25 Eylül 2018 Salı

ÖMER BESİM KÜFREVİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


BİTLİS DEĞERLİ BİR EVLADINI KAYBETTİ

ÖMER BESİM KÜFREVİ

  Biraz mistik, biraz da felsefi  yanı olan bir söz vardır, kime ait olduğundan çok emin değilim ama, günümüz koşullarında pek geçerli olduğunu söylemek olası değil. "Bir yanağına tokat atana diğer yanağını çevir"
      Her ne kadar günümüz için geçerli olmasa da bu sözü ilke edinmiş yüce gönüllü, gözü gönlü tok, yüreği insan sevgisiyle dolu, dünya malına değer vermeyen, kin, nefret, düşmanlık, intikam gibi kavramlarla yolu kesişmeyen insanların  var olduğunu biliyoruz.
      İşte bunlardan birinin Bitlis’in köklü ailelerinden   olan  Küfrevi Ailesi’nin çok değerli evlatlarından Ömer Besim Küfrevi’nin olduğunu görüyoruz.
      Yaşam öyküsünde görüleceği gibi başarılı bir iş kariyerinin altına imzasını attı. Zaman zaman güvenip de birlikte yola çıktığı insanların tokatlarına gözünü kırpmadan öteki yanağını çevirdi.  Onun dünya görüşünde ve hümanist bakış açısında, intikam gibi ilkel bir yaklaşım hiçbir zaman yer bulmadı.
      Doğup büyüdüğü Bitlis’te aldığı  geleneksel Doğu kültürünü Batılı okullarda aldığı kültürle harmanlayarak benzerine pek rastlanmayan, okuyan, yazan, aydın, çağdaş, paylaşımcı, insani öğelerin ön palana çıktığı örnek bir insan figürü ortaya koydu.
      Küfrevi Ailesi’nin geçmişinde ve geleneğinde görülen Devlet erkanı ile yakın ilişkiler içinde olma eğiliminin seçkin ve nitelikli örneklerini sergilemeyi başardı. Maruz kaldığı mağduriyetleri ve haksızlıkları dünyevi hesaplaşmalara malzeme yapmak yerine ilahi adaletin tecellisine bırakmayı yeğleyen erdemli bir yaklaşımı tercih etti.
      Son yıllarını çeşitli nedenlerle mağduriyete uğramış, hakları ihlal edilmiş, ekonomik güçleri yetersiz, fakir ve yoksul insanların hukuki davalarına gönüllü olarak bakmakla geçiriyor,  mahkemelerde savunmalarına katılıyor, hiçbir kimseden  hiçbir karşılık kabul etmiyordu.
      Ömer Besim Küfrevi, üstlenmiş olduğu misyonu kendinden sonra daha yukarılara taşımak üzere uluslararası standartlarda yetiştirmiş  olduğu pırıl pırıl  üç değerli  evladına emaneti bırakarak  aramızdan ayrıldı.
           Ömer Besim Küfrevi, 1952 yılında Bitlis’te dünyaya merhaba dedi. İlk öğrenimini Bitlis Kazımpaşa İlkokulunda, Ortaokul ve Liseyi  İstanbul Saint Benoit Fransız Lisesi’nde tamamladı.
      İstanbul Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Fransızca Bölümünü  ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi.
      Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde yaptı.
      İtalya Perugia Üniversitesi’nde ve Fransa Strasbourg Üniversitesi’nde sertifika programları aldı. 1980 yılında İstanbul Barosu’nda Avukatlık stajını tamamlayarak iş dünyasını adımını attı.
      Ömer Besim Küfrevi, sırasıyla Uteksport A.Ş., Tarım Eksport A.Ş., GSD Holding A.Ş., GSD Dış Ticaret A.Ş., Etsun A.Ş. Teksun A.Ş., Rant Leazing A.Ş., GSD Factoring A.Ş. ve Fares Ziraat LTD. şirketlerinin kurulmasında önde gelen kişilerden biri oldu ve bu şirketlerin Yönetim Kurulu Üyeliklerinde görev yaptı.
      1992-2000 yılları arasında İstanbul Ticaret Odası Meclis Üyeliği ve Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı, 1980-1990 yılları arasında Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkan Yardımcılığı, 1984-1990 yılları arasında İstanbul Saint Benoit’liler Derneği Başkanlığı, İstanbul Ticaret Üniversitesi Kurucu Üyeliği ve Vakıf Mütevelli Heyet Üyeliği, Giyim Sanayicileri Derneği Kurucu ve Mütevelli Heyet Üyeliği, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Onur Kurulu Üyeliğinde bulunuyordu.
      Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Farsça ve Kürtçe dillerini bilen Ömer Besim Küfrevi, evli, üç çocuk ve bir torun sahibiydi.
      Ömer Besim Küfrevi, 16 Eylül 2018 tarihinde  genç denecek bir çağda 66 yaşında ebedi aleme göç etti. İstanbul Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’ndaki Aile Kabristanına defnedildi.
      Rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz…
      Nurlar içinde uyu…

