RIFAT KÜRÜM
Babamın çocukluğu ve gençlik yılları
Erciş’te geçmişti. Ne zaman ki büyümüş, kendi
ayakları üzerinde durmaya
başlamış, nalbantlık işini kendine meslek edinmiş, işte o zaman kendine yeni iş alanları bulmak için çevreyi
gezmeye çıkmış. Sırasıyla yerleşim merkezlerini dolaşmış, Ahlat’ı gönünce çok
sevmiş, buraya yerleşmeye karar vermiş. Dönemin
Kaymakamı Mazlum Yegül tarafından yeni,
modern ve çağdaş bir yaklaşımla kurulan Ahlat Çarşısı’nın dükkanları
esnaf tarafından kapışılınca kendine kalabileceği en uygun yer olarak “Ahlat Fırını”nı tercih etmiş.
Gündüzleri boş bir alanda mesleğini yapıyor, geceleri ise bu fırında
kalıyormuş. Özellikle şiddetle kış aylarında ısınma sorunu olmayan ideal bir
yermiş.
Abdullah Nalbant Usta |
O günleri
dönemin Ahlatlı gençlerinden Kenan Mümtaz Akışık yıllar sonra şöyle dile
getiriyordu: “Biz Ahlatlı gençler, yeni yapılan Mazlum Yegül Caddesi’nde
akşamları gezinti yapardık. Henüz Ahlat’a elektrik gelmemişti. Mazlum Yegül
Caddesi karanlıklar içindeydi, sadece fırından ince bir ışık huzmesi dışarıya
sızardı. Dikkatle baktığımızda içeride
bizim yaşlarımızda Ahlatlı olmadığını anladığımız bir gencin namaz kılmakta
olduğunu görürdük. Tanımıyorduk, merak ediyorduk, kimdir bu genç diye. Sonradan
öğrendik, Erciş’ten gelmiş, nalbantlık yapıyormuş, çok mazbut bir genç olarak
hafızamda kalmış. Sonradan ben Ahlat’tan ayrıldım, uzun yıllar geçti aradan hiç
görüşemedik.”
Aynı dönemi,
Ahlat’ın yetiştirdiği değerli hukukçu, İstanbul Kadıköy Adalet Komisyonu
Başkanı Necati Koca ise şöyle ifade ediyordu: “O yıllarda babam Hüseyin Koca, ortağı Musa Dayı ile birlikte kasaplık yapıyordu. Dükkanları Abdullah
Usta’nın dükkanının hemen bitişiğindeydi. Tatil dönemlerinde biz çocuklar
zamanımızın çoğunu babamın dükkanında geçirirdik. Abdullah Usta’nın saygın ve asil bir tavrı
vardı. Zaman zaman bizimle konuşurdu, bize karşı sevecen bir yaklaşım
sergilerdi. Biz çocuklar da ona karşı çok saygılı davranırdık.”
Abdullah Nalbant Usta Kitabı |
Abdullah Nalbant
Usta’nın yaşam öyküsünün bu başlangıç bölümünden sonra gelişen süreci ve
çeşitli evreleri tüm yönleriyle “Ahlat
Halk Hekimliğinin Efsane İsmi Abdullah Nalbant Usta” adlı kitapta
yayımlanmıştı. Ben, 14-15
yaşlarıma geldiğimde babam beni arada bir Erciş’e gönderirdi. Orada Bahar halam ve ailesi vardı. Gider orada günlerce kalır
Ahlat’a dönmek istemezdim. Çünkü Ahlat, modern, güzel, önünde Van Gölü
manzarası ve muhteşem bir parkı olmasına
karşın, Erciş kadar büyük, canlı, kalabalık ve hareketli değildi. Ahlat’ta
olmayan sinema, pastane, sütçü, fotoğrafçı, kebapçı, pazar yeri, eczane, hal
binası, kasaplar çarşısı, hayvan pazarı, dizi dizi manifaturacılar, gibi şeyler henüz yoktu. Ahlat’ın nüfusu 5-6
bin iken Erciş’in nüfusu 60-70 binlerde, Ahlat’ın köy sayısı 15-20 iken
Erciş’in köy sayısı 70-80 civarındaydı.Ahlat’ta olmayan
elektrik, Ercişte Belediye’nin jeneratöründen gece saat 12.00’ye kadar
veriliyordu en azından. Saraçoğlu Sineması’nda gösterilen filmi izliyor, gece
saat 12.00 sularında elektrikler kesildiğinden zifiri karanlıkta eve el feneri
ile düşe-kalka ancak gidebiliyorduk.
Saraçoğlu
Sineması, gösterime iki saat kala, kerpiç sinemanın toprak damına koyduğu benim
boyuma yakın kocaman hoperlörlerle müzik yayını yapıyordu. Müzik sesi Erciş’in
her yerinden duyuluyordu. Sinemanın bir de balkonu vardı, kerpiç binaya nasıl
balkon yapmışlar diye merak ediyordum.
