26 Ağustos 2017 Cumartesi

BÜYÜK ZAFERİN KARARGAHI: AHLAT, İlhami NALBANTOĞLU

BÜYÜK ZAFERİN KARARGÂHI: AHLAT
Ahlat, Büyük Zafer’e ev sahipliği yapan, Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasının kilidini kıran bir coğrafyanın adıdır. Aynı zamanda da büyük kumandan Sultan Alparslan’ın çağın koşullarına göre büyük savaş karargâhıdır.
Zafer öncesi yıllarda, Bizans Doğu Orduları Komutanı Domesticos, büyük bir ordu ile gelerek Ahlat’ı işgal etmişti. Kenti ele geçiren Domesticos’un ilk işi, kalıntıları 70’li yıllarda ortaya çıkarılan dönemin en büyük camilerinden olan Ulu Cami’nin minberini söküp yerine büyük bir haç dikmek olmuştu. Bitlis’te de aynı şeyi yapan Domesticos, yöreye büyük bir korku ve şiddet salmıştı.
KENTİN İLERİ GELENLERİNİ HALİFE’DEN YARDIM İSTEMEK İÇİN GÖNDERDİLER
Bu şiddet ve zorbalık karşısında Kenti terk eden halk, ileri gelenlerini Halifeden yardım istemek üzere Bağdat’a gönderdiler. Ancak umdukları desteği alamamışlardı. Bunun üzerine işgal güçleri ile bölgede bulunan Ermeniler arasında nüfuz mücadelesi başladı. İsyan üzerine isyan eden Ermeniler, ne halka ne de Bizanslılara huzur vermiyorlardı. Bunun üzerine bölgeye gelen Bizans İmparatoru, çevrede büyük tahribata başladı. Bunun ardından baş gösteren isyanlar bölgedeki Bizans hâkimiyetini çökertiyordu.
Sultan Alparslan, karargahını Ahlat’ta kuran ve önemli yararlıklar gösteren Emir Sanduk’a Ahlat’ı bırakmıştı. Türkistan’da kitleler halinde gelen Oğuz Beyleri çevrede yoğunlaşıyorlardı. Kendilerine yurt edinme, hayvancılık ve diğer işlerle meşgul olmanın yanında kendilerinden sonra gelecek Oğuz Taifeleri’ne yer hazırlıyorlardı.
XI. Yüzyıl başlarından itibaren Doğu’dan gelip, Batı’ya doğru kitleler halinde Anadolu’ya  doğru ilerleyen Türkmenler, Bizans İmparatorunu oldukça rahatsız ediyordu. Yıllarca süren Selçukluların bu hareketlerine bir son vermek ve onların kesin olarak bu topraklardan çıkarılmasını sağlamak amacıyla büyük bir sefer hazırlıklarına başlanmıştı. İmparator bu sefer için muazzam bir ordu kurmak için çaba sarf ediyordu.
Kurulacak bu orduda; Peçenek, Uz, Kıpçak, Hazar Türkleri, Slav, Alman, Bulgar, Ermeni ve Gürcülerden oluşan kuvvetler yer alıyordu. Hazırlıklarını tamamlayan İmparator, İstanbul’dan hareket etti. Bunların dışında da bazı kuvvetlerin gelip kendisine katılacağını umduğu için Sakarya ırmağı kıyısında konakladı.
SULTAN ALPARSLAN HALEP ÖNLERİNDE
Bu sırada Sultan Alparslan Halep önlerinde bulunuyordu. Ahlat halkının önde gelenlerinden bir grup Sultan Alparslan’a giderek, Bizans İmparatoru’nun üzerlerine gelmekte olduğunu haber vermişlerdi. Bu haber üzerine süratle geri dönen Sultan Alparslan, beraberindeki askeri birlikleri ile Ahlat’a gelerek burada  karargahını kurdu. Bu sırada Bizans İmparatoru da, Selçuklu kuvvetlerinin savunduğu Malazgirt’i alarak, hamlı kılıçtan geçirip buraya yerleşti. Böylece her iki tarafa ait güçler biri Malazgirt, diğeri Ahlat olmak üzere 25 kilometrelik bir mesafede karşı karşıya gelmiş son hazırlıklarını yapıyorlardı.
SULTAN ALPARSLAN AHLAT’A GELDİ
Sultan Alparslan, Ahlat’a geldiğinde Bizans askerlerinin Ahlat ve çevresinde faaliyet halinde olduklarını gördü. Bunun üzerine hemen harekete geçerek Sanduk Bey’i hassa askelerinden bir bölüğün başına getirerek öncü kuvvet olarak Malazgirt’e doğru gönderdi. Bu öncü kuvvet Ahlat’ın hemen yanındaki Bizans ordusuna uğur getirdiğine inanılan haçı taşıyan birlikle karşılaştı. Bu birlik on bir askerden oluşuyordu. Her iki güç arasında şiddetli bir çatışma oldu. Sanduk Bey, bu birliği yenmiş, üstüne de Bizans’ın Rus komutanı Basilakes’i esir almıştı. Bizans ordusuna uğur getirdiğine inanılan haçı da ele geçirmişti.
Sanduk Bey, esin aldığı Rus kumandan ve uğurlu olduğu söylenen haç ile Sultan Alparslan’ın huzuruna çıktı. Sultan Alparslan burnu kesik bu kumandan ile haçı Bağdat’ta bulunan Halife’ye gönderdi.
Uzun bir süreden beri Ahlat’ta bulunan ve tüm hazırlıklarını tamamlayan Sultan Alparslan, 24  Ağustos 1071 de Ahlat ile Malazgirt arasında bulunan Zahve mevkiine gelerek burada konuçlandı. Savaş öncesi Bizans İmparatoru’na son bir kez daha savaştan vazgeçip memleketine dönmesi için elçi gönderdi. Sultan Aparslan’ın elçilerini sert ve kaba bir biçimde geri gönderen İmparator, savaşı kazanacağından emin olduğunu   belirterek şöyle diyordu: “Ben bu üstün ve kudretli duruma pek çok para ve çaba sarf ederek kavuştum. Barış ancak ve ancak Selçuklu Başkenti Rey’de yapılacaktır. Ben İslam ülkelerine kendi ülkem gibi hakim olmadıkça asla geri dönmeyeceğim.”
İSFEHAN MI GÜZELDER, YOKSA HAMEDAN MI?
Ardında da “İsfehan mı güzelder, yoksa Hamedan mı?” diye sormuştur. Elçinin “İsfehan” yanıtı üzerine, “Öyleyse İsfehan’da kışlayacağım. Hayvanlarımız ise Hamedan’da kışlayacaktır.” şeklindeki sözleri ile alaylı bir üslup sergilemiştir. Bu alaycı tavır karşısında Sultan Alparslan’ın elçisi “Hayvanlarınız Hamedan’da kışlayabilirler, ama sizin nerede kışlayabileceğinizi bilemem.” Diyerek çok anlamlı bir tarz kullanmıştır.
26 Ağustos 1071 Cuma günü, tüm İslam ülkelerindeki camilerde Sultan Alparslan’ın komutasındaki ordunun muzafferiyeti için dualar edildi. Bağdat’ta bulunan Halife de bizzat minbere çıkarak Sultan Alparslan’ın ordusu için dua etti.
O gün büyük kumandan tüm komutan ve askerleri ile önce Cuma namazı kılındı, ardından tarihi konuşmasını yaptı ve cepheye atıldı.
Çetin geçen savaş, Sultan Alparslan’ın zaferi ile ve Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in esir alınmasıyla sonuçlandı. Sultan Alparslan büyük bir erdemlik göstererek esir İmparatoru hiç beklemediği bir şekilde ağırladı ve çok nazik davrandı.
Bu büyük zaferin ardından Anadolu’nun kapıları ardına kadar Türklere açılmıştı. Anadolu’nun ilelebet bir Türk yurdu olması sağlanmıştı.
Bu durum karşısında Ahlat’ın önemi ve üstlendiği misyon unutulacak ya da görmezden gelinecek bir noktada değildir. Her yıl Malazgirt Zaferi’nin kutlamaları yapılırken Ahlat’a da gereken özen ve ihtimamın gösterilmesi gerekmektedir.
Biz Ahlat Kültür Haftasını başlatırken özenle 25 Ağustos tarihini tercih ettik ki 26 Ağustos’ta Malazgirt’te yapılan törenlerle bir ilinti kurularak ortak programlar uygulanabilsin. Ne var ki bu ince ve hassas dengeyi anlayan çıkmadı.
Devletimizden bunu beklemek en doğal hakkımızdır.