9 Eylül 2018 Pazar

1990 YILINDA BAŞLATTIĞIMIZ AHLAT KÜLTÜR HAFTASI'NDA
HEDEFE ULAŞILDI
ŞİMDİ SIRADA BU GELİŞMEYİ HALKIN KAZANCINA DÖNÜŞTÜRMEK VAR...
 Ahlak Kültür Haftası'nın İlk Kitabı
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Başkanı Sayın İlhami Nalbantoğlu’nun  1990 Yılında bireysel çabaları ve Ahlat Gençliğinin katkılarıyla başlatılan “Ahlat Kültür Haftası”nda aradan geçen 28 yıl sonra nihayet hedef olarak belirlenen noktaya gelindiğine tanık oluyoruz.
      Amaçlanan hedef:
      1-Ahlat’ta başlayıp Malazgirt’te noktalanan “Büyük Zafer”in  şanına yakışır  biçimde ve birbirini takip eden bir bütünlük içinde kutlanması.
       2-Bu tarihi olayın coşkusuna Devletimizin tepe noktasından katılım sağlanmasıydı.
      Günümüzde bu hedefi koyan,  bu amaca 40 yılını veren bir kuruluş olarak amaçlarımızın gerçekleştiğini görmekten duyduğumuz memnuniyeti belirtmek istiyoruz.
      Ahlat ve Çevresi Tarihi Alanı’nın Cumhurbaşkanlığı korumasına alınmasıyla “Ahlat Kültür Haftası” da evrensel bir boyut kazanmıştır.
Ahlat Kültür Haftası'na Katılan Akademik Kadro
  90’lı yılların başları… 80’li yıllarla başlayan Türkiye’de kabuk değiştirme sürecinin uzantısı olarak Ahlat için de bir şeyler yapma dürtüsü dayanılmaz boyutlara ulaşıyor. Elde avuçta hiçbir olanaktan söz etmek olası değil. Sadece 80’li yıllarla ülkeyi saran cesaret gösterme ve atak davranma içgüdüsü ile işe soyunuluyor.
      Bireysel yeteneklerle bazı tasarımlar kağıt üzerine dökülerek, her kesimden Ahlatlılara ulaştırılıyor. Olumlu yaklaşımlar var, olumsuzlar var, çekemeyenler var, kıskananlar, bir şeyler yapılsın istemeyenler var. Herkesin fikrine saygı duymak gerekir düşüncesiyle çalışmalara aralıksız olarak devam ediliyor. Bazı komiteler kuruluyor ve bu tasarımlar yerel yönetimlere bildiriliyor. Çoğu insan, gülerek, alay ederek hatta küçümseyerek bakıyor tüm yapılanlara. Her şeye karşın çalışmalara hiç ara verilmeden önceden belirlenmiş olan 25 Temmuz 1990 tarihine birkaç gün kala Ahlat’ın yolu tutuluyor.
      Ahlat’a varıldığında ilk iş bir toplantı yapmak oluyor. Toplantı, özellikle gençlerden büyük bir ilgi görüyor. Bu ilgi, 60’lı yıllarda ülkede bu tür kültürel aktivitelerden toplumun büyük kesimi haberder bile değilken, Ahlat’ta görev yapan genç, atak, gözü pek, cesur  Hüseyin Avni Uzun adlı Kaymakamın, Ahlat’ın müthiş tarihi, kültürel ve doğal zenginliklerinden tüm dünyanın haberdar edilmesi gereğinden hareketle başlatmış olduğu “Ahlat Şenlikleri”nin etkisinden kaynaklandığı kuşkusuz.  Birkaç yıl devam eden bu etkinlikler, Kaymakamın kentten ayrılmasının ardından, kimsenin sahiplenmemesi sonucu tam unutulmaya yüz tutmasına ramak kalmışken 90’lı yıllarda yeni bir projeyle halkın karşısına çıkmak, altyapısı olan bir toplumu, özellikle genç kesimi olabildiğince heyecanlandırıyordu.
      “Ahlat Şenlikleri” kutlamaları sırasında, esnaftan Demirci Hanifi, Resimci İhsan, Kemal Ayber, Yurttaş, Behçet Dayı, Berber İdris gibi kentin önde gelen isimlerinin bir araya gelerek oluşturdukları tiyatro ve sergiledikleri oyunlar o denli başarılı olmuştu ki, yıllar yılı dilden dile anlatılarak o günlere kadar gelmişti. İşte bu geçmiş birikim ve zengin altyapı, önlerine konulan projeyi ilgiyle karşılamalarına neden olmuştu.
      Komiteler kurulmuş, her aktivitenin sorumluları görevlerini eksiksiz yerine getirme coşkusunu yaşıyorlardı. “Ahlat Kültür Haftası” kapsamı içinde yer alan tiyatro gösterilerini bu kez yaşlıların yerine gençler üstlenmişlerdi.
      Ahlat’ın tarihi ve kültürel zenginliği üzerine bilimsel çalışmalar yapmış olmaları nedeniyle bu faaliyetlere sıcak bakan bilim insanları da bu heyecanlı çekirdek kadroya destek vermek amacıyla tatillerinden özveride bulunarak Ahlat’a gelme zarafetini göstermişlerdi.
      Günler ilerledikçe hazırlıklar son aşamasına geliyordu. Hiçbir çıkar ya da yarar gözetmeyen her kesimden insanlar bu genç kadronun bu çabasına içtenlikle katkı vermeye başlamışlardı. Derken belirlenen tarih olan 25 Temmuz günü gelip çatmıştı. Program gereği gündüz saatlerinde “Selçuklu Otel” de Sempozyum yapılacaktı. Bu sempozyumu, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin değerli Kurmay subaylarından biri olan Korgeneral Muzaffer Erendil Paşa yönetecekti.
