İZMİR ENTERNASYONAL FUARI
Ahlat’tan başka bir yeri görmeden getirilip Diyarbakır
gibi büyük bir kentin ortasına bırakılmam bir uyum sorunu yaşamama neden olmuştu.
Diyarbakır’dan sonra Bitlis’te geçirdiğim günlerde ise büyük şehirde yaşamanın
özlemi ile yanıp tutuşuyordum.
60’lı yılların başıydı, bu özlem
dayanılmaz bir hal alınca, Bitlis’ten kalkan bir otobüsle kendimi Diyarbakır’a
attım. İlk işim tren istasyonuna gidip, ilk hareket edecek kara trenden bir
Manisa bileti almak oldu.
O dönemde, karayolu ulaşımı emekleme
dönemini yaşıyordu, havayolu ise sadece ekonomik olanakları yüksek kesimlere
hizmet veriyordu. Geniş kitlelerin ulaşım aracı
ise zorunlu olarak kara trendi.
Kara tren, Doğu’nun en ucundan kalkar,
Batı’nın son noktasına yolcu ve yük taşırdı. Mesafeler uzun olunca süre de
onunla paralel olarak uzar giderdi
Fuarın İlk Yılları |
Ben ise ilk gidene bilet almıştım, bu da
posta treniydi, her istasyonda durur,
posta alış verişini tamamlar öyle yoluna devam ederdi.
Hareket saati gelmeden gidip
kompartımanlardan birine oturup trenin kalkmasını bekledim. Kalkış saati
yaklaşınca yavaş yavaş yolcular gelip, kendilerine uygun yerleri seçerek
oturuyorlardı.
Benim olduğum kompartımana birkaç asker
gelip yerleştiler, hemen hemen aynı yaşlarda olduğumuz için kolay anlaşıyorduk,
böylece neşeli bir yolculuk başlıyordu.
Yol boyunca yeni yerler görüyor, muhteşem
doğa manzaraları seyrediyorduk. Yolculuğun en heyecanlı yanı, trenin durduğu
istasyonlardaki büfelerden yiyecek ve içecek alma telaşıydı.
Kimi yerlerde, tren tam kalkmak üzereyken
kendimizi zor atıyorduk içeri. Çünkü treni kaçırmak, oldukça meşakkatli işler
açabilirdi başımıza. Bu riski göze alamadığımız için telaş ve panik içinde alış
verip yapıp yerimize dönüyorduk.
Bu hareketlilik aynı zamanda oturmaktan
uyuşan ayaklarımıza da iyi geliyordu. Sıkıldığımızda koridora çıkıp, dışarıyı
seyrediyorduk.
Trenin tünele girdiği zamanlarda ortalığı
kesif bir kömür kokusu ve duman kaplıyordu. Trenin aydınlatma lambalarını
yakmak da kimsenin aklına gelmiyor olmalı ki, o anlarda zifiri karanlık bir
ortam oluşuyordu.
Sivas, Ankara, Eskişehir gibi büyük
istasyonlarda uzun süreli duraklamalar oluyordu, o anlarda trenden iniyor, çevreyi geziyor, trenin uzun
uzun çaldığı düdük sesiyle yerimize dönüyorduk.
O dönemde bu tren yolculuğu benim için
büyük bir deneyim oluyordu, birçok yeni şey görüyor ve öğreniyordum.
Yaklaşık olarak üç güne yakın bir süre sona
ermiş, Manisa topraklarına girmiştik. Benim heyecanım ise dayanılmaz bir boyut
kazanmıştı. Hiç bilmediğim bir yere gidiyor, hiç görmediğin bir akrabamı
arıyordum. Elimde sadece eski bir adres vardı. Bu adresle aradığım yere ulaşmam
oldukça zor görünüyordu. Nihayet Manisa tren istasyonunda yol arkadaşım
askerlerle vedalaşıp elimi kolumu sallayarak trenden indim.
Aaa..! O da ne? Yürüyemiyorum! Ben
gidiyorum, yol da gidiyor!.. Başım dönüyor…
Bir yere oturdum, beklemeye başladım,
yolun gitmesi de durdu, başımın dönmesi de…
Bu şekilde bir yere gidemeyeceğimi
anlayınca, çevreye bir göz gezdirdim, yakınlarda bir otel yazısı gördüm.