15 Ağustos 2017 Salı

BİR AHLAT SEVDALISI DAHA ARAMIZDAN AYRILDI NAZAN SEZGİN’İ KAYBETTİK

BİR AHLAT SEVDALISI  DAHA ARAMIZDAN AYRILDI; NAZAN SEZGİN'İ KAYBETTİK
Nazan Sezgin, Ahlat’ta Hükümet Tabipliği yapan Dr.Cavit Sezgin Bey’in iki kızından biriydi. Nazan Hanım Ahlat’ta dünyaya geldiği için, inanılmaz bir Ahlat sevgisi ile dolup taşıyordu.
Her ortamda, her toplantıda Ahlat adını gündeme taşımaktan büyük zevk alır gurur duyardı. Ahlat konularında çeşitli medya organlarında çok sayıda yazıları, makaleleri yayımlanmış, Ahlat ile ilgili konferanslar vermişti.
Ahlat Gazetesi’nde de pek çok kereler yazıları yayımlandı. Ahlat’ı görmek için yanıp tutuşuyordu. Bu konuda ona bir söz de vermiştik, sözümüzü yerine getirme fırsatını bir türlü bulamadık ve aramızdan ayrıldı.
8 Mayıs 2008 tarihinde Ankara’da Altınpar’ta Vakıflar Haftası kapsamında geniş katılımlı bir kültürel etkinlikte Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı olarak bir sergi açmıştık. Sergi, Ahlat ve Bitlis’in tanıtımı ağırlıklı bir konsep içeriyordu.
Çok yoğun bir duygu seli yaşanıyordu, bir ara kalabalığın arasından sıyrılarak bize doğru gelen uzun boylu esmer bir bayan “Ben de Ahlatlıyım” diyerek söze başladı.
Sevgiyle karşıladık, ikramlarda bulunduk, memnuniyetini dile getirdi ve bize Ahlat’lılık serüvenini anlatmaya başladı. Biz de öyküyü ilginç bulduğumuz için can kulağıyla dinlemeye başladık.
“Benim adın Nazan Sezgin. Ben de Ahlatlıyım, ancak Ahlat’ı hiç görmedim. Burada Ahlat adını görünce büyük bir heyecanla koşarak buraya geldim.
Benim babam Dr.Cavit Sezgin 1949 yılında Ahlat’a Hükümet Tabibi olarak atanmış. Yeni evli olduğu annem Sevim Hanım’ı da alarak Ahlat’a gitmişler. O günün koşullarında küçük bir ev tutup görevlerini yapmaya başlamışlar.
Bir gün Ahlat’a karı-koca bir yabancı çift gelmiş.  İngiliz vatandaşı olduklarını, İngiltere’nin İstanbul Konsolosluğundan geldiklerini söylemişler. Ahlat’ta o dönemde konaklama tesisleri olmadığı için, durumu uygun olan bir ailenin evlerinde konaklamaları uygun görülmüş. Bu koşullara uygun olan aile ise, yeni evli, pırıl pırıl bir aile olan Hükümet Tabibi Dr.Cavit Bey’in evi tercih edilmiş.
Konuklar burada günlerce kalıp ağırlanmışlar. Gördükleri ilgi ve itibardan dolayı oldukça memnun kalmışlar. Bu memnuniyetin verdiği güven olmalı ki İngiliz çift sonunda gerçek amaçlarını açıklamışlar.
Biz İngiltere’nin İstanbul Konsolosluğundan geliyoruz. Ermeniler, Birleşmiş Milletler’e başvurarak, Doğu Anadolu’da kendilerinin eserlerinin olduğunu, inanmıyorlarsa gidip yerinde görebileceklerini bildirmişler. Biz bunun için buradayız.
İngiliz Hükümeti, bu asılsız iddiayı araştırmak için bu iki ajanını Ahlat’a göndermiş. Bu bilgiyi alan Ahlat Hükümet Tabibi Dr.Cavit Bey, durumu derhal dönemin Ahlat Kaymakamı Kenan Aybek’e bildirmiş.
Kaymakamlık, bu iki İngiliz ajanına bir araç ve bir de rehber tahsis ederek, Ahlat’taki Dünyanın en büyük İslam mezarlığı olan muhteşem tarihi alanların gezdirilmesini sağlamış.
İngiliz ajanlar, bu asılsız iddiaların gerçek olmadığına kanaat getirerek, gördükleri bu itibarlı günlerinin ardından Ahlat’tan ayrılmışlar. Ayrılırken konuk olarak kaldıkları ev sahiplerini İstanbul’a davet etmeyi ihmal etmemişler.
Dr.Cavit Sezgin Bey,  Ahlat’taki hizmetlerine devam ederken, Ahlat’ın o dönem ileri gelenleri dönemin politikacılarına şikayet etmişler. Bu sırada Cavit bey’in eşi Sevim Hanım sekiz aylık hamile imiş. Dr. Cavit Bey’in tayini sürgün olarak Urfa’nın Viranşehir İlçesine çıkmış. Oraya gidişlerinin hemen ardından hemen Nazan Hanım dünyaya gelmiş.
Nazan Hanım; ben Ahlat’ta doğmadım ama kendimi Ahlatlı sayıyorum. Ahlat’ı hiç görmedim, Ahlat Selçuklu Mezarlığı’nın korunması, geleceğe taşınması için büyük mücadele vermekteyim. Konu ile ilgili olarak çeşitli mercilerle yazışma halindeyim. Bir gün Ahlat’a gitmek ve orada bir konferans vermek en büyük idealimdir, diyor.
Nazan Sezgin Hanfendi, entelektüel bir Türk aydını, bundan böyle yazıları, fikirleri ile Ahlat Gazetesi’nde olacak. Siz değerli okurlara hitap edecek.
Hoş geldiniz, Saygıdeğer Nazan Sezgin Hanfendi.”
İşte böyle bir Ahlat sevdalısıydı Nazan Hanım. Ahlat ile ilgili nerede bir haber çıksa, nerede bir yazı yayımlansa, olumlu olumsuz ne gibi bir gelişme olsa ilk işi bizi bilgilendirmek olmuştur.
Gerektiği zaman olumsuz yanıtlara karşılık vermek için mücadele vermiştir. Ahlat’a toz kondurmamıştır. Ahlat sevgisi ile yanıp tutuşmuştur. Bu sevgisini bildiğimiz için kendisine defalarca Ahlat’a gitme sözü vermemize karşın bu görevimizi yerine getirme şansımız olmadı. Bu yüzden kendisine borçlu olduğumuzu biliyoruz.
Ne var ki Nazan Hanım’ın bu Ahlat sevgisine bizler de onun adına kaldığı yerden devam etme sözü vermekteyiz. Her ortamda, her platformda onu anarak borcumuzu ödeme çabası içinde olacağız.
Nurlar içinde uyu Nazan Hanım…

11 Ağustos 2017 Cuma

"Seyahatnamelerde Bitlis", Dr. Kasım KÜFREVİ (İ.Ü. Edebiyat Fak.Öğr.Üyesi-Eski Milletvekili ve Senatör)