Yeni Erciş'ten Bir Görünüm |
Ercişte kaldığım
süre içinde vaktimin çoğunu Bahar halamın oğlu Kasap Zeki’nin dükkanında
geçiriyordum. Dükkanı istila eden kara sineklerle mücadele beni en çok rahatsız
eden hususlardan biriydi. Kasap dükkanında yalnız kaldığım zamanlarda çalan
telefonu açıp arayan kişiye yanıt vermek cesaretini gösterebilecek düzeyde
değildim. Telefon çalıp çalıp dururdu, telefon çaldı mı diye soran Kasap
Zeki’ye çaldı derdim, niye açmadın dediğinde “cesaret edemedim açmaya” demeyi kendime yediremezdim.
Sürekli kasap
dükkanında oturmaktan ve yoğun kara sinek saldırılarından sıkıldığımda biraz
olsun hava almak için gittiğim belli başlı yerler vardı. Kimi zaman yalnız,
kimi zaman halamın oğlu Kasap Zeki ile
giderdik.
Sıklıkla
gittiğimiz yerlerin başında Kebapçı
Ali’nin dükkanı vardı. Kasap Zeki,
lokantanın etini verdiği için her gün uğrar verdiği etin parasını tahsil
ederdi. Gitmişken Kebapçı Ali’de bize kebap yedirmeden yolcu etmezdi. Ben yanında olduğum zamanlarda daha özel bir
müşteri muamelesi gösterirdi. Güzel bir salata, kızartılmış biberler, sumaklı
soğan Kebapçı Ali’nin değişmez spesiyalitesiydi. Öğlen saatlerinde izdiham
olurdu, biz genellikle kalabalık çekildikten sonra uğrardık. Kebapçı Ali yorgun
bir vaziyette bizim masamıza oturur birlikte yemek yer sohbet ederdik.
İkinci sırada
ise Erciş’in en modern lokantalarından biri olan Zafer Lokantası vardı. Zafer
Lokantası, sadece Erciş’in değil, yörenin en ünlü lokantasıydı. Bunun iki
önemli nedeni vardı, birincisi
içkiliydi, ikincisi burada beyaz önlüklü bayan garsonlar servis yaparlardı.
Böylesine ünlü olunca da o yıllarda Doğu’da yaşanan güvenlik sorunları
nedeniyle görev yapan askeri pilotlar yemek için buraya gelirlerdi.
Zafer Lokantası’nın et ihtiyacını da
Zeki Abi karşılardı, sabahleyin mezbahadan gelen etlerden kendine göre ene
iyilerini ayırır, bu iki lokantaya gönderdikten sonra müşterilere et satmaya
başlardı. Bu sebeple arada bir de Kebapçı Ali yerine buraya giderdik. Burada da
özel bir itibar görür, yemeğimizi yer, hesabı vermek yerine alır dükkana
dönerdik. Dükkana dönerken Zeki Abi’nin çayını beğendiği bir çay ocağı vardı
orada da iki bardak kıtlama çay içmeyi ihmal etmezdik.
Çok sıkıldığım zamanlarda tek başıma
çıkar çarşıyı gezerdim. Hiç gereksinimim olmadığı halde sütçüye gider süt
içerdim, merak ettiğim için. Pastaneye gidip pastaları, fotoğrafçının
vitrinindeki resimleri dakikalarca izlerdim. Eczaneyi de çok merak ederdim,
gidip hep dışarıdan izlerdim. Böyle zamanlarda gittiğim bir başka
yer daha vardı. Rıfat Amca’nın manifatura dükkanı.
Rıfat Kürüm Amca, adından da anlaşıldığı gibi Doğu’nun köklü ve
kadim ailelerinden biri olan Kürümlere mensup. Kürümler, birbirlerine çok
bağlı, başta Türkiye’nin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmak üzere, her
alanda her meslekten aydın insanlar yetiştirmiş geniş bir aile. Türkiye’nin her
yanına dağıldıkları gibi ülke dışında da pek çok alanda önemli başarılara imza
atmışlar.
