AHLAT’IN TARİHİ ÖNEMİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
Ahlat (AKSAV) Kültür Sanat ve Çevre Vakfı
Tarihin her döneminde çeşitli
medeniyetlerin yaşanmış olduğu Ahlat, bünyesinde bu medeniyetlerin izlerini
taşımaktadır. Tarih süzgecinden geçirdiğimizde karşılaştığımız değerleri şöyle
sıralayabiliriz.
1. Askeri ve Stratejik Açıdan Ahlat.
2. Türklerin Anadolu’yu Yurt
Edinmelerinde Ahlat’ın Rolü.
3. İslamiyet’in
Anadolu ve Asya’ya Yayılmasında Ahlat’ın Rolü.
4. Tarih ve
Turizmin İç İçe Olduğu Ahlat’ın Günümüzdeki Yeri.
1. ASKERİ VE STRATEJİK AÇIDAN AHLAT
Van Gölü
çevresinde siyah bir kaşı andırırcasına durması Ahlat’a bir çekicilik
vermektedir. Bu sebeple tarih süreci içerisinde büyüklü küçüklü bütün devletler
bu dilbere sahip olma arzusu içinde olmuşlardır. Güçlü olan almış, zayıf olan
alma hayali ile yanıp tutuşmuştur. Ahlat’ın coğrafi konumu stratejik açıdan da
çok önemli olduğundan Ahlat’a hakim olan
bölgeye de hakim olmuştur. Dolayısıyla Ahlat pek çok defalar el değiştirmiş ve
bu el değiştirmeler şehrin mimari yapısına umulandan çok zarar vermiştir. Bu
yüzden çok eski dönemlerden kalan eserlerin sadece izleri ile yetinmekteyiz.
2. TÜRKLERİN ANADOLU’YU YURT
EDİNMELERİNDE AHLAT’IN ROLÜ
Orta
Asya’dan Batı’ya doğru yönelen Türklerin
ilk uğrak yerlerinden birisidir Ahlat. Anadolu torakları üzerinde ilk
fethedilen yer olması Ahlat’ın karizmasının temelini teşkil etmektedir. Oğuz
akıncıları öylesine benimsemişlerdir ki bir dönem “Oğuz Taifesi Şehri” olarak
adlandırılmıştır. Ahlat’ta başlayan bu hareket gün gelmiş Viyana kapılarına
dayanmıştır. Bu muhteşem büyümenin ilk ayağının Ahlat olması buranın önemini
bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu büyük serüven içinde bir yer var ki
ona değinmeden geçilemez. Bu dünya tarihinin seyrini değiştiren 1071 Malazgirt
Zaferi’dir. Ahlat’ta karargahını kuran Alparslan buradan başlattığı hareketle uzun yıllar hüküm süren büyük
bir imparatorluğun hayatiyetine son vererek tarihin akışını değiştirip, bir
çağın kapanmasını ve yeni bir çağın başlamasını ilan etmiştir. Alparslan’a bu
askeri alt yapıyı Ahlat sunmuştur. Ahlat’tan başlayıp Malazgirt’te çağı
değiştiren bu muhteşem güç, Asya kıtasının coğrafi uzantısı olan İstanbul
kapılarına dayanmıştır.
İstanbul’u
fetheden Fatih Sultan Mehmet, atası Alparslan’dan aldığı ruhla onu Bizans
kültürünün elinden alıp bir Osmanlı şehri haline getirmiştir. Bu zaferin ilk
basamağı olan Ahlat, bir kültür, sanat ve uygarlık merkezi olarak işlevini
devam ettirmiştir. Bu parlak döneminden günümüze pek çok eser kalmıştır. Bu
eserlerde köklü ve düzeyli bir sanat terbiyesinin izlerini bulmak mümkündür. Bu
özelliği ile de Ahlat bir sanat laboratuarı olarak görenleri hayran
bırakmaktadır.
Büyük
İmparatorluk kurulduktan sonra Osmanlı padişahları Ahlat’ı çok sık olmasa da
ihmal etmemişlerdir. Bu dönemde ise Ahlat, “Ata Yadigarı Şehir” olarak
gönüllerdeki yerini korumuştur.