SEYAHATNAMELERDE  BİTLİS
Dr. Kasım KÜFREVİ
İ.Ü. Edebiyat Fak.Öğr.Üyesi-Eski Milletvekili ve Senatör
Şarkiyatçı araştırmacılar seyahatnamelere büyük değer verirler, bunları dikkatle incelerler. Bu kabil eserler arasında  tarihe ışık tutanlar, edebi kıymete sahip bulunanlar vardır. Hem edebi değerleri olan, hem de kıymetli birer vesika sayılan seyahatnameler de mevcuttur. Zevkle okunan, sürükleyici bir üsluba sahip olup ta menkibemsi rivayetlere yer veren türleri de vardır. Bitlis’e sahifeler ayıran Evliya Çelebi Seyahatnamesi bu son sınıfa dahildir. Arapça, Farsça ve Türkçe yazılan ve Bitlis’e yer veren bu eserler arasında Avrupalıların kitapları da yer alır. Bu eserlerin bir listesini Prof.Besim Darkot’un İslam Ansiklopedisi’nin Bitlis maddesinde bulabilirsiniz. Bu kitaplar arasında iki seyahatname var ki  gerçekçi bir üslup ile Farsça kaleme alınmıştır. Ancak bu eserler üzerinde memleketimizde layıkiyle durulmamıştır.
Birincisi İran Şairi, Batıni Kelamcı Nasır-i Hüsrev-i Kubadyani (öl. 481 h.) nin Sefername’sidir.
İkincisi de hemen hemen hiç bahsi geçmeyen Riyaz-üs Siyaha’dır. Hacı Zeynül Abidin-i Şirvani (öl. 1253 h.) nin eseridir. 
Her iki yazar da Bitlis’e gelmişler, bu şehre ve civarına seyahatnamelerinde yer vermişlerdir.
Nasır-ı Hüsrev, Horasan’dan Mısır’a gitmiş, Fatimi Halifesi El-Mustansır-Billah (saltanatı h.427-487) tarafından kendisine Horasan Hücceti  unvanı verilerek memleketine gönderilmiştir. Bu uzun seyahatinde geçtiği yerleri ve görüştüğü kimseleri tasvir eder. Yazarın Sefername’sinde şu satırlar yer alıyor.
“Rebiülevvelin (h.438) ondördünde Tebriz’den hareket edip Merend yoluyla ve Emir Vehsudan’ın askeriyle Hoy’a vardık, oradan Berkiri’ye (Bugünkü Muradiye) bir elçi ile gittim. Hoy’dan Berkiri’ye otuz fersahlık yoldur. Cemaziyelevvelin on ikinci günü oraya vardık. Oradan da Van’a ve Vestan’a ulaştık.”
“Oradan kalktım Cemaziyelevvelin on sekizinde Ahlat Şehrine vardım. Bu Şehir Müslümanlarla Ermenilerin sınırıdır. Berkiri’den buraya kadar on dokuz fersahtır. Oranın bir emiri vardı. Ona Nasrüd-Devle derlerdi. Yaşı yüz’ü geçkindi. Bir çok oğulları vardı. Her birine bir il vermişti. Orada akça ile alış-veriş ediliyordu. Okkaları üç yüz dirhemdi.”
“Cemaziyelevvelin yirminci günü oradan kalkıp bir kervansaraya vardım. Kış pek müthişti. Dehşetli kar vardı. Halk karda, tipide anayolu bulsunlar da şehre varsınlar diye şehrin önündeki ovaya yol boyunca bir miktar kazık çakmışlardı. Oradan Bitlis şehrine vardım.”
“Bu şehir bir dere içinde kurulmuştur. Oradan bal aldık. Bize sattıkları hesaba göre batmanı bir dinar tutuyordu. Bu şehirde adam vardır ki dediler, bir yılda üç yüz-dört yüz tulum balı olur.”
“Oradan bir kaleye vardık. Oraya Kıf-Unzur yani (Dur da bak) diyorlardı. Oradan da geçtik bir yere vardık ki orada orada bir mescit vardı. Üveys-i Karani –Tanrı ruhunu kutlasın- yaptırmıştır diye rivayet ettiler. Oralarda dağlarda dolaşan ve selvi ağacı gibi uzun dalları kesen adamlar gördüm. Bunları ne yapıyorsunuz dedim. Bu sopanın bir ucunu ateşe sokarız, öbür ucundan katran damlar. Bütün katranı bir kuyuya toplarız, sonra o kuyudan çıkarır kablara doldurur, her tarafa götürürüz dediler. Ahlat’tan sonra anılan ve burada kısaca anlatılan bu memleketler hep Mayyafarkın iline tabi memleketlerdir.”*
Riyaz-üs-Siyaha yazarı Hacı Zeynül-Abidin Şirvanı, Caferi mezhebi bilginlerinden, şair mutasavvuf bir şahsiyettir. H.1211’de İran’dan hareketle, Afganistan, Hind, Sind, Irak, Hicaz, Suriye, Filistin ve Mısır’ı dolaşarak İstanbul’a uğrar, oradan memleketine döner. 18 sene süren seyahatinin notlarını Farsça olarak üç kitapta toplar. Bizi burada Riyaz’daki yazıları ilgilendiriyor. Yazar Bitlis ve civarının Osmanlı Ülkesine iltihakının tarihçesine dair bilgi verdikten sonra diyor ki: “Ahlat gönülde yer eden güzelliğe sahip bir şehirdir. Dördüncü iklimdedir. Göl kenarındadır. Geniş bir araziye sahiptir. Şimal tarafı, yarım fersah kadar dağlıktır. Civarında mamur köyler vardır.
Tadımı hoş suyu, sert havası vardır. Güzel bahçelere, cennet misali bostanlara sahiptir. Meyveler içinde zerdalisi çok güzeldir. Buğdayı pek rağbettedir.  Osman b. Allan zamanında fethedilmiştir. Uzun zaman sonra saldırılara maruz kalmış ve harap olmağa başlamıştır. Cengiz soyundan gelen hanların ve Çapani hükümdarların zamanında haraplığı son dereceye varmıştır. Bir taraftan harap edilip, diğer taraftan yapılagelen şehir, bu günkü haline ulaşmıştır.” “Şimdiki zamanda şehrin narin bir kalesi var. Şenlenmiştir. Kale dışında beş yüz kadar biçimsiz, perişan ev göze çarpar. Halkı Türkçe konuşur, Hanefi mezheptir.”
“Hükümdarı Şeyh Ahmet adında, ihtişam sahibi, gayretli, cömert bir zattır. Güler yüzlü, temiz ahlaklı, fukara dostu, yabancılar hamisidir. Adil bir kişiliğe sahiptir. Bu sıfatları ile o havali hükümdarlarından ayrılır.”
“Adilcevaz küçük bir kasabadır. Cenup tarafı göldür. Üç tarafı dağlara dayanır. On iki pare köyü vardır. Hepsi de mamurdur. Bostanları, tatlı suları, otlakları vardır. Halkı Türkçe konuşur, hanefi mezheptir. Fakirlere, gezginlere kucak açarlar. Müeddep kişilerdir. Kasaba içinde beş yüz ev vardır. Hisarı dağ başındadır. Çok yüksektir. Adeta feleğin burcu ile boy ölçüşmek sevdasındadır.”
“Bitlis mutlu, revnaklı bir şehirdir. Ahlat’ın altı fersah garbına düşer. Yirmi pare mamur köye sahiptir. Şehri, dere içinde uzanıp gider bir biçimde bina etmişler. Tepeler ve dağları dolayısiyle evleri yükseklerde ve alçak yerlerde bulunur. Şehrin ortası bir mahrut şeklini andırır. Burada son derece sağlam bir kale yapılmıştır. Yontma taştan yapılmış beş bin ev göze gayet güzel ve çekici görünür. Büyük bir nehir şehrin ortasından geçer ve her ev bu sudan nasibini alır. Her evin bahçesi, cennet misali bostanı vardır.  Suyu lezzetli, havası hoş, toprağı coşturucu, halkı edep sahibidir. Hepsi de Türkçe konuşurlar. Hanefi mezheptirler. Şafi olanları da vardır. Elli ev kadar ehli sülük bu şehirde makam tutmuştur. Halkı beyaz yüzlü olup hüsnü metaından berhudardır.”
“Bu şehirde Fazl-ü Kemal ve Veed-ü hal sahibi zatlar yetişmiştir. Bir kaçını sayalım: Sırların Kaşifi Şeyh Ammar: Bu büyük zat zamanın şeyhlerinin üstünü, bütün ariflerin fevkinde bir ulu kişi idi. Necmüd-din-i Kübra bu zata mülazemet etmiş ve yanında sülüka başlamıştır. Onun işareti üzerine Mısır’a Ruzbehan-ı Kebir’e gitmiş böylece bu iki zatın hikmeti ile yüksek derecelere ulaşmıştır. Şeyh Ammar, Ebun-necib-i Suhreverdi’nin mürididir.”**
Şirvani’nin  bahsettiği Ammar-ı Yasır-ı Bedlisi (ölm.606 h.),  Ebun-ne-cip Abdülkahir-i Suhverdi (ölm.563 h.) nin halifesidir. Helvacı Başı Zade Mahmut Hulvi; (ölm.1064 h.) “Bedlis’te neşrü nema buldu. Sukreverd’e gidüp Ehunnecib’e  mülazemet etti. Necmüddin-i Kübra bunun halifesidir. Zaviye-i Amaran el’an Bedlis’te meşhur ve maruftur.” diyor.
            *** (Lamezat varak 145-146, bentteki yazma)
            *Setername, Çeviren Abdülvehhap Tarzi, s.10-11, İstanbul 1950. M.E.B. Şark İslam Klasikler.
            *Riya-üs Siyaha s. 100-102, 111-112, Tahran 1339
            **Lemazat varak 145-146, bendeki yazma
            ***Cami, Nefahat-ül-üns. S. 398,399, 400 Taşkend 1915. Türkçe tercümesi Lamii. S. 473-480 İstanbul 1289.
KÜFREVİ TÜRBESİ
Bitlis’te bulunan Şeyh Muhammed KÜFREVİ Hazretleri’nin Türbesi, İnönü Mahallesinde bulunmaktadır. Türbenin giriş kapısı üzerinde bulunan kitabeye göre, Osmanlı Padişahı Sultan Abdülhamit’in emriyle, 1898 yılında inşa edilmiştir.
Padişah’ın özel olarak görevlendirdiği İtalyan Mimar Alberto  tarafından yapımı gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle mimari tarzı bakımından bölgede bir benzerine rastlanmamaktadır. İlk bakışta Bizans eserlerindeki sütun yapısı ve aydınlatmada kullanılan vitraylar dikkati çekmektedir.
Türbenin iki kanatlı giriş kapısı sedef kakmalarla, altın ve gümüş süslemelerle bezenmiştir. Çok daha değerli kısımları Bitlis’in Rus işgali sırasında ortadan kaybolduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.
Türbenin iç kısmında giriş kapısının hemen üstünde Küfrevi Hazretlerinin yaşlılık dönemlerinde Cuma namazları için hemen karşıda bulunan Kızıl Mescit Camisine götürülüp getirilmesinde kullanılan “Tahtırevan” orijinal biçimiyle korunmaktadır.
Yapı, asıl türbe mekanı ile bunun doğusunda kuzey-güney doğrultusunda  uzanan  dört kubbeli bir revaktan oluşmaktadır. Bu kubbeler içten dairesel, dıştan sekizgen bir tarzda planlanmıştır. Kubbe ile örtülen ana yapının doğusunda kare planlı ve kubbeli giriş mekanı yer almaktadır. Dikdörtgen kapı açıklığı, yuvarlak kemerli, derin olmayan bir niş içerisinde bulunmaktadır. Kapının bulunduğu Doğu cephesinin tamamı, boyama tekniği ile basit motiflerden oluşan bir bezeme ile süslenmiştir.
Türbenin giriş bölümündeki orijinal süslemeler Rus işgali sırasında tahrip edildiği için, sonraki dönemlerde gelişigüzel renklerle boyanarak yeniden şekillendirilmiştir.
Türbenin teknik özelliği bakımından, süsleme taş üzerine boyama ve oyma-kabartma tekniği ile işlenmiştir.
Cephede dikkat çeken motifler, yarım daireler, testere dişi biçiminde düzenlenen küçük boyutlu üçgenler, basit yamuk şekiller ile bitki motiflerinden oluşmaktadır. Taş üzerine oyma-kabartma tekniği ile yuvarlak kemerin son bulduğu iki yan tarafa sivri kemer formunda saç örgüsü işlenmiştir. Tek yivli üç şeritle oluşturulan motif tıpkı giriş kapısındaki motifler gibi siyah boya ile gelişigüzel boyanmıştır.
Sekizgen gövdeli türbede her yüz, hafif bir dışbükey biçimlenme göstermektedir. Doğu yüz dışındaki köşelere dar başlıklı, silindirik birer sütünçe yerleştirilmiştir. Sütünçelerin taşıdığı kuşak bütün gövdeyi dolanmaktadır.Kubbe eteğindeki saçak kornişi ve pencerelerdeki silme vitray düzenlemeleri ile hareketli bir görünüm oluşturmaktadır.
Küfrevi Türbesinde, Şeyh Muhammed KÜFREVİ Hazretleri ve Fatma Hanım’ın yanı sıra, Şeyh Abdülhadi Efendi,  Şeyh Abdülbaki Efendi, Şeyh Abdurrahman Efendi,  Şeyh Nesim Efendi, Şeyh Cesim Efendi ve eşi Naciye Hanım ile Şeyh Vesim’in  kabirleri yer almaktadır.
Şeyh Muhammed KÜFREVİ Hazretlerinin eşi Fatma Hanım’ın kardeşi olan  ve dönemin en büyük din adamlarından biri olan Şeyh Emin Efendi, eniştesine olan büyük saygısından dolayı şöyle bir vasiyette bulunmuştur. “Ben öldüğümde mezarımı Şey Muhammed KÜFREVİ Hazretlerini ziyarete gelenlerin benim  üstüne basarak geçecekleri yere koyacaksınız” demiş, vasiyet yerine getirilmiştir.
Atatürk, 1916 yılında Bitlis’e geldiğinde Küfrevi Türbesini ziyaret etmiştir. Bu ziyaretten memnun kalan Şeyh Muhammet Küfrevi’nin eşi Fatma Hanım, Atatürk’e; “Allah seni Padişah yapsın.” diyerek dua etmiştir. Atatürk Küfrevi Ailesi ile ilişkisini kesmemiş, sürekli iletişim halinde olmuştur.  Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Şeyh Abdülbaki Efendiye  8 adet mektup yazmış, bölge ile ilgili görüşlerine başvurmuş, bilgi edinmiştir.
Küfrevi Ailesi, Osmanlı döneminde devletle olan yakın ve  sıcak ilişkisini, Cumhuriyet döneminde de aynı sıkılıkta devam ettiregelmektedir.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

"AHLAT’IN TARİHİ ÖNEMİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YERİ" - Ahlat (AKSAV) Kültür Sanat ve Çevre Vakfı

AHLAT’IN TARİHİ ÖNEMİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
Ahlat (AKSAV) Kültür Sanat ve Çevre Vakfı
Tarihin her döneminde çeşitli medeniyetlerin yaşanmış olduğu Ahlat, bünyesinde bu medeniyetlerin izlerini taşımaktadır. Tarih süzgecinden geçirdiğimizde karşılaştığımız değerleri şöyle sıralayabiliriz.
1. Askeri ve Stratejik  Açıdan Ahlat.
2. Türklerin Anadolu’yu Yurt Edinmelerinde Ahlat’ın Rolü.
3. İslamiyet’in Anadolu ve Asya’ya Yayılmasında Ahlat’ın Rolü.
4. Tarih ve Turizmin İç İçe Olduğu Ahlat’ın Günümüzdeki Yeri.