      Değerli Paşamız, öylesine mükemmel bir performans sergilemişti ki, tüm izleyenlerin gönlünü kazanmıştı. Ahlat halkı Paşamızı paylaşamıyordu. Gerek Paşamız, gerekse ilk kez gerçekleştirilmiş olan bu sempozyum büyük bir coşkuyla karşılanmıştı.
      Bu mutlu tablonun hemen ardından akşam programı için Ahlat halkı Yatılı Bölge Okulu’nun sembolik müsamere salonunu tıka basa doldurmuştu. Hiçbir şekilde ihtiyaca cevap veremeyen minik salonun hınca hınç dolup taşması, gençlere verilen önemin bir göstergesiydi. Ne kadar haklı olduklarını anlamak geç olmadı. Gençler öylesine mükemmel gösteriler hazırlamışlardı ki yıllarca dillerden düşmedi...
Ahlat Kültür Haftası'nın Yönetim Ofisi
Ancak, ondan sonraki dönemlerde benzer çalışmalar yapmadılar. Belli ki hoşnut kalmadıkları bazı gelişmeler yaşanmıştı.
      Gençlerin bazı ifadelerinden rahatsızlık duyan bazı işgüzarlar sansür uygulamaya kalkmışlardı ki bu da onları kızdırmıştı. Gençlerimize güvenmemiz gerektiğine zor ikna etmiştik onları.
      İzleyenleri mest eden oyun aynı zamanda Ahlat’ın kültür altyapısının da bir göstergesiydi. Zira altyapısı olmayan bir kentten yıllarca dillerden düşmeyecek bir gösteriyi beklemek bir hayalden öteye geçemez.
      Günü başarıyla tamamlamış, yapılanların basına yansıyıp yansımadığı konusundaki tereddütleri gidermek için 20.00 haberlerini izlemek üzere o dönem için tek kanal olan TRT televizyonunun karşısına geçmiş, merakla beklemeye başlamıştık.
Aksilik bu ya, Türkiye o günü çok yoğun olaylarla geçiriyordu. Çok önemli haberleri TRT spikerleri okumaktan yorgun düşmüşlerdi. Bu kadar önemli haberlerin yer aldığı bi haber bülteninde “Ahlat Kültür Haftası”ndan söz edilmesi konusunda kimsenin umudu kalmamıştı. Bir buçuk saati aşan ve birbirinden sevimsiz olayların yaşandığı haberlerin sona ermesi beklenirken kameralar birden Ahlat’a yönelmişti.
      Onca üzücü haberin sonunda Ahlat’taki o günkü kültürel faaliyetlerin yer alması, sevilmeyen bir yemeğin üzerine yenilen bir tatlı izlenimi  veriyordu. Bu, aynı zamanda yapılan  işin ne denli önemli olduğunun göstergesiydi. Bu, aynı zamanda gençlerin hiçbir karşılık beklemeksizin, amatör bir ruhla profesyonelce yaptıkları bir işin ödüllendirilmesiydi.
      Bu, aynı zamanda mütevazı olanaklarla başlatılan “Ahlat Kültür Haftası’nın kurumsallaşmasını sağlayacak kapıların açılması demekti. Nitekim içinde bulunduğumuz yıl “Ahlat Kültür Haftası’nın 13.üncüsü gerçekleştiriliyor. Bu, 13 yıl önce başlatılan samimi ve içten bir çabanın amacına ulaşmış olmasının zaferidir. Bu zaferin gerçek sahibi ise Ahlat halkı ve gençlerdir. Bu gençler bir gün hak ettikleri yerlerde adlarının anılmasıyla ölümsüzleştirileceklerdir kuşkusuz. Çünkü, çok iyi bilinmelidir ki, memleketleri için bir çivi dahi çakanlar yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.
Ahlat Kültür Haftası'nın Başlatan İlhami NALBANTOĞLU
      On üç yıl evvel yakılan bu meşale hiç sönmeden geleceğe ışık tutma çabası içinde yılmadan, usanmadan kararlı bir şekilde yoluna devam ediyor. Günün koşullarına uygun olarak daha geniş bir bakış açısıyla, her kesimden, her düşünceden kişi ve kuruluşlarla buluşulacak ortak noktaları belirleyerek yoluna devam ediyor. Tüm zorluklara, tüm güçlüklere göğüs gererek, ileri sürülen karalama kampanyalarına aldırmadan, dedikodu ve söylentileri umursamadan. Sağduyulu, objektif, bilgili ve bilinçli insanların destek ve katkılarıyla, daha ileri noktalara gelinebileceğine inanarak.
      Artık herkes çok iyi biliyor ki, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden, sadece eleştirmek, ya da karalamak için ileri sürülen yıkıcı ve yararsız düşünce ve tavırların geçerlilik bulacağı zemin ve mekanlar tükenmiştir. O nedenle sağduyulu davranıp asgari müşterekte anlaşılabilecek konularda bir araya gelmenin, birlikte hareket etmenin hem bireylere, hem de toplumlara daha yararlı olacağının tartışılacak bir yanının kalmadığı gerçeğine kulak tıkamanın yarar sağlamayacağı anlaşılmalıdır. Tüm bu iyi niyetle girişimlere karşın uzlaşmak bir tavır takınarak kendini değerli gibi gösterme çabaları zaman kaybından başka bir şey değildir.
      Laf, söz olup uçup gitmekte, sadece yapılanlar kalıcı olmaktadır.
      Tıpkı “Ahlat Kültür Haftası” gibi.
 
