafamda çözemiyor, bez bir
tavşanın nasıl sıçrayarak kaçmaya çalıştığını bir türlü anlayamıyordum.
Uzun bir süre bu olaya kafayı takmış ve
bunun nasıl olduğunu öğrenmeye karar vermiştim. Önce bez parçasının nasıl
tavşana dönüştüğünü çözmem gerektiğini düşünüyordum.
Her hareketini dikkatle izleyerek
tavşanın yapımını öğrenmiştim, ne var ki benim tavşanımın kulakları kuyruğundan
büyük olmuştu. Birkaç denemeden sonra bunu da başarmıştım. Ancak sadece tavşanı
yapmak yeterli değildi. Hem hareket ettirebilmek hem de hareketlerine uygun
olarak konuşturmak gerekiyordu.
Bu kez bunların nasıl yapıldığını
öğrenmek için Rabe Eze’nin peşini bırakmıyordum ve sonunda tavşanın nasıl
sıçrayarak kaçmaya çalıştığını ve kaçarken Rabe Eze’nin onu havada nasıl
tuttuğunu da öğrenmiştim.
Bezden tavşanı sağ elinin iç kısmına,
bileğine yakın oturtturuyor, parmakları ile tavşanın poposundan hızlıca
ittiriyor, tavşan yukarı doğru fırlarken diğer eliyle onu havada tutup yerine
oturtturuyordu. Hareketin görülmemesi için sol eliyle perdeleme yapıyordu. Bir
yandan da tavşanı konuşturarak dikkatimizin bir noktaya takılı kalmasını
önlüyordu.
Tüm bu öğrendiklerim beni rahatlatmıştı
ama Rabe Eze gibi bunu bir gösteri niteliğinde yapıp izleyenleri
etkileyebilecek bir yeteneğimin olmadığını da anlamıştım.
Bu nedenle onun rakibi olmak gibi
boyumdan büyük işe kalkışmadım. Böyle olunca da Rabe Eze’nin yaptıklarının
kıymetli olduğunu ve yıllar sonra yazılmaya, hatta yazılarak gelecek kuşaklara
aktarılmaya değer olduğunu anladım.
|
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Tarafından Çıkarılan Tahsin Usta Kitabı |
Kürümoğlu Ailesi’nin Türk kültür
değerlerine ne denli etkili katkılar sağladığı,
bu Ailenin pek çok bireyinin bıraktığı kültürel miras gibi Rabia’nın
da yeteneği ile kültür dünyamızda ne
tür izler bıraktığı gelecek kuşaklara aktarılmalıdır.
Bir diğer önemli husus ise, Rabia’nın
yani Rabe Eze’nin oğlu Tahsin
Kalender Usta’nın bireysel yeteneği ile hiçbir eğitim almadan inşa ettiği Ahlat’taki “Abdurrahman Gazi Kümbeti’dir.
Selçuklu Rönesansı’nın en müstesna ve
seçkin eserlerinin yer aldığı Ahlat’taki kümbetlerin mimari özelliklerinden
esinlenerek gerçekleştirdiği bu eseri ile Tahsin Kalender Usta, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne Yaşayan
Kültürel Değerler unvanı ile seçilmeyi başararak adının ölümsüzleşmesini
gerçekleştirmiştir.
Bu ünvanın Tahsin Kalender Usta’ya
verilmesinin hemen öncesinde Kültür Bakanlığı’ndan aranarak Bakanlığa davet
edildim. Bu davet sırasında Tahsin Usta’nın UNESCO’nun Kültür Mirası Listesi’ne
aday gösterilmesi konusundaki görüşüm soruldu. Bu konudaki bilgilerimi paylaştım
ve bu görüşlerimin kayıt altına alınarak onaylamam istendi, hemen oracıkta bu
metnin altını imzaladım.
Tahsin Kalender Usta, sadece bununla
yetinmemiş, sanatın bir başka dalı olan şiirle de haşir neşir olmuş, Ahlat
Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın yayınlamış olduğu şiir kitabıyla da
yeteneğini kanıtlamıştır.