            1. ASKERİ VE STRATEJİK AÇIDAN AHLAT
            Van Gölü çevresinde siyah bir kaşı andırırcasına durması Ahlat’a bir çekicilik vermektedir. Bu sebeple tarih süreci içerisinde büyüklü küçüklü bütün devletler bu dilbere sahip olma arzusu içinde olmuşlardır. Güçlü olan almış, zayıf olan alma hayali ile yanıp tutuşmuştur. Ahlat’ın coğrafi konumu stratejik açıdan da çok önemli olduğundan  Ahlat’a hakim olan bölgeye de hakim olmuştur. Dolayısıyla Ahlat pek çok defalar el değiştirmiş ve bu el değiştirmeler şehrin mimari yapısına umulandan çok zarar vermiştir. Bu yüzden çok eski dönemlerden kalan eserlerin sadece izleri ile yetinmekteyiz.

            2. TÜRKLERİN ANADOLU’YU YURT EDİNMELERİNDE AHLAT’IN ROLÜ
            Orta Asya’dan Batı’ya  doğru yönelen Türklerin ilk uğrak yerlerinden birisidir Ahlat. Anadolu torakları üzerinde ilk fethedilen yer olması Ahlat’ın karizmasının temelini teşkil etmektedir. Oğuz akıncıları öylesine benimsemişlerdir ki bir dönem “Oğuz Taifesi Şehri” olarak adlandırılmıştır. Ahlat’ta başlayan bu hareket gün gelmiş Viyana kapılarına dayanmıştır. Bu muhteşem büyümenin ilk ayağının Ahlat olması buranın önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu büyük serüven içinde bir yer var ki ona değinmeden geçilemez. Bu dünya tarihinin seyrini değiştiren 1071 Malazgirt Zaferi’dir. Ahlat’ta karargahını kuran Alparslan buradan  başlattığı hareketle uzun yıllar hüküm süren büyük bir imparatorluğun hayatiyetine son vererek tarihin akışını değiştirip, bir çağın kapanmasını ve yeni bir çağın başlamasını ilan etmiştir. Alparslan’a bu askeri alt yapıyı Ahlat sunmuştur. Ahlat’tan başlayıp Malazgirt’te çağı değiştiren bu muhteşem güç, Asya kıtasının coğrafi uzantısı olan İstanbul kapılarına dayanmıştır.
            İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, atası Alparslan’dan aldığı ruhla onu Bizans kültürünün elinden alıp bir Osmanlı şehri haline getirmiştir. Bu zaferin ilk basamağı olan Ahlat, bir kültür, sanat ve uygarlık merkezi olarak işlevini devam ettirmiştir. Bu parlak döneminden günümüze pek çok eser kalmıştır. Bu eserlerde köklü ve düzeyli bir sanat terbiyesinin izlerini bulmak mümkündür. Bu özelliği ile de Ahlat bir sanat laboratuarı olarak görenleri hayran bırakmaktadır.
            Büyük İmparatorluk kurulduktan sonra Osmanlı padişahları Ahlat’ı çok sık olmasa da ihmal etmemişlerdir. Bu dönemde ise Ahlat, “Ata Yadigarı Şehir” olarak gönüllerdeki yerini korumuştur.

            3. İSLAMİYET’İN ANADOLU VE ASYA’YA YAYILMASINDA AHLAT’IN ROLÜ
            Anadolu’daki Bizans hakimiyeti giderildikten sonra kitleler halinde İslamlığı kabul etmiş bulunan Saltuklular, Karamanlar, Selçuklular ve diğer Oğuz boyları İslam adına fetihlerde bulunmuşlardır. Ahlat, İslamiyet’in Asya’ya  açılmasının bir hamle yeri, bir ileri üssü  olarak görev üstlenmiştir. İstanbul’u Bizans kültürünün etkisinden kurtarıp İslamlaştıran da Ahlat olmuştur. Zira Ahlat’tan geçen Türk boylarına iliklerine kadar İslam kültürünü burada aşılanmıştır. İslam Ahlat’ta öylesine yücelmiştir ki, Ahlat bu kez de “Kübbe-t-ül İslam” adı ile onurlandırılmıştır. Bu İslamiyet’in en doruk noktada özümsendiği kente “Ruhaniyatlı Şehir” denmesi bundan kaynaklanmaktadır.
            İslamiyet’i dünyaya yaymayı  kendilerine görev telakki etmiş yüce insanlardan Yemen Valisi Maaz Bir Cebel’in oğlu Abdurrahman Gazi’nin mezarı Ahlat’tadır. Kadirbilir Ahlat halkı 1973 yılında kendi olanakları ile Abdurrahman Gazi Türbesini Ahlat’lı ünlü taş ustası Tahsin Kalender’e inşa ettirmiştir. Bu esen Selçuklu dönemi eserlerinden esinlenilerek yapılan son kuşağın eseridir. Bununla geçmişin muhteşem sanat öğretisinin yeni  kuşağa intikalinin de tipik bir örneği gerçekleştirilmiştir.

            4. TARİH VE TURİZMİN İÇ İÇE OLDUĞU AHLAT’IN GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
            Bir misyon kenti olan Ahlat’ın en önemli tarihi zenginlikleri Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalanlardır. Bu eserler hem çok hem de yüksek sanat niteliklerine sahip oldukları için Ahlat’a bir “Açık Hava Müzesi” hüviyeti kazandırmaktadır. Bu muhteşem tarihi zenginlik doğa zenginliği ile bütünleşince de ortaya dayanılmaz bir cazibe çıkmaktadır. İşte bu cazibe günümüz değer yargılarına göre kentin refah düzeyini çok kısa bir süre içinde yüksek düzeylere çekme gücünü bünyesinde taşımaktadır.  
            İşte bu gücün çok iyi bir şekilde kullanılması gerekmektedir. Bunun için de kişilerden en üst düzeydeki kurumlara kadar çeşitli görevler düşmektedir. Bu görevleri  yapacak olan kişiler, sivil toplum kuruluşları, idare ve üniversiteler çok sıkı bir şekilde ortak çalışma grupları teşkil edip bin an evvel çalışmaya başlamalıdırlar.
            Bu hususa değinmişken bir sivil toplum örgütü olan Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın Başkanı olarak vakıf çalışmalarımızla ilgili konulara değinmekte yarar olduğu kanısındayız. Bu denli önemli bir fonksiyonu  olan  Ahlat’ın gerek tanıtımı gerekse mevcut eserlerinin korunması gibi temel meselelerinden hareketle Ahlat’ın yetiştirdiği kişiler olarak bazı sorumluluklarımızın olduğunu düşünmekteyiz. Pek çok alternatifin içinde en fazla bir vakıf kurmak suretiyle Ahlat’a gerçek anlamda yararlı olabileceğimiz konusunda görüş birliğine varmış bulunmaktayız. Bunun sonucu olarak 1990 yılında başlatmış olduğumuz çalışmalar 1993 yılında Vakfımızın resmen kurulmuş olmasıyla olumlu bir noktaya gelmiştir.  1990 yılından itibaren  1994 yılına kadar dört yıl üst üste Ahlat’ta birer hafta sürecek şekilde “Kültür Haftaları” düzenledik.  Bu zaman içerisinde 6 adet Ahlat’la ilgili olmak kaydıyla kitap yayınladık. “Ahlat Gazetesi” adıyla  yılda bir kez olmak üzere dört adet gazete yayınladık. Ahlat’ta, Ankara’da ve İstanbul’da olmak üzere,  Ahlat’taki tarihi eserlerden oluşan “Fotoğraf Sergisi” ni sanatseverlerin hizmetine sunduk. Ahlat Belediyesi ile işbirliği yaparak Başbakan, TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanı’na heyetler oluşturarak giderek Ahlat’ın sorunlarının çözümü için girişimlerde bulunduk.
            Ahlat’ın tarihi bir korunmaya alınabilmesi için Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO’ya başvuruda bulunarak Ahlat’ın tarihi zenginliğinin teminat altına alınması için girişimlerde bulunduk. Ahlat’ın Türk dünyasının ilk başkentlerinden birisi olması nedeniyle son Başkentimiz olan Ankara’daki bir caddeye “Ahlat” adı verilmesi için Ankara Büyükşehir Belediyesi ile görüşmeleri başlattık.
            Ankara’daki cadde başlarına Ahlat  mezar taşlarının birer kopyalarının konulması için Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ortak bir çalışmanın yürütülmesi için girişimlerde bulunduk.
            Özel sektörün bölgemizin kalkındırılması için başlattığı “Doğu Holding Projesi”ne katılmak için ilgili kuruluşlarla gerekli girişimlerde bulunduk. Ahlat’taki Selçuklu ve Osmanlı eserlerinden oluşan bir “Fotoğraf Sergisi”ni 15 Nisan 1996 tarihinde Berlin’de, Berlin Türk Cemaati işbirliğiyle açtık. Aynı serginin Tiflis, Bakü ve Almaata’da açılması için çalışmalarımız devam etmektedir. Berlin sergisinin hemen ardından sergi izlenimlerini kapsayan “Ahlat Gazetesi”nin 5. sayısının çıkarılmasını gerçekleştirdik.

            SONUÇ:
            Böylesine önemli bir geçmişe sahip olan Ahlat için yapılması gereken işlemleri şöyle sıralayabiliriz:
            1.Kültürel konularda halkın bilinçlendirilmesi için yerel yönetimler tarafından çeşitli çalışmaların yapılması gerekmektedir.
            2.Halkın dernek, vakıf, birlik, oda gibi sivil toplum kuruluşları kurarak, gerek sorunlara gerekse kültürel konulara doğrudan katkıda bulunması sağlanmalıdır.
            3.Üniversite’nin bölgenin her türlü sorunlarına daha fazla önem vererek katkıda bulunması sağlanmalıdır.
            4.Siyasal kuruluşların ortam çözümler üzerinde uzlaşma yoluna gitmeleri gerekmektedir.