3. İSLAMİYET’İN ANADOLU VE ASYA’YA
YAYILMASINDA AHLAT’IN ROLÜ
Anadolu’daki
Bizans hakimiyeti giderildikten sonra kitleler halinde İslamlığı kabul etmiş
bulunan Saltuklular, Karamanlar, Selçuklular ve diğer Oğuz boyları İslam adına
fetihlerde bulunmuşlardır. Ahlat, İslamiyet’in Asya’ya açılmasının bir hamle yeri, bir ileri
üssü olarak görev üstlenmiştir.
İstanbul’u Bizans kültürünün etkisinden kurtarıp İslamlaştıran da Ahlat
olmuştur. Zira Ahlat’tan geçen Türk boylarına iliklerine kadar İslam kültürünü
burada aşılanmıştır. İslam Ahlat’ta öylesine yücelmiştir ki, Ahlat bu kez de “Kübbe-t-ül
İslam” adı ile onurlandırılmıştır. Bu İslamiyet’in en doruk noktada özümsendiği
kente “Ruhaniyatlı Şehir” denmesi bundan kaynaklanmaktadır.
İslamiyet’i
dünyaya yaymayı kendilerine görev
telakki etmiş yüce insanlardan Yemen Valisi Maaz Bir Cebel’in oğlu Abdurrahman
Gazi’nin mezarı Ahlat’tadır. Kadirbilir Ahlat halkı 1973 yılında kendi
olanakları ile Abdurrahman Gazi Türbesini Ahlat’lı ünlü taş ustası Tahsin
Kalender’e inşa ettirmiştir. Bu esen Selçuklu dönemi eserlerinden esinlenilerek
yapılan son kuşağın eseridir. Bununla geçmişin muhteşem sanat öğretisinin
yeni kuşağa intikalinin de tipik bir
örneği gerçekleştirilmiştir.
4. TARİH VE TURİZMİN İÇ İÇE OLDUĞU
AHLAT’IN GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
Bir misyon
kenti olan Ahlat’ın en önemli tarihi zenginlikleri Selçuklu ve Osmanlı
dönemlerinden kalanlardır. Bu eserler hem çok hem de yüksek sanat niteliklerine
sahip oldukları için Ahlat’a bir “Açık Hava Müzesi” hüviyeti kazandırmaktadır.
Bu muhteşem tarihi zenginlik doğa zenginliği ile bütünleşince de ortaya
dayanılmaz bir cazibe çıkmaktadır. İşte bu cazibe günümüz değer yargılarına
göre kentin refah düzeyini çok kısa bir süre içinde yüksek düzeylere çekme
gücünü bünyesinde taşımaktadır.
İşte bu
gücün çok iyi bir şekilde kullanılması gerekmektedir. Bunun için de kişilerden
en üst düzeydeki kurumlara kadar çeşitli görevler düşmektedir. Bu
görevleri yapacak olan kişiler, sivil
toplum kuruluşları, idare ve üniversiteler çok sıkı bir şekilde ortak çalışma
grupları teşkil edip bin an evvel çalışmaya başlamalıdırlar.
Bu hususa
değinmişken bir sivil toplum örgütü olan Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın
Başkanı olarak vakıf çalışmalarımızla ilgili konulara değinmekte yarar olduğu
kanısındayız. Bu denli önemli bir fonksiyonu
olan Ahlat’ın gerek tanıtımı
gerekse mevcut eserlerinin korunması gibi temel meselelerinden hareketle
Ahlat’ın yetiştirdiği kişiler olarak bazı sorumluluklarımızın olduğunu
düşünmekteyiz. Pek çok alternatifin içinde en fazla bir vakıf kurmak suretiyle
Ahlat’a gerçek anlamda yararlı olabileceğimiz konusunda görüş birliğine varmış
bulunmaktayız. Bunun sonucu olarak 1990 yılında başlatmış olduğumuz çalışmalar
1993 yılında Vakfımızın resmen kurulmuş olmasıyla olumlu bir noktaya gelmiştir. 1990 yılından itibaren 1994 yılına kadar dört yıl üst üste Ahlat’ta
birer hafta sürecek şekilde “Kültür Haftaları” düzenledik. Bu zaman içerisinde 6 adet Ahlat’la ilgili
olmak kaydıyla kitap yayınladık. “Ahlat Gazetesi” adıyla yılda bir kez olmak üzere dört adet gazete
yayınladık. Ahlat’ta, Ankara’da ve İstanbul’da olmak üzere, Ahlat’taki tarihi eserlerden oluşan “Fotoğraf
Sergisi” ni sanatseverlerin hizmetine sunduk. Ahlat Belediyesi ile işbirliği
yaparak Başbakan, TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanı’na heyetler oluşturarak giderek
Ahlat’ın sorunlarının çözümü için girişimlerde bulunduk.