 
 

 

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, lhami NALBANTOĞLU, DURUM- EYLÜL 2018


DURUM

           Değerli Okuyucularımız,
      Her yıl milyonlarca turiste kapılarını açan  Ülkemizin yabancılara bu kadar egzotik gelmesinin pek çok sebebi var.
     Hem Asya hem de Avrupa toprakları üzerinde bulunan tek ülke olması, her dinden, pek çok ırktan değişiklik renkleri bünyesinde barındırması, Dünyanın en eski ikinci metrosuna sahip bir ülke olması, Batı dünyası için önem taşıyan ve Noel Baba olarak bilinen Aziz Nikola olmak üzere birçok ünlü  kişinin Anadolu topraklarında doğmuş olmaları, Dünyanın en büyük İslam Mezarlığının Ahlat’ta bulunması,  4000 dükkanı ile Dünyanın en büyük kapalı çarşısının İstanbul’da olması, İstanbul gibi Dünyanın en güzel Kentinin Türkiye’de bulunması, Doğu’da, Batı’da, her zaman her yerde tüm saldırılara karşı tek vücut olarak büyük zaferlere imzasını atıp, adını tarihin altın sayfalarına yazdırması,  zengin ve esşiz Türk Mutfağı ile her zevke, her damağa hitap etmesi, gelenekleri, görenekleri, zengin kültürel birikimleri ile gerek turist olarak gelenleri, gerek çeşitli nedenlerle gelenleri büyüleyici bir atmosferle karşılaması, Türkiye’yi cazip, görülmeye değer, egzotik, renkli, eğelenceli, tekrar gelinebilecek kılıyor…
     Saygılarımızla…

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhamiNALBANTOLU, HASAN CELAL GÜZEL-V