            AHLAT’IN ÖZEL SORUNLARI
            1.Kent merkezinden geçmesi planlanan demiryolunun güzergahının kentin kültürel doksunun bozulmayacağı bir güzergahtan geçirilmesi hususunun yeniden ele alınarak bir çözüme kavuşturulması.
            2.Üniversite ile ilgili ilişkilerin geliştirilmesi için Ahlat’ta bir fakültenin açılmasının behemahal sağlanması.
            3.Ahlat kentinin şehirleşme ile ilgini aşağı-yukarı sorununun bir çözüme kavuşturulması.
            4.Kantin tarihi dokusunun gelecek kuşaklara iletilmesi için  her türlü koruma önleminin alınması.
            5.Kentin tarihi ve kültürel öneminin ilgili ulusal ve sarımsak kuruluşlara iletilmesi için gerekli işlemlerin başlatılması.

          21 ŞUBAT 1918 AHLAT
13. Yüzyıl Türk-İslam dünyasının en gelişmiş, en uygar kentlerinden biri olan Ahlat, 300.000’e varan nüfusu ile döneminin dünyadaki sayılı kentlerinden biri durumundaydı. Tarih süreci içerisinde üstlenmiş olduğu misyon gereği olarak “Kubbet-ül İslâm” unvanı ile taçlandırılmıştı. Günümüz Türkçe’si ile İslam’ın Kubbesi anlamını taşıyordu. Bir başka ifade ile İslam’ın doruk noktasında yaşandığı ve yaşatıldığı yer.Ahlat, o dönemin muhteşem tarihi ve kültürel zenginliğini günümüze kadar taşıyabilmiş ender yelerden birisidir.
Tarihi belgelere göre M.Ö. 3000 yıllarında kurulduğu anlaşılan Ahlat,  Türklerin Anadolu’yu yurt edindikleri döneme kadar pek çok değişik kavimlere ve uygarlıklara beşiklik etmiştir.  Özellikle Selçuklular döneminde çok parlak bir misyonu üstlenmiştir.  Dana sonra Osmanlılar döneminde “Ata Yadigarı Şehir” olarak adlandırılmış ve Osmanlı Padişahları tarafından büyük iltifat görmüştür.

Ahlat, üstlenmiş olduğu bu müstesna misyonu ile hemen hemen tarihin her döneminde stratejik konumundan ötürü tüm egemen güçlerin gözdesi olma özelliğini sürdürmüştür. Bu nedenle pek çok kereler el değiştirmiş, pek çok kereler işgal edilmiştir ve pek çok kereler yakılıp yıkılmaktan kendini koruyamamıştır.

BU SALDIRI VE İŞGALLERİN SONUNCUSU
1915-1916 tarihindeki Rus-Ermeni istilasıdır.Geçmişte pek çok kereler olduğu gibi bu dönemde de  tarihinin en acımasız katliamına ve talanına maruz kalmaktan kurtulamamıştır.
Dönemin Rus İmparatoru Çar Deli Petro’nun sıcak denizlere ulaşma hedefi şeklindeki vasiyetini yerine getirmek isteyen Rus kuvvetleri hızla Anadolu’yu işgal etmeye başlamışlardı. İşgalci güçlerin Rus Kumandanı General Şarpantiye, Adilcevaz’ı işgal ettikten sonra Ahlat’a doğru ilerliyordu. Şarpantiye, 3’üncü Rus Maverayibaykal Kazak Livası’nı da güçlerine katarak  Ahlat’a doğru ilerlemeye başlamıştı.  Ruslar bu taarruza yaklaşık olarak 36 süvari ve Kazak bölüğü ve 22 topla başladılar. Bunlara ek olarak 3’üncü Maverayibaykal Kazak Livası da dahil edilmişti.
Rus işgal kuvvetlerinin 3’üncü Maverayibaykal Kazak Livası Adilcevaz cephesinden taarruz ederken, Kafkas Süvari tümenleri de Malazgirt yönünden gelerek  Ahlat’ı kuşatmışlardı. Takvimler  29 Haziran 1915’i gösteriyordu. Dönemin askeri ve stratejik koşulları  Ahlat’ın savunması için ancak 2 Taburluk bir kuvveti ayırabilmişti. Bu birlik, Rus askerleri karşısında fazla bir direnç gösteremeyeceği düşüncesiyle askeri bir strateji olarak kenti terk etmeyi tercih etmişti. Bu manevra ile büyük zayiat vermenin önüne geçilmişti. Ancak, olanakları kenti terk etmeye uygun olanların dışında kalan yoksul ve fakir Ahlat halkı, Ahlat’a gelene dek işgal edilen her yöremizde olduğu gibi Ermeni ve Rus katliamından nasiplerini  almaktan kurtulamamışlardı.
            O günleri yaşayan bir vatandaşımız maruz kalınan bu acımasız katliamı şöyle dile getiriyordu. “İşgal sırasında gücümüz elverdiğince çarpışıyorduk. Rus askerleri ve Ermeni çeteleri haince, hunharca ve acımasızca Kent’te karşılaştıkları herkesi kesip kurşuna diziyorlardı.”
Ahlat’ın işgalinden kısa bir süre sonra Türk Komutanı Abdülkerim Paşa, 3’ncü Ordunun sağ cenahı ile Ruslara karşı taarruza başladı. Abdülkerim Paşa karşısında tutunamayacaklarını anlayan işgal kuvvetleri, 24 Temmuz akşamı Ovakışla’dan başlamak üzere karanlıkta Ahlat’ı terk ederek Adilcevaz’a doğru geri çekilmek zorunda kalmışlardı. 24 Temmuz 1916 akşamı Ahlat’ı terk eden işgalci  düşman kuvvetleri, kin ve nefret duygularını dizginleyemiyor ve  4 Şubat 1916 tarihinde Chernozubov komutasında bir kez daha Ahlat’a saldırarak, ikinci defa  işgal ediyorlardı.
            8 Ağustos 1916 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 2’nci Orduya bağlı 16’ncı Kolordunun 8’inci Tümeni tarafından Bitlis düşman işgalinden kurtuldu. Mustafa Kemal’in ileri taarruz emri vermesi üzerine 8’inci Türk Piyade Tümeni ve milis halk tarafından taarruza devam edilerek Rahva Ovası’na kadar düşman kovalandıysa da daha ileriye gidilemedi.
Tarih durağan bir periyot değil, yaşayan bir süreç ve ne zaman ne olacağını  kestirmek mümkün değil. Hiç beklenmeyen bir anda Rusya’da meydana gelen ihtilal, bir anda her şeyi tersine çeviriyor ve Ruslar palas pandıras pıllarını pırtılarını toplayarak alel acele Rusya’nın yolunu tutuyorlardı. Böylece Sovyet Blokunun sıcak denizlere açılma hevesi de kursaklarında kalıyordu. Türk birlikleri de bunların peşine düşüp kovalıyordu. Ancak geri çekilirken de ellerinden gelen ne varsa geri koymuyor, yapabildikleri en acımasız katliamlarına devam ediyorlardı. Tatvan’la Ahlat arasındaki Zığak   Köyü (Sarıkum) o tarihlerde Ahlat’a bağlıydı, Tatvan’da Ahlat’a bağlı bir köydü buradaki vahşet unutulacak gibi değildi. Ermeniler tarafından yerlere ucu sivri demir kazıklar çakılmış, başta hamile kadınlar olmak üzere, kadın, çocuk, kız ve yaşlı demeden insanlar karınları üzerine bu kazıkların üzerine atılmışlardı. Kazıklar birçoklarının karınlarından girmiş, sırtlarından dışarı çıkmıştı. Bu vahşet, tarihin kanlı sayfalarındaki yerini alıyordu böylece.
İşgal sırasında Ahlat’ın Kırklar Mahallesinde mahsur kalan 18 Türk Askerini Satı Kadın adındaki bir kahraman kadın pratik zekası ile azgın Rus askerlerinin saldırısından kurtarmayı başarmıştı.
29 Haziran 1915 tarihinde başlayan kabus,  2 yıl 17 gün sonra 21 Şubat 1918 tarihinde sona eriyordu.  Tarihin her döneminde paylaşılamayan bir sevgili konumunda olan güzel Ahlat kurtuluyordu…

AHLATLI DERVİŞOĞLU KAVALCI  RECEP…
1845 yılında Ahlat’ta doğdu. Gençlik yılları burada geçti. Geçimini sağlamak için  ömrünün bir kısmını Batum’da çalışarak geçirdi. Küçük yaşta tanıştığı kavalıyla bazen din felsefesine  dalar, bazen hiciv ve mizahla seslenir bazen de methiyeleriyle ruhlara hitap ederdi. Sesinin pek güzel olmadığından yakınırdı. Şiirlerinin büyük bir kısmında  Yunus Emre’nin etkisi vardır. Okur yazar olmadığı için eserlerini yazılı olarak bırakma olanağından yoksun kalmıştır.  Şiirlerinden pak azı günümüze kalmıştır. Bu da hafızalarda kalanların derlenmesiyle ancak başarılabilmiştir. Şiirlerini kavalıyla renklendiren eşine rastlanmayan önemli bir halk ve hak aşığıdır.