Ahlat’ın
tarihi bir korunmaya alınabilmesi için Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Örgütü UNESCO’ya başvuruda bulunarak Ahlat’ın tarihi zenginliğinin
teminat altına alınması için girişimlerde bulunduk. Ahlat’ın Türk dünyasının
ilk başkentlerinden birisi olması nedeniyle son Başkentimiz olan Ankara’daki
bir caddeye “Ahlat” adı verilmesi için Ankara Büyükşehir Belediyesi ile
görüşmeleri başlattık.
Ankara’daki
cadde başlarına Ahlat mezar taşlarının
birer kopyalarının konulması için Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ortak bir
çalışmanın yürütülmesi için girişimlerde bulunduk.
Özel
sektörün bölgemizin kalkındırılması için başlattığı “Doğu Holding Projesi”ne
katılmak için ilgili kuruluşlarla gerekli girişimlerde bulunduk. Ahlat’taki
Selçuklu ve Osmanlı eserlerinden oluşan bir “Fotoğraf Sergisi”ni 15 Nisan 1996
tarihinde Berlin’de, Berlin Türk Cemaati işbirliğiyle açtık. Aynı serginin
Tiflis, Bakü ve Almaata’da açılması için çalışmalarımız devam etmektedir.
Berlin sergisinin hemen ardından sergi izlenimlerini kapsayan “Ahlat
Gazetesi”nin 5. sayısının çıkarılmasını gerçekleştirdik.
SONUÇ:
Böylesine
önemli bir geçmişe sahip olan Ahlat için yapılması gereken işlemleri şöyle
sıralayabiliriz:
1.Kültürel
konularda halkın bilinçlendirilmesi için yerel yönetimler tarafından çeşitli
çalışmaların yapılması gerekmektedir.
2.Halkın
dernek, vakıf, birlik, oda gibi sivil toplum kuruluşları kurarak, gerek
sorunlara gerekse kültürel konulara doğrudan katkıda bulunması sağlanmalıdır.
3.Üniversite’nin
bölgenin her türlü sorunlarına daha fazla önem vererek katkıda bulunması
sağlanmalıdır.
4.Siyasal
kuruluşların ortam çözümler üzerinde uzlaşma yoluna gitmeleri gerekmektedir.
AHLAT’IN ÖZEL SORUNLARI
1.Kent
merkezinden geçmesi planlanan demiryolunun güzergahının kentin kültürel
doksunun bozulmayacağı bir güzergahtan geçirilmesi hususunun yeniden ele
alınarak bir çözüme kavuşturulması.
2.Üniversite
ile ilgili ilişkilerin geliştirilmesi için Ahlat’ta bir fakültenin açılmasının
behemahal sağlanması.
3.Ahlat
kentinin şehirleşme ile ilgini aşağı-yukarı sorununun bir çözüme
kavuşturulması.
4.Kantin
tarihi dokusunun gelecek kuşaklara iletilmesi için her türlü koruma önleminin alınması.
5.Kentin
tarihi ve kültürel öneminin ilgili ulusal ve sarımsak kuruluşlara iletilmesi
için gerekli işlemlerin başlatılması.
21
ŞUBAT 1918 AHLAT
13. Yüzyıl Türk-İslam dünyasının
en gelişmiş, en uygar kentlerinden biri olan Ahlat, 300.000’e varan nüfusu ile
döneminin dünyadaki sayılı kentlerinden biri durumundaydı. Tarih süreci
içerisinde üstlenmiş olduğu misyon gereği olarak “Kubbet-ül İslâm” unvanı ile
taçlandırılmıştı. Günümüz Türkçe’si ile İslam’ın Kubbesi anlamını taşıyordu.
Bir başka ifade ile İslam’ın doruk noktasında yaşandığı ve yaşatıldığı
yer.Ahlat, o dönemin muhteşem tarihi ve kültürel zenginliğini günümüze kadar
taşıyabilmiş ender yelerden birisidir.
