1 Temmuz 2020 Çarşamba

RABİA, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


RABİA
 Rabia, Erciş’te dünyaya gelmiş,  14-15 yaşlarında, dünyalar kadar güzel bir genç kızdı.  Annesinin adı Gülizar, babasının  Şemsettin, soyadları ise Kürümoğlu.
      Kürümoğulları, Doğu Anadolu  Bölgesi’nin en köklü ve en büyük ailelerindendir. 6-7 yüzyıl kadar önce  Anadolu’ya Orta Asya’dan geldikleri, Horasan kökenli oldukları biliniyor. Daha sonraları, değişik nedenlerle Anadolu’nun hemen her yöresine dağılmış,  değişik alanlarda, büyük başarılara imza atmışlardır.
      Anadolu’ya geldiklerinde ilk önce Hakkari’nin Tiyar Vadisi’ndeki Erdel Köyü’ne yerleşmişler. İpek Yolu üzerinde bulunan bu yörede yıllarca ticaretle uğraşmışlar. Daha sonraları, o dönemde önemli bir ticaret merkezi  olan Bitlis’e göç etmişler.
      Uzun yıllar Bitlis’te ticarete hakim olmuşlar, yaşadıkları mahalle  Kürümoğlu Mahallesi olarak anılmaya başlamış. Cumhuriyet döneminde Kürümoğlu  Ailesinin önemli şahsiyetlerinden dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Bitlis’i ziyaret etmesi üzerine mahallenin adı İnönü Mahallesi olarak değiştirilmiş.
      Bitlis’te ayrıca Kürümoğlu ailesine ait bir de aile mezarlığı bulunmaktadır.
      1916 yılında Bitlis’in Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine, Batıya doğru göç etmek durumunda kalmışlar, kimileri Diyarbakır, kimileri  Elazığ ve Malatya’ya yerleşmiş, buralarda  başta ticaret olmak üzere çeşitli işlerle  ilgilenmişler.
      Rusların Bitlis’i terk etmesi üzerine kimileri geri dönüp işine, gücüne burada devam etmiş. Kimileri bu gidişi fırsata dönüştürerek  Bitlis yerine başka yerlere yerleşip ticaret yaşamını sürdürmüş.
Abdurrahman Gazi Kümbeti
      I. Dünya Savaşı sürecinde Aile içindeki bu dağılma devam etmiş, kimileri İzmir’e kadar uzanmış, bir başka bölümü ise Van ve   Erciş’e yerleşmeyi  tercih etmiş.
      Rabia, Erciş’te  Manifaturacı olarak ticaretle uğraşan  Şemsettin Kürümoğlu’nun çocuklarından biriydi. Çok hareketli, ele avuca sığmayan, zeki ve çalışkan bir genç kızdı. Gün geçtikçe, büyüyor, gelişiyordu.
      O dönemde, Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Doğu illerimizde tıpkı Kürümoğlu Ailesi gibi köklü,  büyük, vatanperver pek çok aile daha bulunuyordu.
      Hacıpolat Ailesi’de bunlardan biriydi, onlar da Orta Asya’dan gelip, önce Erzurum yöresine, daha sonra da bir kısmı Anadol’nun çeşitli yörelerine dağılırken bir kısmı da gelip Ahlat’a yerleşmişler.
      Anadolu’nun bu köklü ve büyük  aileleri, gelenek ve töre gereği birbirlerinden kız alıp vermeyi tercih ederlerdi. Bu geleneğin somut örneklerini Kürümoğlu ve Hacıpolat ailelerinde sıkça görmek mümkün.
      Hacıpolat Ailesi’nin o dönem önemli şahsiyetlerinden olan Abdurrahman Akpolat, Kürümoğlu Ailesi’nin kızları Nuriye Hanım ile evliydi. Bu evlilikten 2 erkek, 5 kız dünyaya gelmişti.
       Kürümoğlu Ailesini kızları Nuriye Hanım, bilgisi, görgüsü ve özgüveni ile haklı olarak büyük bir saygı ve  itibar elde etmiş, sözü dinlenen bir hanımdı.  Hacıpolat Ailesine mensup Abdurrahman Akpolat  ise, Ahlat’ın uzun yıllar muhtarlığını yapan, saygın sözü dinlenen, toplumun yararı için  gece gündüz hizmet veren, otoriter bir yönetici olarak adını duyurmuştu.
        Daha sonraları Abdurrahman Akpolat, kardeşi Şerif’i de Kürümoğulları’nın kızları Saide Hanım ile evlendirmiş, bu da yetmemiş, Muhtar Abdurrahman’ın  oğlu Ziya da  dayısı Rıfat Kürümoğlu’nun kızları Sevim Hanım ile evlenmişti.