Dervişoğlu  sırtındaki kavalını tevazu ile dudakları arasında gezdirir. Allah’a karşı özleyiş duyarak, aykırı hırs ve duyguları doğruluk ve inanışa davet eder. Allah’ın kurallarına karşı sevgisini kazanmalarını arzu eder. Bunun için Hakkın büyüklüğünden, hakimliğinden, kudret ve kuvvetinden bahseder. İnsanların ölümü hatırlamalarını ve işlerini ona göre ayarlamalarını diler. Dünya malına düşkünlüğün karşısındadır. İnsanların arkasından konuşulmasının ve dedikodunun aleyhindedir. O’na göre dünya yalandır. İnsanlara ancak yapabilecekleri iyilikler kar kalacaktır. Düşkünlere el uzatma icap eder, cehaleti reddeder. Cahillerin meclisinde bulunmak  şöyle dursun, ayak bile basılmamalıdır.
Dervişoğlu’nun şiirlerinde tasavvuf öğelerine rastlamak mümkündür. Bu nedenle O’nu tasavvuf şairleri arasında göstermek yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Buna karşın Dervişoğlu’nun softa tavrı yoktur. Sürekli olarak mütevazı bir derviş tavrı takınmıştır. Yaşamının unutulmaz anlarında meydana gelen olaylar karşısında irkilmiş, kendi düşünce tarzını sade tatlı bir üslupla, basit, macerasız feryadı andıran sözlerle ile getirmiştir. Yarı aydınlık bir fecir aleminin derinliklerinden gelen ilahi bir ses gibi ruhlara bitmez tükenmek izler bırakan duyuşları çırpınarak, hıçkırış ve yalvarışlarla ortaya koymuştur.
Dervişoğlu, duygu ve duyuşlarını zaman zaman kavalıyla terennüm eder, hak ve doğruluk üzerine inşa edilmiş fikirlerini düz, sıkıcı etkilerden kurtararak söyler. Ömrünün uzun bir kısmı yoksulluk içinde geçen Dervişoğlu’nun  sesinin pek güzel olmaması, döneminde değerinin bilinmemesine neden olmuştur. O, bu gerçeği kabullenmiş,her sanatçı gibi değerinin kendisinden sonra anlaşılacağını dile getirmiştir. Dervişoğlu, kendisini herkesten, kaybolan bir parlaklığı isli bir lambayla aydınlatmak ister gibi gücendirmeyecek bir eda ile geçmişin karanlıklarına dalan hayalinin ufukları seyreden gözlerine verdiği cesaretle, meşakkat dolu yaşamının izbeliğini beka ve hak fışkıran Vanlığının talihsizliğine bağlamış, yıllar boyunca süregelen ince duyguları saran varlığını doğanın özene bezene yarattığı bir güle benzeterek daldan aşağı bittiğini dile getirmiştir. Buna karşın O’nun şiirlerinde edebi şekil aramamak gerekir. O’nun da böyle bir edebi endişeye kapılmadığı aşikardır. O, gönlünü dinler, coşup taşan duygularını değiştirmeden ve süslemeden hissettiği gibi ortaya koyar.
Dervişoğlu, pek çok Ahlat’lı gibi geçimini temin etmek maksadıyla yaşamının belirli bir dönemini o yıllarda pek rağbette olan Batum’da çalışarak geçirmiştir. Batum’a gitmek üzere Ahlat’tan ayrıldıktan sonra tekrar dönüşüne kadar geçen zaman içinde pek çok olayla karşılaşmıştır. Bunlarla ilgili duygularını da dile getirmiştir. Bunlardan çok az bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Zaman zaman döneminin ünlü ozanları ile atışmalara da katılmıştır. Aşık Summani ve Aşık Karari ile olan atışmaları dikkate değer niteliktedir.
Dervişoğlu, yaradanına olan aşkı yanında beşeri aşklardan da nasibini almıştır. Üç büyük aşk yaşadığı bilinmektedir. Elif, Gülperi ve Zeliha, Dervişoğlu’nun aşık olduğu ve duygularını dile getirerek ilham aldığı kadınlardır.
Dervişoğlu, 1915 yılında 70 yaşında Ahlat’ta büyük aşkı yaradanına kavuşmak üzere dünyasını değiştirdi.

Hey ağalar ne illerin gelmiştir
Kara karga tarla kuşun beğenmez
Oğullar babayı, kızlar anayı
Taze gelin kaynanayı beğenmez.

Güzel var dünyada söylenir namı
Güzel var artırır günbegün şanı
Güzel var bulunmaz bir parça nanı
Zengin fakir o güzeli beğenmez.

Hak nasip eylesin farzı, sünneti
Yiğit olan kaldıramaz minneti
Hak yarattı yetmiş iki milleti
Hiçbir millet bir milleti beğenmez.

Gel benim ördeğim gel benim kazım
Ben ölenden sonra kim çeker nazım
Söyle Dervişoğlu sana ne lazım
Kocalmışsın kızlar seni beğenmez.

8 Ağustos 2017 Salı

ÇARŞI SAVAŞLARI; Kentin 2 çarşısı vardı. Biri Harabeşehir, diğeri Erkizan Mahallesi'ndeki Yeni Çarşı

ÇARŞI SAVAŞLARI
 Kentin iki çarşısı vardı, biri tarihin derinliklerinden gelen eski antik kentin kalıntıları üzerindeki “Harabeşehir” çarşısı, diğeri Cumhuriyet sonrası  modernleşmenin sonucu yeniden kurulan Erkizan Mahallesindeki “Yeni Çarşı”

Cumhuriyetle birlikte Türkiye yeniden yapılanıyor, yıllar süren savaşın ve ihmalin çirkin görüntüsü yerini modern ve çağdaş bir yapıya bırakıyordu. Başta Başkent Ankara olmak üzere başlatılan bu yenilenme hareketi dalga dalga yurdun tüm köşelerine  yansıyordu.
Genç Kaymakam Mazlum YEGÜL, kolları sıvamış  kent merkezi olarak belirlenen Erkizan Mahallesi’nin Van Gölüne en hakım bir noktasında modern bir çarşı inşasına girişmişti. O günün koşullarına göre düzgün ve geniş caddeler açılmış, Van Gölü’nün konumuna paralel en güzel caddenin her iki yanına kutu kutu dükkanlar sıralanmıştı. Yaklaşık bir kilometrelik bu caddeye de Mazlum YEGÜL Caddesi adı verilmişti. Caddenin hemen önüne dönem itibariyle başka yerde benzeri bulunmayan bir park yapılmıştı. İki bölümden oluşan parkın manzarası, mimari tarzı, ağaçları, çiçek tarhları, albenisi ile görenleri hayran bırakacak bir ince zevkin izlerini taşıyordu. Parkın hemen önünden dik olarak yukarıya doğru çıkan iki taraf ağaçlıklı caddenin adı ise Hükümet Caddesi idi. Caddenin bittiği yerde, Ahlat’ın ünlü ailelerinden Hacı Derviş Ailesi’nin yaptırıp armağan ettiği günün Hükümet Konağı bulunuyordu. Caddenin parka yakın köşesinde ise özel bir mimari stille yapılmış “Halkevi” binası yer almaktaydı. Halkevi binasının en görkemli yanı muhteşem bir tiyatro salonunun bulunmasıydı. Görkemli sahnenin arkasındaki kulis ve soyunma mekanı  günümüzde bile az görülen bir işlevselliğe sahipti. Halkevi binasının  karşı köşesinde ise Belediye binası bulunmaktaydı.
Yeni Çarşı’nın faaliyete geçmesinin ardından eski çarşıda iş yerleri bulunan esnaftan bazıları buraya taşınmıştı. Bunların başında Cezail Aydoğan, Halit İlhan, Osman Tıraş, Zeynel ağabeydin Gülçiçek  ve birkaç önemli esnaf gelmekteydi. Buna karşın “Harabe Şehir Çarşısı” öneminden bir şey kaybetmemiş olmakla birlikte daha geniş bir ticaret hacmine sahip bulunmaktaydı. Bunun nedeni kentin ticari hinterlandına daha yakın bir mesafede bulunmasıydı. İki çarşı arasındaki mesafe yaklaşık 6 km. kadardı. O günün koşullarında kentsel ulaşımdan söz edilemediği için 6 km.lik bu mesafe yürüyerek ya da atla kat edilmek durumundaydı. Bu durum da büyük bir zaman ve emek kaybı anlamına geliyordu.
Harabe Şehir Çarşısı daha canlı, daha kalabalık ve daha fazla ürün çeşidine sahipti. Yeni çarşıda bulamayan pek çok ürünü buradan bulmak mümkündü. Yeni Çarşı ise daha modern, daha düzenli, daha bakımlı, tüm unsurları ile çağdaş bir kent özelliği taşıyordu.
50’li yıllara gelinmişti. Ulaşım olanakları yavaş yavaş gelişiyordu. Böylece merkeze uzak olan yerleşim birimlerindeki bu gelişme ile birlikte Harabeşehirde bulunan tüm işyeri ve dükkanlar Merkeze taşınma çabası  ve gayreti içine girdiler. Bunların başında Turan Erdemir, Niyazi Hakverdioğlu, Şemsettin Koçak, Yakup Şarkbülbülü gibi isimler geliyordu. Taşınmasına taşınmışlardı ancak bu gelişme ile yavaş yavaş ve de hissedilmeden Merkez-Mahalle ikilemi oluşmaya başlıyordu. Gün geçtikçe, zaman ilerledikçe de bu eğilim keskin çizgilerle daha belirgin bir hale gelmeye devam ediyordu. Çünkü bu gelişme Merkezin mahalleye karşı bir sıfır önde olduğu mesajını veriyordu ve bu durumu mahalleli bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Bu bir sıfırlık yenilgi mahalle kitlesini radikal kararlar almaya zorluyordu adeta. Bunun sonucu olarak mahalleli bu yenilginin rövanşını alma hesapları yaparak yaklaşan yerel seçimlerde kendi adaylarını çıkarma konusunda konsensüs sağladılar ve seçimlerin sonucunda da başarılı oldular. Artık kendi Belediye Başkanları vardı ve bu gelişme onları olabildiğince cesaretlendirmişti.
Eski bir emniyet görevlisi olan Celal Sümer mahalle tarafının seçtirmeyi başardığı Belediye Başkanıydı. Ancak mahallenin arzuladığı ve özlemini çektiği kararları almakta beklenen ve arzulanan radikal kararları almakta beklenen performansı göstermiyor ya da gösteremiyordu. Böylece bir seçim dönemi daha beklentilerle sona ermiş, bu kez daha eyleme yönelik bir strateji gerçekleştireceğine inandıkları, uzun yıllar Bitlis Valiliği özel kaleminde hizmet ettikten sonra emekliye ayrılan Mevlüt Aydoğan’ı seçmeye karar verdiler.  Yeril seçimlerin ardından istekleri olmuş Mevlüt Aydoğan Belediye Başkanı seçilmişti. Mevlüt Aydoğan’dan beklentileri çoktu.
Mevlüt Aydoğan Belediye Başkanı seçimlerini kazanmasının ardından hızla işe başladı. Bir sıfır yenik duruma düşmenin rövanşını bir an evvel almak için kolları sıvamıştı. Kenti tekrar eski yerine yani Harabeşehire gerisin geriye götürmenin olanaksızlığının bilincindeydi. Bunun yerine başka alternatifler üretmeliydi. Kurmayları ile bir araya gelip değişik alternatifler üzerinde fikir cimnastiği yaptıktan sonra bir çıkar yol bulmuşlardı. Ne eski yerleşim merkezi ne de yenisi, ikisinin tam ortasında yeni bir alışveriş merkezi oluşturulabilirdi. Mekan ve alan ise; Erkizan Mahallesi ile İki Kubbe Mahallesi arasındaki Kızıldere Mevkii bu iş için en uygun yer olarak yer olarak seçildi ve hızla işe koyuldu. Tepkiler olmadı değil, ancak yeni Belediye Başkanı politik deneyimini iyi kullanıyor ve herkesi ikna etmeyi beceriyordu. Ancak halk arasındaki gerilim içten içe gelişiyor bir gün patlak verecek bir hal almaya devam ediyordu.
            İş makineleri  Kızıldere Mevkiinde bir boydan bir boya geniş ve cetvel düzgünlüğünde bulvarları açmayı başlamışlardı. Geceli gündüzlü dur durak bilmeksizin yoğun bir yapılanma çalışması hızla ilerliyordu. Merkez halkından o bölgede arsası ya da arazisi bulunanlar ummadıkları bir rant ile karşı karşıya gelmişlerdi. Tarlaları tahminlerinin ötesinde değerleniyordu. Bu durum Merkez halkının arasındaki birlik olma görüntüsünü doğal olarak zayıflatıyordu. Buna karşın Merkezin gelişmelere tepkisi hız kesmiyor gerilim gün geçtikçe tırmanıyordu. Öylesine tırmanıyordu ki artık Merkez-Mahalle çatışması kaçınılmaz bir aşamaya geliyordu.
            Sinirleri iyice gerilen Mahalleli bir gün Merkezi basmaya karar verdi. Ellerinde taşlar ve sopalarla hareket eden Mahalleliler Merkeze saldırıya geçtiler. Merkez halkı büyük panik içerisinde sağa sola kaçışırken bir cesur adam çıktı ortaya, elindeki av tüfeği ile saldırıya geçen gurubun önüne dikildi, tüfeğini ateşledi, gelen kızgın ve hırçın kitleyi geri püskürttü. Bu hareketi ile Merkez halkı yeni kahramanını bulmuş oldu. Yeni kahraman askerliğini Kore’de yapmış  gözü kara genç bir delikanlı idi. Bu genç delikanlı göstermiş olduğu bu cesaretin ödülünü  Erkizan Mahallesinin Muhtarlığına seçilmek suretiyle aldı. Ve ölünceye kadar  da Muhtar Yusuf unvanını üzerinde taşıyan Yusuf Bilgiç bu cesur tavrından dolayı hep ayrıcalıklı muamele görmenin tadını yaşamış oldu böylece.
            Deneyimli ve siyaseti iyi bilen Belediye Başkanı  kararlılığından taviz vermiyordu. Çok geçmedi başlatılan yeni hareket yeni bir alış-veriş merkezini doğurdu. Merkezdeki yapılanmaya oranla dana modern ve çağdaş çizgilerle oluşturulan  çarşı kısa sürede ortaya çıktı ve hizmet vermeye başladı. Böylece geçmişte iki alış-veriş merkezi olan kent bir dönem tek alış-veriş merkezi olma özelliğini yeniden ikiye çıkarmıştı. Bu yeni oluşumun adı artık “Aşağı-Yukarı” olmuştu. Bundan sonraki gelişmeler artık bu isimle adlandırıyordu.
            Belediye Başkanı bir yandan yukarı çarşının bir an evvel en modern, en çağdaş bir biçimde oluşmasını gerçekleştirirken Merkezi de ihmal etmemeye çaba gösteriyordu. Bu kapsamda Merkezin Van Gölü’ne en hakim olduğu bir alanda da Özel İdare’nin katkılarını da alarak Kentin turistik potansiyelinden yararlanmak için bir otel yapımını da programına almıştı. Günün dar koşulları kapsamında, projeyi ekonomik şartlarda gerçekleştirmek noktasından hareketle Bingöl’de yapımı gerçekleşen bir otelin hazır projesini alarak kente uygulamaya koyulmuştu. Bir hesap hatası yapıldığının bilincine kimse varamamış ve dağlık bir bölge için öngörülen bir proje, bir kıyı kentine uygulanmış ve ortaya bir ucube çıkmıştı. Kıyı kenti için yapılan turistik tesisin sütunlarından insanlar birbirlerini göremiyorlardı. Toplantılar yapılamıyor, konferanslar için salonlar bir türlü tanzim edilemiyordu. Tüm bu olumsuzluklara karşın kentte bir turistik otelin bulunması kentin işlevselliğini, tarihi dokusuna turizmin katkısını artırmaya yetiyordu.