Tarihi belgelere göre M.Ö. 3000 yıllarında kurulduğu
anlaşılan Ahlat, Türklerin Anadolu’yu
yurt edindikleri döneme kadar pek çok değişik kavimlere ve uygarlıklara
beşiklik etmiştir. Özellikle Selçuklular
döneminde çok parlak bir misyonu üstlenmiştir. Dana sonra Osmanlılar döneminde “Ata Yadigarı
Şehir” olarak adlandırılmış ve Osmanlı Padişahları tarafından büyük iltifat
görmüştür.
Ahlat, üstlenmiş olduğu bu
müstesna misyonu ile hemen hemen tarihin her döneminde stratejik konumundan
ötürü tüm egemen güçlerin gözdesi olma özelliğini sürdürmüştür. Bu nedenle pek
çok kereler el değiştirmiş, pek çok kereler işgal edilmiştir ve pek çok kereler
yakılıp yıkılmaktan kendini koruyamamıştır.
BU SALDIRI VE İŞGALLERİN SONUNCUSU
1915-1916 tarihindeki Rus-Ermeni
istilasıdır.Geçmişte pek çok kereler olduğu gibi bu dönemde de tarihinin en acımasız katliamına ve talanına
maruz kalmaktan kurtulamamıştır.
Dönemin Rus İmparatoru Çar
Deli Petro’nun sıcak denizlere ulaşma hedefi şeklindeki vasiyetini yerine
getirmek isteyen Rus kuvvetleri hızla Anadolu’yu işgal etmeye başlamışlardı.
İşgalci güçlerin Rus Kumandanı General Şarpantiye, Adilcevaz’ı işgal ettikten
sonra Ahlat’a doğru ilerliyordu. Şarpantiye, 3’üncü Rus Maverayibaykal Kazak
Livası’nı da güçlerine katarak Ahlat’a
doğru ilerlemeye başlamıştı. Ruslar bu
taarruza yaklaşık olarak 36 süvari ve Kazak bölüğü ve 22 topla başladılar.
Bunlara ek olarak 3’üncü Maverayibaykal Kazak Livası da dahil edilmişti.
Rus işgal kuvvetlerinin 3’üncü
Maverayibaykal Kazak Livası Adilcevaz cephesinden taarruz ederken, Kafkas
Süvari tümenleri de Malazgirt yönünden gelerek
Ahlat’ı kuşatmışlardı. Takvimler 29 Haziran 1915’i gösteriyordu. Dönemin askeri
ve stratejik koşulları Ahlat’ın
savunması için ancak 2 Taburluk bir kuvveti ayırabilmişti. Bu birlik, Rus
askerleri karşısında fazla bir direnç gösteremeyeceği düşüncesiyle askeri bir
strateji olarak kenti terk etmeyi tercih etmişti. Bu manevra ile büyük zayiat
vermenin önüne geçilmişti. Ancak, olanakları kenti terk etmeye uygun olanların
dışında kalan yoksul ve fakir Ahlat halkı, Ahlat’a gelene dek işgal edilen her
yöremizde olduğu gibi Ermeni ve Rus katliamından nasiplerini almaktan kurtulamamışlardı.
O günleri yaşayan bir vatandaşımız
maruz kalınan bu acımasız katliamı şöyle dile getiriyordu. “İşgal sırasında
gücümüz elverdiğince çarpışıyorduk. Rus askerleri ve Ermeni çeteleri haince,
hunharca ve acımasızca Kent’te karşılaştıkları herkesi kesip kurşuna
diziyorlardı.”
Ahlat’ın işgalinden kısa bir süre
sonra Türk Komutanı Abdülkerim Paşa, 3’ncü Ordunun sağ cenahı ile Ruslara karşı
taarruza başladı. Abdülkerim Paşa karşısında tutunamayacaklarını anlayan işgal
kuvvetleri, 24 Temmuz akşamı Ovakışla’dan başlamak üzere karanlıkta Ahlat’ı
terk ederek Adilcevaz’a doğru geri çekilmek zorunda kalmışlardı. 24 Temmuz 1916
akşamı Ahlat’ı terk eden işgalci düşman
kuvvetleri, kin ve nefret duygularını dizginleyemiyor ve 4 Şubat 1916 tarihinde Chernozubov komutasında
bir kez daha Ahlat’a saldırarak, ikinci defa işgal ediyorlardı.