   HASAN CELAL GÜZEL-V
Yıllar sonra bir gün Semra Hanım beni arayarak: “İlhami Bey, Hasan Bey sizin yazdığınız kitaplardan haberdar olmuş, o kitaplardan birer tane istiyor.” dedi.  O dönem 10 civarında kitap yayınlamıştık, bunlardan birer adet hazırlayarak, Hasan Celal Güzel’e iletilmek üzere Semra Hanım’a vermiştim.
Bir geri dönüş olabilir mi diye beklemedim desem gerçeği yansıtmamış olacağım. Ancak, zaman zaman  Semra Hanım ile öğlen yemeklerinde bir araya geliyor, hem geçmişim güzel günlerini anıyor hem de Hasan Bey’den bahsediyorduk. Bu görüşmelerimizde Semra Hanım’ın Hasan Bey’e sadakatle bağlı olduğu anlamak zor değildi.  Konu Hasan Bey’e gelince gözlerinin içi gülüyor, konu başka yere kaymasın diye çaba gösteriyordu. Bu duygularla dolu olduğunun bir göstergesi ise  olgun denecek bir yaşta olmasına karşın yaşamını bir başkası ile birleştirmek gibi bir düşüncesinin olmadığından sıklıkla söz etmesiydi. Görüşüyor musunuz şeklindeki bir soruya ise “zaman zaman” diyerek kaçamak cevaplar veriyordu.
Hasan Celal Güzel,  son dönemlerinde “Yeni Türkiye” adlı bir yayın çıkarıyordu. Statüsü “Dergi” olan bu yayın, bir ansiklopedi gibi büyük hacimliydi. İçeriği tamamen makale, inceleme ve raporlardan oluşuyordu. Türkiye’nin önde gelen bilim insanları, araştırmacıları, düşünürleri, gazetecileri, konularında temayüz etmiş uzmanlarının yazıları yer alıyordu bu dergide.
İlk zamanlarında büyük sükse yapmıştı bu dergi, zamanla çekiciliğini kaybetti, artık ne içinde çok özel yazılar vardı, ne de okunmak için aranıyordu. Durum böyle olunca Hasan Celal Güzel, yıllar evvel tek seçici olarak Başbakanlık bünyesine yerleştirdiği uzmanların yazılarını bu dergide yayınlamakla yetiniyordu. Başbakanlık Merkez Teşkilatı’nda uzman olarak göreve başlayıp sonraları bürokrasini tepe noktalarına yerleştirilen bu uzmanlara telefon ediyor, konusunu kendisinin belirlediği alanlarda en az 10 sayfa olacak şekilde yazılar istiyordu. Vefa borçlu oldukları Hasan Celal Güzel’in bu talepleri de bir süreliğine  ancak “Yeni Türkiye”nin ömrünü uzatabiliyordu.
İlgi görmeyen, yazar bulamayan bu dergi, Hasan Celal Güzel’in ısrarcı yaklaşımı ile gene basılıyor ama koliler halinde Abdullah Cevdet Sokaktaki ofisin salonundaki boşlukları doldurmaktan öteye gidemiyordu.
Hal böyle olunca, dergiden bir gelir elde edilemiyor, basım giderleri her sayı ile birlikte  çığ gibi büyüyordu. Bu durumdan kurtulmak için o dönemde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Abdullah Gül’e bağlı olan kurumlar arasında “Başbakanlık Tanıtma Fonu” da bulunuyordu.
Hasan Celal Güzel, hazırlattığı projelerle her seferinde “Tanıtma Fonu”ndan hatırı sayılır miktarlarda yardımlar alıyor, Türkiye’de popüleritesini yitirmiş “Yeni Türkiye” adlı bu dergileri Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine göndererek elden çıkarıyordu.
Bir dönem iyice medyatik olmuştu, hem önemli bir gazete’de güncel yazılar yazıyor, hem de bazı televizyonların tartışma programlarının vazgeçilmez konuşmacılarından biri olmuştu. Hararetli konuşmalar yapıyor, sıklıkla 28 Şubat sürecinde nasıl dirençli bir dik duruş gösterdiğini anlatıyordu.
Bu tartışma programlarından birinde konu, üstü boş altı bakanlar tarafından imzalanmış  kararname kağıtlarına gelmişti. Hasan Celal Güzel, bu konuyu fazla ciddiye almıyor, geçiştirmeye çalışıyordu. Defalarca bire bir yaşadığımız bu olayın canlı tanığı olarak biraz düşündükten sonra dayanamayıp bilgisayarın başına geçtim, programı yayımlayan TV kanalının modöratörüne aynen şunları yazarak mail olarak gönderdim: “Altı imzalı üstü boş kararname kağıtlarının üstadı Sayın Hasan Celal Güzel’dir. Bu konuları çok iyi bilir.”
Tartışma programı devam ederken  Hasan Celal Güzel’in eline bir kağıt tutuşturuldu, aldı okudu, yüz hatlarından  iyice sinirlendiği belli oluyordu, al yanakları kırmızıya dönüşmüştü. Ne tepki verecek diye bekledim, hiç oralı olmadı. Çok şey bildiğim konusunda emin olduğu için yeni bir polemiğe girmek istemiyordu anlaşılan.
Hasan Celal Güzel, Ankara Haymana yolu üzerinde bir arazi satın almış, burada bir “Kültür Merkezi” kurma çalışmalarına başlamıştı. Yol boyunca da “Yeni Türkiye” diye tabelalar koydurmuştu. Yolum o taraflara düşünce bu tabelaları görüyor, “acaba gitsem mi?”  diye düşünmeden edemiyordum. Aradan epeyce uzun bir zaman geçmişti, bayram değil seyran değil, bu da nereden çıktı diye bir durumla karşılaşmamak için cesaret edip bir türlü gitmek nasip olmadı…
Rahatsız olduğunu zaman zaman medyada yer alan haberlerden duyuyordum. Bir gün haber bültenlerinde vefat ettiğini öğrendim. Cenazesine gidip gitmemekte çok tereddüt ediyordum. Bir dost beni ikna etti; “O kadar iyiliklerini gördük, gitmezsen ayıp olur. Ben de gitmek istiyorum.” diyince,  birlikte Hacıbayram Camii’ne gittik. Cami avlusunda tahmin ettiğim kalabalığı göremeyince çok şaşırdım. Nerede o parlak dönemlerindeki yalaka ve dalkavuk takımı? Hemen hemen hiç kimseye rastlayamadım.