            Kentin gündemine sinmiş olan aşağı-yukarı ikilemi,  yıllar boyu  gelişmeye olan olumsuz etkisini sürdürmeyi başardı. Banka şubesi açmak üzere yer tespiti için gelen görevliler bu ikileme en yoğun bir biçimde müşahade edince, banka açmak şöyle dursun kentten  bir an evvel nasıl kaçacaklarının peşine düştüler. Kente yapılması yıllar önce kararlaştırılan sanayi sitesinin yapımı yılan hikayesine döndü. Yukarıdakiler Yamlar mevkiinin en uygun yer olduğunu savunurken, aşağıdakiler en uygun yerin Uludere Köyü önleri olduğundan hiç taviz vermediler. Tabi böyle olunca da Sanayi Bakanlığı ilgilileri bu kafa karışıklığının içinden yıllar boyu çıkamadıkları için sanayi sitesi normal süresinin yaklaşık olarak 15 yıl sonrasında ancak gerçekleştirilebildi. O da çok elverişli olmayan bir alanda. Bunun doğal sonucu olarak ta alternatif sanayi sitesi de karşı tarafın isteği doğrultusunda başka bir alanda inşa edilmiş oldu. Bir kentin olanaklarını rantabl kullanamayışının en çarpıcı bir örneği de burada yaşanmış oluyordu böylece.
            Bu gelişmelere alabildiğine hırslanan Merkez halkı bu kez öyle bir  yerel  seçim stratejisi izledi ki, tüm tahminleri alt üst etti ve son olarak her iki tarafın dışında bir Başkan seçti. Böylece uzatma dakikalarındaki atılan bir son dakika golü gibi bir şeydi  bu. Seçilen  yeni Başkan ne yukarıdan ne de aşağıdan olmamak gibi bir yaklaşım izliyordu. Ancak son günlerde Türkiye gündemine oturan “Mahalle baskısı” burada etkisini gösteriyordu. Başkanın direnci fazla sürmedi, bir süre sonra inisiyatifi elden kaçırıyordu.
            Her şeye karşın yıllar evvel başlayan “Çarşı Savaşları” bir türlü dinmiyor, aklıselim ile hareket edip ortak bir noktada buluşmak bir türlü sağlanamıyordu.
            İdrak ettiğimiz 2008 yılı ortalarında yerel seçimler yapılacak, çarşı savaşlarının yeniden kızıştığına, kılıçların çekildiğine dair haberler geliyor. Umut ediyoruz ki geçmişin olumsuzluklarından gerekli dersler çıkarılmış olsun. Kentin tarihi dokusuna kültürel zenginliğine, misyonuna, vizyonuna yeni ufuklar açacak, bir başkan bu savaşı önlesin.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