8 Ağustos 1916 tarihinde Gazi Mustafa
Kemal Paşa komutasındaki 2’nci Orduya bağlı 16’ncı Kolordunun 8’inci Tümeni
tarafından Bitlis düşman işgalinden kurtuldu. Mustafa Kemal’in ileri taarruz
emri vermesi üzerine 8’inci Türk Piyade Tümeni ve milis halk tarafından
taarruza devam edilerek Rahva Ovası’na kadar düşman kovalandıysa da daha
ileriye gidilemedi.
Tarih durağan bir periyot değil,
yaşayan bir süreç ve ne zaman ne olacağını
kestirmek mümkün değil. Hiç beklenmeyen bir anda Rusya’da meydana gelen
ihtilal, bir anda her şeyi tersine çeviriyor ve Ruslar palas pandıras pıllarını
pırtılarını toplayarak alel acele Rusya’nın yolunu tutuyorlardı. Böylece Sovyet
Blokunun sıcak denizlere açılma hevesi de kursaklarında kalıyordu. Türk
birlikleri de bunların peşine düşüp kovalıyordu. Ancak geri çekilirken de
ellerinden gelen ne varsa geri koymuyor, yapabildikleri en acımasız
katliamlarına devam ediyorlardı. Tatvan’la Ahlat arasındaki Zığak Köyü (Sarıkum) o tarihlerde Ahlat’a
bağlıydı, Tatvan’da Ahlat’a bağlı bir köydü buradaki vahşet unutulacak gibi
değildi. Ermeniler tarafından yerlere ucu sivri demir kazıklar çakılmış, başta
hamile kadınlar olmak üzere, kadın, çocuk, kız ve yaşlı demeden insanlar
karınları üzerine bu kazıkların üzerine atılmışlardı. Kazıklar birçoklarının
karınlarından girmiş, sırtlarından dışarı çıkmıştı. Bu vahşet, tarihin kanlı
sayfalarındaki yerini alıyordu böylece.
İşgal sırasında Ahlat’ın Kırklar
Mahallesinde mahsur kalan 18 Türk Askerini Satı Kadın adındaki bir kahraman
kadın pratik zekası ile azgın Rus askerlerinin saldırısından kurtarmayı
başarmıştı.
29 Haziran 1915 tarihinde
başlayan kabus, 2 yıl 17 gün sonra 21
Şubat 1918 tarihinde sona eriyordu. Tarihin her döneminde paylaşılamayan bir
sevgili konumunda olan güzel Ahlat kurtuluyordu…
AHLATLI DERVİŞOĞLU KAVALCI
RECEP…
1845 yılında Ahlat’ta doğdu.
Gençlik yılları burada geçti. Geçimini sağlamak için ömrünün bir kısmını Batum’da çalışarak
geçirdi. Küçük yaşta tanıştığı kavalıyla bazen din felsefesine dalar, bazen hiciv ve mizahla seslenir bazen
de methiyeleriyle ruhlara hitap ederdi. Sesinin pek güzel olmadığından
yakınırdı. Şiirlerinin büyük bir kısmında
Yunus Emre’nin etkisi vardır. Okur yazar olmadığı için eserlerini yazılı
olarak bırakma olanağından yoksun kalmıştır.
Şiirlerinden pak azı günümüze kalmıştır. Bu da hafızalarda kalanların
derlenmesiyle ancak başarılabilmiştir. Şiirlerini kavalıyla renklendiren eşine
rastlanmayan önemli bir halk ve hak aşığıdır.
Dervişoğlu sırtındaki kavalını tevazu ile dudakları
arasında gezdirir. Allah’a karşı özleyiş duyarak, aykırı hırs ve duyguları doğruluk
ve inanışa davet eder. Allah’ın kurallarına karşı sevgisini kazanmalarını arzu
eder. Bunun için Hakkın büyüklüğünden, hakimliğinden, kudret ve kuvvetinden
bahseder. İnsanların ölümü hatırlamalarını ve işlerini ona göre ayarlamalarını
diler. Dünya malına düşkünlüğün karşısındadır. İnsanların arkasından
konuşulmasının ve dedikodunun aleyhindedir. O’na göre dünya yalandır. İnsanlara
ancak yapabilecekleri iyilikler kar kalacaktır. Düşkünlere el uzatma icap eder,
cehaleti reddeder. Cahillerin meclisinde bulunmak şöyle dursun, ayak bile basılmamalıdır.