Duvarlara tutunarak otele kadar zar zor yürüdüm.
Otel görevlisi halimi görünce, bir
tuhaflık olduğunu anladı, ona kısa bir açıklama yaptıktan sonra, verdiği odaya
girdim, aynaya baktım, bu ben değildim, gözlerime inanamadım.
Evet ben değildim, benim zenci versiyonum
olabilirdi. Orada anladım şu “Kara Tren”
lafının nereden kaynaklandığını. Hani o içeriye dolan kömür kokusu ve duman var
ya, işte o beni bu hale getirmiş.
Mavi gömleğim de siyaha bürünmüş, bu
gömlekle de dolaşılmaz ki, yıkasam mı acaba diye düşündüm, en azından siyahı
giderdi.
Zaten zor ayakta duruyorum, başladım
lavaboda soğuk suyla gömleğimi yıkamaya. Kendimce iyi olduğunu sandığım
gömleğimi, sıktım, bir sandalyenin üzerine güzelce astım ve kendimi yatağa
attım. Gözlerimi açtığımda, ne kadar süredir uyuduğumu bilmiyordum, ama kendimi
iyi hissettiğim belli oluyordu. Gömleğime şöyle bir göz attım, kurumuştu,
ama siyah desenli bir gömlek olmuştu.
Yapılacak bir şey yoktu, üzerime giydim,
yüzümü güzelce yıkadım, otel görevlisinin yanına gittim, borcumu öderken,
görevli 24 saattir uyuduğumu söyleyince durumun vahametini anladım.
Açlıktan adım atacak takatim kalmamıştı,
yakınlarda bir şeyler atıştıracak bir yer bulup bu sorunu da çözdükten sonra,
cebimdeki adresi çıkarıp, sora sora Bağdat bile bulunur misali yollara düştüm.
Göktaşlı Mahallesi, Murat Caddesi’ndeki
adreste bulamadım, buradan taşındığını söylediler, nereye taşındığını Allah’tan
biliyorlardı, yeni adresi alıp yeniden yola koyuldum.
Son Yıllarda İzmir Enternasyonal Fuarı |
Bu adresi de bulmuştum, ancak aradığım
kişi oradan da ayrılmış, Manisa şehirlerarası otobüs terminalinin karşısındaki
yerde olduğunu söylediler. Bir süre aradıktan sonra cadde üzerinde bir
apartmanın bodrum katında buldum.
Caddeden beş altı basamakla alt kata
iniliyordu, indim aşağıya, orta yaşlarda
birisi loş bir ortamda önünde masada bir şeyler yapıyordu.
Ürkek ve çekingen tavırlarımı görünce o
bana sordu, buyur evladım bir sıkıntın mı var?
-Evet Hasan Çamak’ı arıyorum.
-Beni niye arıyorsun, dişin mi ağrıyor?
-Hayır ben Abdullah Nalbant’ın oğluyum,
sizi ziyarete geldim. Gözlerine de duyduklarına da inanamıyordu. Bir yanlışlık
mı var diye ısrarla sordu.
-Sen Abdullah’ın oğlu musun, beni nerden
buldun, babanla mı geldiniz, niye beni arıyorsunuz? Gibi anlamsız sorular
soruyordu, şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak.
-Hayır ben yalnız geldim sizi ziyarete.
Üstüme başıma bakıyor, bir türlü ikna olmuyordu. Perişan halimden bir
tuhaflığın olduğunu hissetmişti.
-Peki babanın haberi var mı buraya
geldiğinden diye sorunca, verdiğim “hayır”
yanıtından durumu kavraması zor olmadı. Deneyimli ve bilge tavrıyla durumu
kavramıştı. Artık inisiyatif onun kontrolüne geçiyordu. Ortada bir kriz vardı
ve o krize el koymuştu.
Ogün ailesi Manisa Meteoroloji Müdürü
Kazım Bey’in Ailesini ziyarete gitmişler, beni de o perişan halimle alıp Kazım
Bey’lere götürdü.
Birkaç gün sonra izimi takip eden babam,
önce Bursa’ya gitmiş, bulamayınca Manisa’ya gelerek beni bulmuştu. Gergin
başlayan gün, babam ile Hasan Amcamın kapalı kapılar ardında yaptıkları uzun
görüşmelerin ardından, karar açıklanmıştı.