      Böylece Kürümoğlu Ailesi ile Hacıpolat Ailesi kız alıp vermelerle birbirlerine sıkı bağlarla kenetlenmişlerdi.
      Rabia, yıllar geçtikçe büyüyor, gelişiyor, serpiliyor genç ve güzel bir kız oluyordu. İri yarı cüssesiyle “taşı sıksa, suyunu çıkaracak” denilecek düzeyde güçlü bir fizyonomiye sahipti.
      Böyle olunca  doğal olarak çevresinde taliplileri de çoğalıyordu.  Ahlat’tan da  isteyeni vardı. Her ne kadar da son  kararı verecek olanın ailesi olmasına karşın, kendisinin de görüşüne başvurulması Kürümoğlu Ailesi’nin geleneklerindendi.
      Ailesi de usule adaba uygun olarak Rabia’nın görüşüne başvuruyorlardı. Bu kadar çok isteyenin arasından bir seçim yapmak kolay değildi.
      Ne zaman ki ona talip olanlardan birinin adının Şemsettin olduğunu öğrendi, işte o zaman Rabia’nın yüreğini bir heyecan fırtınası sardı.
      Her genç kız gibi Rabia da babasına düşkündü. Babasının adını taşıyan bir isteyenin olması, evlenince geride bırakacağı sevgili babasının adını taşıyan bir kişi ile baba özleminin bir miktar azaltılabileceği aklının bir köşesine takılmıştı.
      Ahlat’ta Kalender Mahallesinde oturan, Ahlat’ın köklü ailelerinden Kalenderlerin oğlu Şemsettin Kalenderin Rabia’nın yüreğinde bıraktığı bu minik iz, bir çığ gibi büyümüş ve kısa bir süre sonra da mutlu bir evlilikle sonuçlanmıştı.
      Rabia ile yolumun kesiştiğinde ben 7-8 yaşlarındaydım.  O ise evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, hatta torun torba sahibi olmuş, orta yaşlarda bir anneanne ve babaanne idi.
      En önemlisi, adı da artık Rabia değil “Rabe Eze” olmuştu. Rabe Eze de tıpkı kendinden öncekiler gibi, gözbebeği oğlu Tahsin’e Hacıpolatların kızları Bedriye hanımı gelin olarak almayı tercih etmişti.
      Bedriye hanım ise benim teyzemdi. Bedriye teyzem zaman zaman  kayınvalidesinden sitayişle söz eder,  biraz da otoritesini ima ederek “Menim kaynanam profösördür, her şeyi bilir.” derdi.
      Rabe Eze, temelini Kürümoğlu Ailesi’nden aldığı bilgi, görgü ve kültürü ile bir canlı kütüphane, bir halk filozofu, bir meddah, bir orta oyuncu, bir halk kültürü ustası gibiydi.
      Biz  yaramaz ve haşarı çocukları önüne  oturtur, saatlerce, bıkmadan usanmadan  masallar, hikayeler, efsaneler, bulmacalar, kağıt katlama teknikleri ve değişik objelerden gözümüzün önünde yapıp seslendirerek oynattığı oyuncuklarla mıh gibi sabitlerdi yerimize.
    Bu seanslar, genellikle tendirevinde ve tendirin başında ayaklarımızı tendire sallandırarak gerçekleşirdi. Rabe Eze, öyküleri anlatmaz yaşar bize de yaşatırdı.
      Bir keresinde Acem Şahı’nın sarayını öyle bir anlatmıştı ki, benim yaşamım boyunca her saray sözcüğü duyduğumda  Rabe Eze’nin saray tasviri canlanır  oldu belleğimde.
      36 Kısım tekmili birden Zaloğlu Rüstem’in kahramanlık maceraları en çok istenilen ve dinlenilen öykülerin ilk sırasında yer alıyordu.
      Yaralı Mahmut Destanı, bitmez tükenmez tefrikaları ile çocukluğumuzun en lezzetli öyküsü olarak hala hafızalarımızdaki yerini korumaktadır.
      Rabe Eze, bir gün; “uşaklar man bir peşkir getirin, size davşan yapam” dedi, sevinçten havalara uçtuk. Hemen anneme koştum; “Ana, Rabe Eze peşkir istir, bize davşan yapacak.”
      Annem, misafir yemek peçetelerinden birini verdi, Rabe Eze’ye götürdüm, merakla önüne dizildik, başladı peçeteyi katlamaya,  bir sihirbazın şapkadan tavşan çıkarmasını bekler gibi dikkatle izliyor ve peçeteden tavşanın nasıl olacağını merak ediyorduk.