Dervişoğlu’nun şiirlerinde
tasavvuf öğelerine rastlamak mümkündür. Bu nedenle O’nu tasavvuf şairleri
arasında göstermek yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Buna karşın
Dervişoğlu’nun softa tavrı yoktur. Sürekli olarak mütevazı bir derviş tavrı
takınmıştır. Yaşamının unutulmaz anlarında meydana gelen olaylar karşısında
irkilmiş, kendi düşünce tarzını sade tatlı bir üslupla, basit, macerasız
feryadı andıran sözlerle ile getirmiştir. Yarı aydınlık bir fecir aleminin
derinliklerinden gelen ilahi bir ses gibi ruhlara bitmez tükenmek izler bırakan
duyuşları çırpınarak, hıçkırış ve yalvarışlarla ortaya koymuştur.
Dervişoğlu, duygu ve duyuşlarını
zaman zaman kavalıyla terennüm eder, hak ve doğruluk üzerine inşa edilmiş
fikirlerini düz, sıkıcı etkilerden kurtararak söyler. Ömrünün uzun bir kısmı
yoksulluk içinde geçen Dervişoğlu’nun
sesinin pek güzel olmaması, döneminde değerinin bilinmemesine neden
olmuştur. O, bu gerçeği kabullenmiş,her sanatçı gibi değerinin kendisinden
sonra anlaşılacağını dile getirmiştir. Dervişoğlu, kendisini herkesten,
kaybolan bir parlaklığı isli bir lambayla aydınlatmak ister gibi
gücendirmeyecek bir eda ile geçmişin karanlıklarına dalan hayalinin ufukları
seyreden gözlerine verdiği cesaretle, meşakkat dolu yaşamının izbeliğini beka
ve hak fışkıran Vanlığının talihsizliğine bağlamış, yıllar boyunca süregelen
ince duyguları saran varlığını doğanın özene bezene yarattığı bir güle
benzeterek daldan aşağı bittiğini dile getirmiştir. Buna karşın O’nun
şiirlerinde edebi şekil aramamak gerekir. O’nun da böyle bir edebi endişeye
kapılmadığı aşikardır. O, gönlünü dinler, coşup taşan duygularını değiştirmeden
ve süslemeden hissettiği gibi ortaya koyar.
Dervişoğlu, pek çok Ahlat’lı gibi
geçimini temin etmek maksadıyla yaşamının belirli bir dönemini o yıllarda pek
rağbette olan Batum’da çalışarak geçirmiştir. Batum’a gitmek üzere Ahlat’tan
ayrıldıktan sonra tekrar dönüşüne kadar geçen zaman içinde pek çok olayla
karşılaşmıştır. Bunlarla ilgili duygularını da dile getirmiştir. Bunlardan çok
az bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Zaman zaman döneminin ünlü ozanları
ile atışmalara da katılmıştır. Aşık Summani ve Aşık Karari ile olan atışmaları
dikkate değer niteliktedir.
Dervişoğlu, yaradanına olan aşkı yanında beşeri aşklardan da
nasibini almıştır. Üç büyük aşk yaşadığı bilinmektedir. Elif, Gülperi ve
Zeliha, Dervişoğlu’nun aşık olduğu ve duygularını dile getirerek ilham aldığı
kadınlardır.
Dervişoğlu, 1915 yılında 70
yaşında Ahlat’ta büyük aşkı yaradanına kavuşmak üzere dünyasını değiştirdi.
Hey ağalar ne illerin gelmiştir
Kara karga tarla kuşun beğenmez
Oğullar babayı, kızlar anayı
Taze gelin kaynanayı beğenmez.
Güzel var dünyada söylenir namı
Güzel var artırır günbegün şanı
Güzel var bulunmaz bir parça nanı
Zengin fakir o güzeli beğenmez.
Hak nasip eylesin farzı, sünneti
Yiğit olan kaldıramaz minneti
Hak yarattı yetmiş iki milleti
Hiçbir millet bir milleti
beğenmez.
Gel benim ördeğim gel benim kazım
Ben ölenden sonra kim çeker nazım
Söyle Dervişoğlu sana ne lazım
Kocalmışsın kızlar seni beğenmez.