Kürüm Ailesi ile benim annem Miyeser
Hanım’ın mensup olduğu Hacıpolatlar Ailesi ile çok sıkı fıkı olmuş,
yakınlaşmış, kız alıp vermişler. Büyük Dayım Muhtar Abdurrahman, Kürümlerin
kızı Nuriye Hanım ile küçük Dayım Şerif ise Kürümlerin kızı Saide Hanım ile
evlenmiş. Büyük Dayımın oğlu, Rıfat
Amcanın kızı ile evli. Rıfat Amcanın eşi
benim üvey teyzemin kızı. Rıfat Amcanın ablası Rabia Hanım, teyzemin
Kayınvalidesi. Rabia Hanım, kültürel anlamda çok donanımlı. Biz çocuklara
inanılmaz güzellikte destanlar anlatırdı. Peçeteden yaptığı tavşanlarla bizi
saatlerce Masal Dünyası’nda gezdirirdi. Bez tavşanı canlıymış gibi bize
gösterir, şaşkınlık içinde bırakırdı. Yaşım biraz büyüdükten sonra kafayı
taktığım bu oyunu nihayet çözmüş sırrını öğrenmiştim. Ben de aynı oyunu yapmaya
başladım ancak onun kadar inandırıcı olamıyordum.
Ahlat'ta Bir Görünüm |
Bu iki köklü
aile arasındaki ilişkiler bu denli ileri boyutta olunca ben de her Erciş’e gittiğimde Rıfat
Amcaya uğramamak olur muydu? Benim uğramamdan ziyade onun bana göstermiş olduğu
ilgi ve sevgi şaşılacak boyuttaydı.
Rıfat Amca, Osmanlı Ordusunun Yeniçeri Ağası görünümünde,
iri yarı, kocaman cüssesi, kalın kolları, iri elleri ve pamuk gibi yüreğiyle eşine
az rastlanır insanlardan biri. Bir çocuk olarak bana gösterdiği yakınlık,
sıcaklık unutulacak cinsten değil.
Dükkanı Buğday Pazarı’nın hemen
önündeydi, arada bir uğradığımda beni görür görmez o koca cüssesiyle yerinden kalkar boynuma sarılır, beni dükkanının baş köşesine
oturtturur, hemen yandaki çay ocağından çay isterdi. Anamı, babamı, diğer
akrabaları sorar, benimle sohbet ederdi. Bir müşterisi geldiğinde benden izin
ister gibi gözlerime bakardı. Ben onu merakla seyrederdim. Müşterisine hiç yüksünmeden
her türlü kumaşı gösterir kocaman gövdesi, iri elleriyle kumaş topunu masanın
üzerine yayar, istenilen miktarda, tahta
tezgahının üzerine bir metrelik aralıktaki iki çizik arasına denk
getirdiği kumaşın boyunu tespit ettikten sonra, küçük makası ile bir kesik
attıktan sonra, güçlü kollarıyla kumaşı iki eliyle yana doğru bir anda güçlü
bir vaziyette çektiğinde kumaş değil koyun bile ikiye ayrılırdı.
Tüm bu olanları
ben iri açılmış gözlerimle bir ortaoyunu izler gibi dikkatle ve
dakikalarca izlemekten büyük keyif
alırdım. Türkçe bilmeyen köylü kadınlarla
konuşmasını anlamadığım halde müşterisini ikna etmekteki becerisini hayranlıkla
izlerdim. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi beni
ısrarla evlerine davet etmesi, kimi zamanlarda bizzat alıp eve götürmesi, tüm
aile bireyleri tarafından gösterilen ilgi ve sevginin anılarımın unutulmazları
arasında yer bulması, o çocuk yaşlarımda
aklıma gelecek bir husus değildi.
Evlerine gittiğim zamanlarda beni
mutlu eden bir başka husus daha vardı. Rıfat Amca’nın oğlu Nimet. Nimet, benden
birkaç yaş küçüktü. Ne var ki iyi anlaşıyorduk. O yaşta bile onun geniş bir
arkadaş gurubu vardı. Beni de zaman zaman arkadaşları ile oynamaya götürürdü. O
dönemde “Colli” diye bir oyun vardı.
Çocuklar iki guruba ayrılıyorlar, bir merkez belirleniyor, ellerinde topa benzer bir şey var, onu bir
sopayla uzaklara fırlatıyorlar sonra da bulmaya çalışıyorlar. bir gurup öbür
gurubu bu cismi bulmasını engelliyor. Geniş bir alanda oynanıyor.
Nimet’e arada bir takılıyorlar “Colli” diye. Bu oyunu iyi oynadığından mı yoksa başka bir nedenle
mi bilmiyorum. Birlikte çok iyi zamanlar geçirirdik. Kimi zamanlarda Nimet de
Ahlat’a gelirdi. Ahlat’ta da ben ona eşlik ederdim. İyi arkadaş olmuştuk,
nereye gitsek birbirimizi arar sorardık.
Rıfat Amca’nın yaşı
ilerleyince işlerini tasfiye edip,
dükkanını kapatmış İstanbul’a taşınmıştı. Son dönemlerde de sağlık sorunları
yaşıyordu. Birkaç kez İstanbul’a gidip ziyaret etmiştim. İstanbul’da ebedi
aleme intikal etmişti.
Rahmet, minnet ve saygıyla anıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
ilaminal71@gmail.com