Cenaze töreni sırasında namazı kıldıran görevlinin sorduğu bir soru var ya, “Merhuma haklarınızı helal ediyor musunuz?”  Cemaat yüksek sesle “Helal olsun”  diyerek duygularını belirtir. Görevli bir kez daha aynı soruyu sorup aynı yanıtı alır, üçüncü kez bir daha sorar, es kaza helal etmeyen kalmasın diye.
      Zaman zaman  bu tür geniş kalabalıkların arasından “Hakkımı helal etmiyorum, bana bin lira borcu vardı..” gibi durumlara  tanık olduğumuz oluyor.
       Bir anda aklımdan buna benzer bir tepki göstermek geçmedi değil, düşündüm, evet bazı şikayetlerim olabilir ama o kadar da değil. Zira yakın çalıştığım dönemlerde bana gösterdiği ayrıcalıkları inkar edecek kadar da nankör olamazdım…
      Cami avlusunda bir gün bana söylediği bir söz aklıma gelmişti. “İnsanların bir fikri olmalı, ya oradan ya buradan olmak gerek, fikri olmayanlara mideci denir.”  Bu sözleriyle ben ve benim gibilerini daha şeffaf olmaya davet ediyor, siyasi görüşümüzü kibarca anlamaya çalışıyordu. Oysa bizler o tarihte devletine bağlı tarafsız bürokratlar olarak kimseden yana olmamaya özel bir hassasiyet gösteriyorduk.
      Günümüze baktığımızda o günlerde başlayan yanlı olma özelliğinin doruk noktasına eriştiğini görmek mümkün. Artık iktidarla gelip, iktidarla giden bir bürokrasi yapısının olduğunu görüyoruz.
      Gene bir gün bayram arifesiydi, uzun bir tatil vardı önümüzde, herkes ayrılmıştı, ben ve makam şoförü kalmıştık. Başbakan Özal, basın mensuplarına bayram hediyeleri verecekti.  Bu hediyeler,  içine çikolata doldurulmuş gümüş şekerliklerden oluşuyordu.  Üzerlerinde de Başbakan Özal’ın bayram mesajı yazılıydı. Hasan Celal Güzel, kime hangi hediye gönderileceğini belirliyor, ben üstüne isim yazıyorum, şoför de götürüp teslim ediyordu.
      Ben de ailemle tatile çıkacaktım, evde beni bekliyorlardı. Fakat işimiz bir türlü bitmiyordu. Oldukça geç saatlere kadar bu işi bitirmeye çalışıyorduk. Sonunda bana dönerek; “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.” diyerek Başbakan Özal’ın bu özel hediyesini verdi.  Bunu özel hediyelerim arasında muhafaza ediyorum.
       Çok isterdim bir gün karşı karşıya gelip bu yazdıklarımı yüz yüze konuşmayı, ne var ki ilk zamanlar buna bilinçli olarak fırsat vermedi, zira rahatsızlığımın boyutunu az çok tahmin edebiliyordu. Son dönemlerde ise başı sağlık sorunları ile ciddi bir biçimde beladaydı. Birkaç kez ciddi tıbbi operasyonlar geçirmişti, Semra Hanım’dan  sağlık sorunları ile ilgili  bilgileri alıyordum. Midesine çok düşkündü, kontrolsüz yemek yiyordu, doktorların bu konulardaki önerilerini dinlemiyordu bile…
       Hacı Bayram  Camii’ndeki  cenaze törenine Cumhurbaşkanı da geldi, konuşmasında “Hasan Abimiz” ifadesinin üzerine vurgu yapması dikkati çekiyordu.
Hasan Celal Güzel’e son görevimizi yapıyor olmanın huzuruyla, Cami avlusundan ayrıldık…
Eve döndüğümde başımı iki elimin arasına alıp düşünmeye başladım. Bir türlü yüz yüze gelip konuşamadığımız bu konuları yazıp yazmama konusunda karar veremiyordum.  Sonunda bazı konuların geleceğe taşınması için yazmanın gerekli olduğu kanısına vardım.
Bir taslak hazırladım, ne var ki içime sinmiyordu, kimseyi kırmamak yalan yanlış şeyler yazmamak için hassas davranmalıydım. En başta konunun içinde yeri olan Semra Hanım’ın fikrini almanın gerekli olduğuna karar verdim. Uzun zamandır görüşmediğimiz için iletişim kurmakta
güçlük çekiyordum. Eksik olmasınlar bazı arkadaşlarımın yardımıyla Semra Hanım’a ulaştım.
      Görüştüğümüzde çok üzgündü, kendi sağlık sorunları da vardı, bu durumda onu rahatsız etmemek için gereğinden fazla hassas davranmalıydım. Hasan Celal Güzel ile ilgili anılarımı yazdığımı söyledim, kendisinin adının geçtiğinden bahsettim, kendisinin onayını almadan asla yayımlamayacağımı anlattım.
      Hazırladığım taslağı götürüp kendisine verdim. Çok geçmeden aradı, bazı itirazları vardı, isteği doğrultuda gerekli değişiklikleri yaptım, ve “Sizin istemediğiniz hiçbir şeyi yazmak gibi bir husus söz konusu olamaz:” diyerek onayını alarak rahatladım.
      İlk bölüm yayımlandıktan sonra bir nüshasını götürüp Semra Hanım’a verdim, bana; “İlhami Bey, Hasan Bey’in çok anıları var. Hepsi bu kadar mı?”  diye sordu. Yanıtım:
      Evet,  Semra Hanım, Hasan Celal Güzel, renkli bir insandı, oldukça çok anıları var, ama ben benimle ilgili olanları yazmaya çalıştım. Kuşkusuz sizin anılarınız daha çoktur. Umarım siz de bir gün bunları yazar tarihe not düşersiniz.
      Bu konuşmanın üzerinden çok geçmedi, 22 Ağustos 2018 tarihinde  Semra Özkurt aramızdan ayrıldı…