"İŞTE AHLAT!.." İlhami NALBANTOĞLU

İŞTE AHLAT!..
İlhami NALBANTOĞLU
            Beş-altı yaşlarınızdayken ağabeyle- riniz tarafından Ahlat iskelesi’nin ucundan denize atılmak suretiyle yüzmeyi öğrendiyseniz, ilk öğrenimizi Ergezen İlkoku’nda, orta öğreniminizi Ahlat Ortaokulu’nda gördüyseniz, ilkokula başlarken Bizim Berber İdris Bayındır veya  Berber Süslü Memet tarafından alabroz traş edildiyseniz, Sertli Şıh Abdurahman Efendi tarafından sünnet edildiyseniz,ilkokuldayken Keyfo’nun gumsuklarını yediyseniz, deleme atma yarışlarına katıldıysanız, kayış, colli, uzun eşek ve tekme atma oyunlarından nasibinizi aldıysanız, kışın damların karını süpürdükten sonra, süpürdüğünüz karların üstüne atlayarak damdan indiyseniz, uşgun toplamak için Uludere’ye, süpürge otu toplamak için Merdem Baba’ya gittiyseniz, Yurttaş’ın ünlü bando takımının çaldığı marşlar tüylerinizi diken diken ettiyse,  her yıl Tatvan’da yapılan Deniz Bayramı’nda yağlı direk hariç tüm yarışları kazanmanın keyfine vardıysanız, Dondurmacı Hasan’ın dondurmaları ile Cafer Usta’nın taskebap ya da kızartma’sını yediyseniz, Demirci Hanifi Usta’nın şakalarına maruz  kaldıysanız, Kunduracı Mustafa Usta’nın  gaz bombardımanlarını duyduysanız, Acem Celal ile Gardiyan İsmail’in ezan okuma yarışlarına tanık olduysanız, Dunuslu Hamdi’nin asortik mağazasından elbise ya da ayakkabı aldıysanız, Kasap Musa Dayı’nın dükkanında et kuyruğunda beklediyseniz, Kulaksızlı Halil Demir’in ilk kez Ahlat’a getirdiği barakasından kuru yemiş aldıysanız, Salih Gago’nun “işte yooo” larını anımsıyorsanız,   Yunus’un Şevket’in dükkanından 25 kuruşluk şekerli leblebi aldıysanız, Toso Ahmet’in yaz kış demeden her gün denize girdikten sonra çarşıya geldiğini biliyorsanız, Terzi Kadri’nin bayramlık elbiseleri yetiştirmek için sabahlara kadar ağzında sigarası ile çalıştığını gördüyseniz, Haco’nun (Naci Akpolat) gemi gözden kaybolduktan sonra atlayıp saatler sonra yüzerek  iskeleye döndüğünü gördüyseniz, Çelebi’nin geminin geliş ve gidişlerinde iskeleye kimseyi sokmadığına tanık olduysanız,  Yam Çayı’na, Karga Çayı’na ya da Sor Çayı’na  dünyada bir benzeri olmayan İnci kefali  avlamaya gittiyseniz, Nemrut Dağı’na oduna gidip dünyanın en kıymetli ağaçlarından olan Tik ağacı ya da ak kavak ağaçlarını kesip kesip getirdiyseniz, Sütey yaylasına ot biçmeye, Garmuç, Karga ya da Sor değirmenlerine un öğütmeye gittiyseniz,  Akro Mecit ile Delco Şevket’in Kavuklu ve Pişekarvari atışmalarına tanık olduysanız, Muhtar Abdurrahman’ın  siyasi krizleri çözmede etkili bir araç olan gobbal’ını yediyseniz, Halit Hoca’nın  Yumarı Cami’de 20 dadikada kıldırdığı jet hızıyla  teravih namazlarını  eda ettiyseniz, Aydi Bey’in beyaz atıyla nasıl şaha kalktığını gördüyseniz, ineğinizinün, öküzünüz, ya da bizzat kendinizin hasta olduğunda  soluğu Abdullah Nalbant Usta’nın kapısında aldıysanız, maç yapmak, müsamere vermek üzere, 50-60 kişiyle Osman Teker’in kamyonunun kasasına tıkış tıkış doluşup Malazgirt’e gittiyseniz, tartışmalı skorların sonunda Elcevaz (Adilcevaz) maçları sonrası taşlı, sopalı kavgalara girdiyseniz,  bölgenin tek radyo doktoru Hikmet Sayın’a radyonuzu tamir ettirdiyseniz,  elektrik ile ilk tanışmanızda evnizdeki sıva üstü tesisatinizi Ali Usta’ya yaptırdıysanız,  kap-kacğınızın kalaylama işlerini Kalaycı Hüyeyin Usta’ya yaptırdıysanız, Kalaycı Ahmet’in bisikletini saati bir liraya kiraladıysanız, Cevdet Horasan’ın otobüsü ile Ahlat-Bitlis arasını bir günde (şimdi 40 dakika) gittiyseniz, sırf laf olsun diye  Postacı Sıddık’a “mektup var mı” şeklinde bir soru yöneltip yanıtını küfür olarak aldıysanız,  Çöpçü Mendoh’un “Öyle diyorlar Kaymakam Bey’  atasözüne tanık olduysanız,  Dellal Yaşar’ın “Pire Masalları” içeren tanıtım ilanlarını duyduysanız, Cüce Hikmet’in Ahlat’ın rakipsiz jokeyi olduğunu biliyorsanız,  Cüce Mevlüt’ün Bitlis’ten transfer ünlü bir manav olduğunu gördüyseniz, Kahveci İhsan’ın kendine özgü çay demleme sitili ile ve çaldığı Türk Sanat Müziği plakları eşliğinde  müşterilerini mest edip derin hülyalara daldırdığını gördüyseniz, Defçi Abdi’nin özellikle hanımların gönüllerinde taht kurduğunu, Fırıncı Emin’in aynı zamanda politikayla ilgilendiğini, politik konuşmalarına kekeleyerek yaptığını, Aziz’in Kahvesi’nde kesif duman altında nasıl Aznif oynandığını gördüyseniz, parkın hemen altında  kurulan Halkacı Çadırı’na kimselere çaktırmadan nasıl gidildiğini, iskeleden  Tilkiler Deliği’ne yüzerek nasıl gidilip dönüldüğünü biliyorsanız, gece evden kaçıp taya’da sabahladıysanız, Ahlat’ın  A milli kalecisi Gade Hoca’nın (Necati Koca),  B milli  kalecisi Azmi’nin (Azmi Ergezen), amatör küme kalecisi Gadaş’ın (Ahmet Koca) unutulmaz maçlarını izlediyseniz, bölgenin yüzme şampiyonu Naci’nin (Naci Akpolat) tacının Mustafa Vangöl’e kaldığını  biliyorsanız, Tilki’nin (Mehmet Akyıl) yalın ayak attığı gollerin hala bir benzerinin görülmediğini, Kahveci Yaşar’ın gece yarısından sonra fal seanslarına başladığını,  Zebzeci Abbas’ın manav dükkanında  kadayıf sattığını,  Şehmus Usta’nın taş ustalığında ölümsüz eserler bıraktığını, Tahsin Kalender Usta’nın taş ustalığının son temsilcisi olduğunu, Şerif Akpolat’ın yeni yapılan binalara “tirindi” çıkarmakta üstüne kimsenin yetişemediğini,  Yunus’un Şevket’in mavi kaplı şiir defterinin kimin eline geçtiğini, Topal Muzaffer’in çıkardığı Ahlat Gazetesi’nin Ahlat’ın ilk gazetesi olduğunu, ilk kez Ahlat’a getirdiği sinema ile bir ilke imza atarak devrim yaptığını, Kerimin Çilesi filminin aylarca vizyonda kaldığını, yerini sonradan “Azo” ya bıraktığını biliyorsanız,  Halkevi binasının büyük sahnesinde zaman zaman temsillerin oynandığını arada bir de Karagöz-Hacivat gösterilerinin yapıldığını biliyorsanız. Kaymakam Mecit Sönmez’in gençleri kahvehanelerden birer birer çıkarıp kavak ekmeye götürdüğünü, Kaymakam Hüseyin Avni Uzun’un bölgede kimseler festival nedir bilmezken “Ahlat Şenliklerini” başlattığını, İsa Efendi’nin Encümen Üyeliğini, Maruf’un ince saz konserlerini, Vali’nin yeşil Chevrolet’ini, Resul Çavuş’un Kore dönüşü Yurttaş’ın Bando takımıyla görkemli karşılanışı ve evine kadar omuzlarda taşındığını gördüyseniz, İmamoğlu İbrahim’in kahvesinde teravihten sahura kadar tombala oynandığını, Halıt’ın kahvesinde zaman zaman konserler verildiğini bunlardan en ünlüsünün Aşık Davut Sulari konseri olduğunu biliyorsanız, Ahlat’ta bulunmayan Avrupa çay bardakları ve gaz lambası camlarını almak için Harabaşehir Çarşısındaki Şemsettin Koçak’ın dükanının yolunu tuttuğumuzu, Karga Çayı’ndan geçerken kağnıların suya kapılıp metrelerce südüklendiğini gördüyseniz, Baraka Memet’in barakasındaki hayalet radyoyu dinledinizse, Terzi Ahmet ile Kuyumcu Ahmet’in define arama maceralarını, Hacer’in Şevket’in iri yarı cüssesiyle küçük atının üzerindeki heybetli duruşunu gördüyseniz, Ayaz’ın rahvan at tutkusunu,  Osman Teker’in ünlü Henchel kamyonundan sonra edindiği son model konforlu minibüsü ile Tatva-Ahlat seferlerine katıldıysanız, kış aylarında on günden fazla kapalı kalan yollar açıldıktan sonra 30 günlük gazetenin toptan geldiğini biliyorsanız, Ahlat Şenliklerine katılmak için genel Erzurum Folklor Ekibi ve sanatçılar Mükerrem Kemertaş, Raci Alkır gibi sanatçılarla doyumsuz anlar yaşadıysanız, ramazan geceleri Laz Memed’in davulu ve Lazca melodileri ile sahura katlıysanız, Simsar Selim’in tiril tiril beyaz gömleklerini, Dızzıgın Yaşar’ın yanık sesiyle söylediği türkülerini, Dızzıgın Niyo’nun ünlü şiirini “bir ay doğar kınarsız, niye meni gınarsız, ele bi ah çekerem, cümle alem yanarsız” kendi sesinden dinlediyseniz, Yahoların Abdurrahman’ın öküzlerin alınlarındaki dağdağanları, “Çok Sesli Yar Kardeşler Orkestrası”nı, Gando’nun Osman’ın keskin zeka ürünü esprilerini, Cığcığ Celil’in her derde deva muskaları ve  tarihi göbek yazıtlarını,  Gomo Sıdığın iştah açıcı yemek seanslarını, Dr. Nurettin ile Turan Kazgöl’ün edebi atışmalarını, Bale Yavuz’un Van Gölü mehtabındaki seranatlarını, Cafer’in Ali’nin dudağındaki sönmeyen sigarasından arada bir yemeklere düşen sigara küllerini, Dırtık’ın Bekir’in bitmek bilmeyen renkli pazarlık enstantanelerini, Aslı’nın Ahmet’in tipiye tutulup saatlerce nasıl donmadan kaldığının sırrını,  Ziya Hoca’nın spontane olarak bestelediği  Aslı’nın Ahmet geldi, babana rahmet geldi adlı türküsünü biliyorsanız, Aşçı Nusret Usta’nın kuzu doldurma ve kızartmasının püf noktalarını, Ali Koca’nın av maceraları yüzünden 50’sinden sonra evlenmeye fırsat bulabildiğini,  İmamoğlu Coşo’nun  ile kavga ederken çarşının içinde gazeteye sarılı değrek ile dolaştığını, İlhami Nalbantoğlu’nun 1990 yılında tek başına gençlerle birlikte Ahlat Kültür Haftasını başlattığını, Durak Usta’nın şifreli küçük ahşap kasalarını, Duran Usta’nın el işi tarım aletleri üretimini, Memet Özyurt Usta’nın ihraç malı mobilyalarını, Höko’nun  meyhanesini, Erbabi’nin sigara jelatininden yapıp uzaya fırlattığı uzay araçlarını, Koç-Horasan-Sayın konsorsiyumu olan Philips mağazasını, Mevlüt Aydoğan-Sıtkı Sayın ezeli ve ebedi,  ben daha iyi hizmet ederim yarışmasını, Sıtkı Sayın’ın Türkiye’nin en genç Belediye Başkanı olduğunu ve 20 yıl, Mevlüt Aydoğan’ın  ise 15 yıl başkanlık yaptığını, aşağı-yukarı çarşı savaşlarını, Prof. Dr. Haluk Karamağaralı’nın bitmeyen Ahlat kazılarını, Tarık Akan-Ayşegül Aldinç ve Taşların Sırrı adlı  ilk yerli diziyi, Eskici Hamza, Arabo, Garmuçlu Rüstem, Sorlu Reco, Geçi İsmail, Demir Hindi İsmail, Sofi Gro’nun Mındılo, Şamo, Simsar Nazım, Numan Usta, Mecit Usta, Dr.Nuri, Dr.Nevzat, Dr.İsmail, Tahir Nejat Gencan, Muzaffer Sayın,  Kavalcı Recep ve daha  nice nice iz bırakmış  diğer Ahlatlıları tanıyorsanız, son olarak Ahlat’ın ünlü özdeyişi olan “Men üç dört kızanla ezemgilden dem sermekten gelirdim, bergonun üstünde cahıl gızlar donk gurmuş şortuk tohillardi, men Gülo’yu orda gördüm gözüm düşdi.” günümüz Türkçesiyle “Ben üçdört delikanlı ile teyzemlerden buğday kurutmaktan geliyordum, toprak duvarın üzerinde genç kızlar baş başa vermiş yelek örüyorlardı, ben Güllü’yü orada gördüm aşık oldum.”  tekerlemesini biliyorsanız…
Siz kesin Ahlatlısınız…
            İşte  tek cümlede Ahlat!..