Birkaç gün Manisa’da kaldıktan sonra
Ahlat’a dönülecekti. Bu birkaç günü iyi değerlendirebilmek için amcamın oğlu
Süleyman ile beni İzmir Enternasyonal Fuarı’na gezmeye gönderdiler.
60’lı yılların başında İzmir
Enternasyonal Fuarı, Türkiye’nin dünyaya açılan ve tüm dünya ülkeleri
tarafından ilgiyle izlenen en önemli vitriniydi.
O yıllarda, böylesine muhteşem bir
organizasyonunu görebilme şansına sahip olduğum için mutluyum. Ufkumun
açılması, bilgi ve görgümün artırılması için ne denli yararlı bir ziyaret
olduğunu belirtmeliyim.
Bu fuarda, Amerika ile Rusya’nın o
dönemde ne denli büyük bir rekabet içinde olduklarının somut örneklerini
görebilme şansını yakalamıştım.
Yıllar sonra, geçmiş günlerin bir
değerlendirmesini yaparken, bu muhteşem projenin mimarının Mustafa Kemal
Atatürk olduğu gerçeği ile karşılaştım. Bir kez daha O’na olan hayranlığımı
iliklerimde hissettim.
İzmir Enternasyonal Fuarı’nın, Mustafa
Kemal ATATÜRK'ün talimatıyla 1923 yılı başlarında toplanan 'İzmir
İktisat Kongresi' sırasında, yurt içinde üretilen malların sergilenmesi ve
dış ülkelere satışının yapılabilmesini sağlamak için bir tanıtım organizasyonun
gerçekleştirilmesi fikri ile ortaya çıktığını öğrendim.
Bu fikir doğrultusunda, Mustafa Kemal ATATÜRK öncelikli olarak
İzmirli tüccarları kastederek şöyle diyordu: “Bu şehirde fuarlar kurun, sergiler açın” diyerek bir yol haritası ortaya koyuyordu. Bunun
üzerine İzmirli tüccarlardan birinin
binasında, imal edilen her şeyin teşhirinin yapılacağı 'Yerli Mallar Sergisi' açılması talimatını vermişti.
Böylece, yurdun her tarafından gelen
ziraat, sanayi, tüccar ve esnaf gruplarının birbirlerini ve mallarını
tanımalarının yolu açıldı. İzmir'in kurtuluş günü olan '9 Eylül' adını alan yerli malları sergilerinin ilki 1927 yılının
Eylül ayında açıldı.
Bu etkinliğe çok sayıda resmi ve özel kuruluş yanında
birçok yabancı firma da katılım sağlamış. Başarılı sonuçlar vermesi üzerine ertesi
yıl daha büyük ve kapsamlı bir katılımla ikincisi gerçekleştirilmiş. Büyük bir ilgi ile karşılaşılınca daha geniş
bir alan edinme ihtiyacı ortaya çıkmış.
Daha sonra, 1936
yılının ilk günü Kültürpark adı
verilerek büyük bir törenle açılmış, 1
Eylül 1936 günü ise “Arsıulusal İzmir Fuarı” adıyla
ileride adı “İzmir Enternasyonal Fuarı” olacak olan Türkiye’nin en önemli dışa açılım
projesi başlamış.
Bu açılış törenine, Mısır, Yunanistan ve
Sovyetler Birliği'nden 48 kuruluş katılmış. 32 vilayet pavyonunun bulunduğu
açılışta, 45 yerli firma yer almış.
İzmir Enternasyonal Fuarı, 2. Dünya
Savaşı nedeniyle 1942 yılında açılamamış, ancak halkın bu
alandaki ihtiyacı düşünülerek, 'Kültürpark
Eğlenceleri' adı altında organizasyon düzenlenmiş. Savaşın bütün hızıyla
devam ettiği 1943 yılında kapılarını açan fuara, savaşta olan ülkeler bile
katılmış..
1960 ile 1970'li yıllarda İzmir
Enternasyonal Fuarı'nda Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB) uzay teknolojilerini sergiledi. Bu yıllarda,
ulusal sanayi malları ve ürünleri uluslararası pazara gösterilirken, Almanya ve
İngiltere ürettiği son model otomobilleri görücüye çıkarıyordu.
Ben, 60’lı yılların başında tanık olduğum
bu uygarlık seramonisinin neden bir süre sonra kesintiye uğratıldığını
anlamakta zorlanıyorum.