      Uzun kulakları ve daha uzun kuyruğuyla, Rabe Eze’nin elindeki tavşan çok hareketliydi, ayakları yoktu ama sürekli sıçrayarak kaçmaya çalışıyordu. Rabe Eze,  bir elinin üzerine oturttuğu tavşanı kaçmaması için sürekli diğer eliyle, havada tutuyor, yeniden elinin üzerine oturtturuyordu, tavşan ise yeniden sıçrayıp kaçmaya çalışıyordu.
     
Tahsin Kalender Usta
Gözlerimize inanamıyorduk, Rabe Eze, bir yandan tavşanı kaçmaması için azarlıyor, diğer yandan da tavşanın sesiyle cevap verip karşılıklı bir diyalog gerçekleştiriyordu.
      Böylece biz çocukları saatlerce oyalayıp, mum gibi karşısında oturtmayı başarıyordu. Ne var ki, ben diğer çocuklardan bir iki yaş daha büyük olduğum için, bu olayı bir türlü kafamda çözemiyor, bez bir tavşanın nasıl sıçrayarak kaçmaya çalıştığını bir türlü anlayamıyordum.
      Uzun bir süre bu olaya kafayı takmış ve bunun nasıl olduğunu öğrenmeye karar vermiştim. Önce bez parçasının nasıl tavşana dönüştüğünü çözmem gerektiğini düşünüyordum.
      Her hareketini dikkatle izleyerek tavşanın yapımını öğrenmiştim, ne var ki benim tavşanımın kulakları kuyruğundan büyük olmuştu. Birkaç denemeden sonra bunu da başarmıştım. Ancak sadece tavşanı yapmak yeterli değildi. Hem hareket ettirebilmek hem de hareketlerine uygun olarak konuşturmak gerekiyordu.
      Bu kez bunların nasıl yapıldığını öğrenmek için Rabe Eze’nin peşini bırakmıyordum ve sonunda tavşanın nasıl sıçrayarak kaçmaya çalıştığını ve kaçarken Rabe Eze’nin onu havada nasıl tuttuğunu da öğrenmiştim.
      Bezden tavşanı sağ elinin iç kısmına, bileğine yakın oturtturuyor, parmakları ile tavşanın poposundan hızlıca ittiriyor, tavşan yukarı doğru fırlarken diğer eliyle onu havada tutup yerine oturtturuyordu. Hareketin görülmemesi için sol eliyle perdeleme yapıyordu. Bir yandan da tavşanı konuşturarak dikkatimizin bir noktaya takılı kalmasını önlüyordu.
      Tüm bu öğrendiklerim beni rahatlatmıştı ama Rabe Eze gibi bunu bir gösteri niteliğinde yapıp izleyenleri etkileyebilecek bir yeteneğimin olmadığını da anlamıştım.
      Bu nedenle onun rakibi olmak gibi boyumdan büyük işe kalkışmadım. Böyle olunca da Rabe Eze’nin yaptıklarının kıymetli olduğunu ve yıllar sonra yazılmaya, hatta yazılarak gelecek kuşaklara aktarılmaya değer olduğunu anladım.
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı
Tarafından Çıkarılan Tahsin Usta Kitabı
       Kürümoğlu Ailesi’nin Türk kültür değerlerine ne denli etkili katkılar sağladığı,  bu Ailenin pek çok bireyinin bıraktığı kültürel miras gibi Rabia’nın da   yeteneği ile kültür dünyamızda ne tür izler bıraktığı gelecek kuşaklara aktarılmalıdır.


Bir diğer önemli husus ise, Rabia’nın yani Rabe Eze’nin oğlu Tahsin Kalender Usta’nın bireysel yeteneği ile hiçbir eğitim almadan inşa ettiği  Ahlat’taki “Abdurrahman Gazi Kümbeti’dir.
      Selçuklu Rönesansı’nın en müstesna ve seçkin eserlerinin yer aldığı Ahlat’taki kümbetlerin mimari özelliklerinden esinlenerek gerçekleştirdiği bu eseri ile Tahsin Kalender Usta,  UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne Yaşayan Kültürel Değerler unvanı ile seçilmeyi başararak adının ölümsüzleşmesini gerçekleştirmiştir.
      Bu ünvanın Tahsin Kalender Usta’ya verilmesinin hemen öncesinde Kültür Bakanlığı’ndan aranarak Bakanlığa davet edildim. Bu davet sırasında Tahsin Usta’nın UNESCO’nun Kültür Mirası Listesi’ne aday gösterilmesi konusundaki görüşüm soruldu. Bu konudaki bilgilerimi paylaştım ve bu görüşlerimin kayıt altına alınarak onaylamam istendi, hemen oracıkta bu metnin altını imzaladım.
      Tahsin Kalender Usta, sadece bununla yetinmemiş, sanatın bir başka dalı olan şiirle de haşir neşir olmuş,  Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın yayınlamış olduğu şiir kitabıyla da yeteneğini kanıtlamıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ilaminal71@gmail.com