 

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU.

ÜÇÜNCÜ KUŞAK
         Soldan  Sağa. Emir ÇETİNOĞLU, Hatice Beren MORGÜL, Ayşe Beliz MORGÜL, Eser ÇETİNOĞLU
        Bilim insanları iki kuşak arasındaki süreyi ortalama  33 yıl olarak  gösteriyorlar. Bu 33 yıllık süre azımsanacak bir süre değildir. Bu süre içerisinde gerek dünyada, gerekse insan yaşamında çok önemli değişmeler, gelişmeler meydana geliyor.
      Bunun sonucu olarak da iki kuşak arasında büyük bir yaşam kalitesi farkı oluyor. Kendi kuşaklarına takılı kalıp yeni kuşaklara uyum sağlayamayanlar bu kuşak farkının sıkıntıları ve zorluklarına ister istemez maruz kalıyorlar.
      Yaşam koşullarında meydana gelen iyileşmeler ve teknolojik gelişmeler, bilim insanlarının ortalama olarak belirledikleri bu 33 yıllık kuşak farkı  süresini daha da kısaltmış gibi görünüyor.
      Kendi yaşamımızdan örnek verecek olursak, benim ile babam arasındaki yaş farkı 34, benim ile ilk çocuğum arasındaki yaş farkı 33, çocuğum ile torunum arasındaki yaş farkı 28,  babamın torunu ile yaş farkı 67, benim ile torunum arasındaki yaş farkı 61. Görülüyor ki yeni kuşaklar daha erken yaşlarda çocukluk sürelerini hızla yaşayıp, daha erkenden hayata atılıyorlar.
      Kuşaklar arasındaki yaşam standartlarına bir göz atacak olursak daha çarpıcı sonuçlarla karşılaşıyoruz. Gene kendi yaşamımızdan örneklerle devam edelim.
      Örneğin ben, dede, anneanne, babaanne, nine, amca görmedim. Bunların sevgi ve şefkati ile tanışmadım. Çünkü, dönemin koşulları gereği, annem ve babam çocuk denecek yaşta ebeveynlerini kaybetmiş, öksüz ve yetim kalmışlardı.
      Gene dönemin koşulları gereği, radyo, televizyon, telefon, uçak otobüs, tren, kitap, dergi, gazete ve en acısı Ahlat’tan başka bir yeri görmedim. Üçüncü kuşak yani torunlarım ile aramızdaki yaş farkı ortalama 62 yıl. Bu süre içerisinde dünyadaki değişim inanılmaz boyutlara gelmiş. En azından dünyanın var olduğu tarihten 80’li yıllara kadar olan süredeki nüfusu 3 milyar civarındayken son kırk yıl içinde 7 milyarı aştığını görüyoruz.
      Bu göstergeler, gelişen teknolojilerle insan ömrünün uzadığını, yaşam koşullarının kolaylaştığını ortaya koyuyor.
      Gelişmişlik farkını somut olarak gösteren gene kendi yaşamımızdan bir örnekle devam edelim.
      Yaklaşık 8 yıldır kullanmakta olduğum telefonun bazı sorunlar çıkarması üzerine yenisini alayım diye düşünüyordum. Torunum Eser’e sordum:
        -Eserciğim, sana bir telefon vereyim mi?
        -Dedeciğim,  vereceğin telefon akıllı mı?
        -Hayır, dedim.
        -İstemem, Ayşe’ye ver. dedi. Ayşe’ye sordum.
        -Ayşeciğim, sana bir telefon vereyim mi?
        -Dedeciğim telefonun akıllı mı?
        -Hayır, Ayşeciğim.
        -İstemem, Beren’e ver.
        Akıllı telefon isteyenlerin yaşları 7 ile 11 arası. Oysa ben 15 yaşıma kadar telefonu sadece PTT’de görmüştüm, nasıl konuşulur, nasıl arama yapılır bilmiyordum.  Kuşak farkının kazanımlarına da bir göz atacak olursak:
        Eser, Lisanslı Karate Sporcusu, yüzme ve futbolla da ilgileniyor.
        Ayşe, Lisanslı Artistik Jimnastik Sporcusu, iyi bir kitap okuyucusu, izlediği filmlerdeki eleştirel yaklaşımları ile dikkati çekiyor.
        Beren, gösteri sanatları ile ilgileniyor, hayal dünyası oldukça geniş, bebeklerini seslendiriyor, iyi resim yapıyor.
        Emir, güçlü sportif yapısıyla dikkat çekiyor.
        Onların yaşındayken benim  bir  özelliğimin olduğunu hatırlamıyorum... 

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

ESKİ AHLAT ŞEHRİ KAZILARI
  Ahlatı  30’lu yılların başında ilk keşfeden ve bu keşfini “Ahlat Kitabeleri” adlı eseri ile tüm dünyaya tanıtan Tarih Öğretmeni Abdurrahim Şerif BEYGU’nun Erzurum Lisesi’nden öğrencisi Prof. Dr. Haluk KARAMAĞARALI, Tarih öğretmeninden aldığı Ahlat sevgisi ile “Ahlat Kazıları”nı yarım yüzyı önce ilk olarak başlatan değerli bilim insanıydı.
Kazı Çalışmalarından Bir Görünüm
       Prof. Dr. Haluk KARAMAĞARALI’nın  başlattığı kazılar yıllar boyu sürdü, vefatının ardından kızı bir süreliğine devam ettirdi. Son dönemde Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden Prof.Dr.Recai KARAHAN yürütüyor bu görevi.
      Prof.KARAMAĞARALI’nın Ahlat Kazılarından öğrencisi, bir dönem Ahlat Müze Müdür Vekilliği görevinde  bulunmuş,  Erciyes Üniversitesi  Edebiyat Fakültesi  Sanat Tarihi Bölümünden Doç.Dr. Celil ARSLAN, Bakanlar Kurulu’nun 17.10.2016  tarihli ve  2016/9414 sayılı Kararı ile “Eski Ahlat Şehir Kazısı”nı yapmak üzere görevlendirildi.
       Doç. Dr. Celil ARSLAN, hocasından aldığı Ahlat sevgisi ile Erciyes Üniversitesi’nin kendisine sağladığı ekonomik destekle ekibiyle birlikte, büyük bir şevkle kazıya başladı.
       12. Yüzyıl Dünyasının sayılı kentlerinden  “Kübbe-tül İslam” olarak tanımlanan Ahlat’ın muhteşem Ulu Camisi şiddetli bir deprem sonucu yerle bir olmuş toprağa gömülmüştü. Prof. Dr. Haluk KARAMAĞARALI, Ulu Cami’nin yerini keşfetmiş, ancak enkazın üzerinde Bayındır İlkokulunun olduğunu belirlemişti. Okulun kaldırılması için dönemin Bitlis Valisi Mustafa Yıldırım’a başvurmuş, tarihi eserin önemini anlatmış, Vali Mustafa Yıldırım’ın tarihi değerlere verdiği önem sonucu okulun kaldırılması sağlanmıştı.
       Ancak okul binasının toprak üstündeki bölümü yıkılmış, temel betonlarına dokunulmamıştı. Prof. KARAMAĞARALI buna rağmen Ulu Caminin önemli bir bölümünü gün yüzüne çıkarmayı başarmış, ömrünün yetmemesi sebebiyle kazı bitirilememiş yarım kalmıştı. Bu arada bazı değerli kalıntılar yok olmuştu.
      2016 Yılı sonlarına doğru Kazı Başkanlığı ile görevlendirilen Doç Dr.Celil ARSLAN’ın Prof. KARAMAĞARALI’nın kazıyı bıraktığı yerden başlayabilmesi için kazı alanında bulunan beton temel kalıntılarının temizlenmesi gerekiyordu.
       Doç.Dr.Celil ARSLAN, bu işleri yapa dursun Kültür ve Turizm Bakanlığından gelen bir yazı ile 17.10.2016  tarihli ve 2016/9414 sayılı  Bakanlar Kurulu Kararı ile  verilen kazı yapma görevinin, 04.06.2018 tarih ve 2018/11880 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile iptal  edildiği belirtilmişti. Hem de hiçbir gerekçe gösterilmeksizin.
       Doç.Dr. Celil ARSLAN, 19 ay süren bu “Kazı Başkanlığı” görevi süresince elinden geldiğince ve kendisine sağlanan olanaklar ölçüsünde  çaba göstererek,  Bayındır İlkokulunun temel betonlarını kazı alanından kaldırtmış, Kazı Evi olarak tahsis edilen Eski Müze Binası ve Lojmanını kazı evine dönüştürmek için elektrik, su  gibi bazı sorunları   çözmüş, Çiftehamam üzerindeki örtünün kaldırılmasını sağlamış, hava fotoğraflarının çekimini gerçekleştirmiş, Karelaj ve Jeo Radar çalışmaları yaptırmış kısacası daha işin başındayken bu kutsal görevin iptal edilmesi üzerine büyük bir hayal kırıklığı ile karşı karşıya kalmış.
        Arkeolojik kazılar uzun soluklu işlerdir, uzun yıllar sürer, bu nedenle bir başka deyimle “İğneyle kuyu kazımak” olarak tanımlanır. Bu yüzden “bugün verip, daha bismillah demeden aldım.” şeklindeki bir yaklaşım, arkeolojik kazı yapmanın doğasına aykırıdır. Eğer bir zorunluluk söz konusu ise bunun  açıklanmasının daha makul bir yaklaşım olacağı bilinmektedir.
        Pek çok alanda olduğu gibi “Bilim Dünyası”nda da çekememezlik, kıskançlık, birbirinin önünü kesmek gibi yaklaşımlar olduğu bir gerçektir.
       Arkeolojik alanda bir kazıyı yarıda bırakmak, mevcut tarihi değerlerin ortadan kaybolmasına   neden olmak gibi bir durumu da göz ardı etmemek gerekiyor…